BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ
NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR
Ba'dehû
bu şahs-ı insânînin tıynetini Allah Teâlâ iki eliyle ta'cîn
eyledi ve onlar mütekâbildir. Her ne kadar onun iki yedi yemîn
ise de, onların beyninde furkandan olan şeyde hafâ yoktur. Ve
onlar ancak iki, ya'nî yedeyn oldu. Zîrâ tabîatte ancak ona
münâsib olan müessir olur ve o mütekâbildir. Binâenaleyh "iki
el" îrâd eyledi. Vaktâki onu "iki el" ile îcâd etti, kendine
muzâf olan iki el ile, o cenâba lâyık bulunan mübâşeretten nâşî,
onu "beşer" tesmiye etti. Ve bunu, bu nev'-i insânîye kendi
inâyetinden kıldı. Böyle olunca ona sücûddan ibâ eden kimse için
"İki elim ile halk ettiğim şeye secde etmekten seni ne şey men'
etti? İstikbâr mı ettin, yoksa unsurdan âlî olanlardan mısın?
Halbuki sen böyle değilsin" (Sâd, 38/75) dedi. "Âlîn" ile her ne
kadar tabîî ise de neş'et-i nûriyyesinde unsurî olmaktan zâtiyle
âlî olanı murâd eyler. İmdi insan, envâ'-ı unsuriyyeden
kendisinin gayrisine, ancak tıynden beşer olmakla fâzıl oldu.
Böyle olunca insan, min-gayri-mübâşeretin bütün anâsırdan mahlûk
olan nev'in efdalidir. Şu halde insan, rütbede meâlike-i arzıyye
ve semâiyyenin fevkındedir. Ve melâike-i âlûn ise, nass-ı İlâhî
ile bu nev'-i insânîden hayırlıdır. İmdi nefes-i İlâhînin
ma'rifetini murâd eden kimse, âlemi bilsin. Zîrâ nefsini/bilen
kimse; onda zâhir olan Rabbini bilir. Ya'nî âlem, âsârının
zuhûru sebebiyle, âsârının adem-i zuhûrundan nâşî, bulduğu şeyi
esmâdan Allah Teâlâ'nın onunla tenfis eylediği nefes-i Rahman'da
zâhir oldu. Böyle olunca onu, kendi nefesinde îcâd etmekle,
kendi nefesi üzere imtinân eyledi. İmdi nefes için vâkı' olan
evvelki eser, ancak o Cenâb'dan vâkı' oldu. Ondan sonra emr, son
mevcûda varıncaya kadar, tenfîs-i gumûm ile nâzil olarak, zâil
olmadı (29).
Ya'nî
esmânın tekâbülünü
(karşılıklı, zıt oluşunu)
ve
tabiatin erkân-ı mütekâbilenin
(zıtlık esaslarının)
hey'et-i
mecmûası
(tamamı)
olduğunu
bildikten sonra, ma'lûmun olsun
(bilesin)
ki: Allah
Teâlâ bu şahs-ı insânînin
(insanın şahsının)
hamurunu
ve tıynetini
(çamurunu)
iki eli
ile yoğurdu. "İki el"den murâd, "esmâ-i fiiliyye"
(aktif, etken esma)
ile
"esmâ-i infiâliyye"dir
(pasif, edilgen esmadır).
Esmâ-i fiiliyye
(aktif esma)
mertebe-i
ulûhiyyete
(taayyün-i evvel mertebesine)
ve esmâ-i
infıâliyye
(pasif esma)
mertebe-i
imkâna
(imkan mertebesine, taayyün-i sani mertebesine)
râci'dir
(dönüktür, aittir).
Zîrâ
(çünkü)
vücûdda
iki i'tibâr
(husus)
vardır.
Biri "müessir"
(tesir eden)
diğeri
"müesserünfîh"dir
(tesiri kabul edendir).
Şahs-ı insânî
(insanın şahsı)
bu iki
i'tibârı
(hususu)
da
câmi'dir
(kendinde toplamıştır).
Esmâ-i
fıiliyye
(aktif esma)
"sağ el"
ve esmâ-i infiâliyye
(pasif esma)
ise "sol
el" mesâbesindedir
(derecesindedir).
Ve
bu "iki el" yekdîğerine
(birbirlerine)
mütekabildir
(karşılıklıdır, zıttır);
biri
verir, diğeri alır. Vâkıâ
(gerçi)
yekdîğerine
(birbirlerine)
mütekaâbil
(karşılıklı, zıt)
olan bu
iki elin ikisi de yemîndir. Çünkü "yemîn", kuvvet ma'nâsına
gelir. Ve esmâ-i fıiliyye
(etken esma)
ile
infiâliyyenin
(edilgen esmanın)
ikisi de
kuvvetten başka şeyler değildir. Velâkin mâdemki mertebe-i
İlâhiyye
(İlahi mertebe (taayyün-i evvel mertebesi)
ile
mertebe-i inmkân
(imkan mertebesi, taayyün-i sanî mertebesi)
arasında
“vermek” ve “almak” nisbetleri
(ilişkileri)
mevcûddur,
bunların arasında fark ve temeyyüz
(sivrilme, kendini gösterme)
olduğu
hafî
(gizli)
değildir.
Binâenaleyh
(nitekim)
esmâ-i
fiiliyye
(aktif esma)
ile
infiâliyye
(pasif esma)
"iki el"
oldu. Zîrâ
(çünkü)
müessirin
(etkiliyenin)
tabîatte
te'sîri
(etkisi),
ancak
tabîate münâsib
(uygun)
olan şeyde
olur. Ve tabîat ise harâret, bürûdet,
(soğukluk)
rutûbet ve
yubûsetten
(kuruluktan)
ibâret
olan hakâyık-ı erbaanın
(dört hakikatin)
hey'et-i
mecmûası
(toplamı)
olup, bu
erkân-ı erbaa
(dört esas, dört temel direk)
ise
yekdîğerine
(birbirlerine)
mütekâbildir
(karşılıklıdır, zıttır).
Buna
binâen
(dayanarak)
Hak Teâlâ
Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de, hilkat-i Âdem'in
(İnsanın yaradılışının)
beyânı
(açıklanması)
sadedinde
(konusunda)
"bi-yedeyy"
(iki elimle)
ta'bîrini
(deyimini)
îrâd
eyledi
(söyledi).
Vaktâki
(ne zaman ki)
Âdem'i
(İnsanı)
“iki el”
ile îcâd eyledi,
(yarattı)
"bi-yedeyy"
(iki elimle)
kavliyle
(sözleriyle)
kendine
muzâf
(alakalı)
kıldığı
"iki el" ile onun îcâdına
(yaratılmasına)
mübâşeret
ettiği
(başladığı)
için,
ona "beşer" ismini verdi. Bu mübâşeret
(işe başlamak girişmek)
cenâb-ı
İlahiye
(İlahi zata)
lâyık olan
(yaraşır)
bir vech
ile
(şekilde)
mübâşerettir
(başlamadır).
Ya'nî
esmâ-i mütekâbile
(karşılıklı zıt esma)
ile onun
îcâdına
(yapılmasına, yaratılmasına)
teveccühdür
(yöneliştir).
Ve
nefes-i rahmânînin
(rahmanın nefesinin)
mahmûl
(yüklenmiş)
olduğu
fâiliyyât
(etkenlik)
ve
kabiliyyât
(kabul edebilirlik, edilgenlik)
sûretleri
mecmûunun
(toplamının)
Âdem'e
(İnsana)
derci
(katılması, sıkıştırılması)
sûretiyle
(yoluyla, şekliyle)
îcâdına
(yaratılmasına)
teveccühdür
(yöneliştir).
Ve Âdem'in
îcâdına "iki el'' ile mübâşereti
(girişmesi, başlaması),
bu
nev'-i insânîye
(insan ırkına)
Hak
Teâlâ'nın inâyetinden
(lütfundan)
nâşi
(dolayı)
vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Zîrâ
(çünkü)
Âdem
(İnsan)
bu sebeble
yed-i vâhide
(tek el)
ile mahlûk
olan mahlûkât-ı sâire
(diğer yaratılmışlar)
üzerine
müfazzal
(faziletli, üstün)
oldu.
Binâenaleyh
(nitekim),
Âdem'e
sücûd
(secde etmekten)
ve
ser-fürûdan
(baş eğmekten)
istinkâf
eden
(yüz çeviren, kabul etmeyen)
İblîs'e
hitâben Hak Teâl"a hazretleri: "İki elim ile halk,
(yarattığım)
ya'nî
esmâ-i mütekâbile
(karşılıklı, zıt esma)
ile
îcâdına teveccüh etmiş
(yönelmiş)
olduğum
Âdem'e secde ve ser-fürû etmekten
(baş eğmekten)
seni ne
şey men' etti
(engelledi, yasakladı).
Eğer kibir
ettin ise bu tekebbürün
(büyüklenmen, kibirlik göstermen)
muhıkk
(haklı, doğru)
ve vârid
(söylenip uygulanacak şey)
değildir.
Zîrâ
(çünkü)
sen yed-i
vâhide
(tek el)
ile
mahlûksun. Ve sende Âdem
(İnsan)
gibi,
cem'iyyet-i esmâiyyem
(bütün esmamın toplamı)
yoktur. Bu
sebeple sen onun mâ-dûnundasın
(altındasın, alt derecesindesin).
Ve
eğer kendini secde ile emr olunmayan anâsırdan
(unsurlardan)
âlî
(yüce, yüksek)
olan
melâikeme
(meleklerime)
kıyâs
ettin
(benzettin)
ise, sen
onlar gibi değilsin. Zîrâ
(çünkü)
sen nârdan
(ateşten)
mahlûksun.
Ve nâr
(ateş)
ise
unsuriyyâttandır"
(unsurlardandır)
(Bk. Sad.
38/75). buyurdu. Hak Teâlâ Hazretlerinin bu hitâbdaki
(konuşmadaki)
"âlîn" ile
murâdı, tabîî olmakla berâber, neş'et-i nûriyyesinde
(nurundan meydana gelme)
unsurî,
(öğesel, elementsel)
olmaktan
zâtiyle âlî
(yüksek, yüce)
olan
melâike-i kirâmdır
(büyük meleklerdir)
.
Ve bunlar
bâlâda
(yukarda)
îzâh
olunduğu
(anlatıldığı)
üzere
"unsuriyyûnun
(unsurdan olanların)
fevkınde
(üstünde),
yâ'nî
ecrâm
(cansız dediğimiz cisimler)
mâbeynindeki
(arasındaki)
milyonlarca merhale mesâfe-i fezâda
(uzaklıkta yol olan fezada)
olan
melâike-i tabîiyyûndur.
(tabiatle ilgili, tabiate ait meleklerdir)
Ve bunlar
Âdem'e secde ve ser-fürûya
(baş eğmeye)
me'mûr
(vazifeli)
olmadılar.
Çünkü unsuriyyât
sâhasıyla
alâkaları yoktur.
İmdi
insan, envâ'-ı unsuriyyeden
(çeşitli unsurlardan)
kendisinin
gayrisine
(kendisinden başkasına),
ancak
tıynden
(çamurdan)
beşer
(yaratılmış insan)
olmasıyla,
ya'nî Hak Teâlâ Âdem'in tıynden
(çamurdan)
halk
(yarattı)
ve îcâdına
(yaratılmasına)
"iki el"
ile mübâşeret etmesiyle
(başlaması, girişmesi ile)
fâzıl
(üstün)
oldu. Şu
halde insan, Hak Teâlâ'nın, hilkatine
(yaratılışına)
"iki el"
ile mübâşeret etmediği
(girişmediği)
bilcümle
mevcûdât-ı unsuriyyeden
(unsurlardan meydana gelmiş bütün varlıklardan)
efdaldir.
(daha üstündür)
Binâenaleyh
(nitekim)
insan,
mertebede
(mertebe bakımından)
melâike-i
arzıyye ve semâiyyenin
(yeryüzündeki ve gökteki meleklerin)
fevkındedir
(üstündedir).
Ve
insan bu sebeble cemâdât
(cansız varlıklar)
ve nebâtât
(bitkiler)
ve
hayvânât
(hayvanlar)
ile
kuvâ-yı tabîiyyede
(tabiat güçlerinde)
maddeten
(madde ve cisim olarak)
tasarruf
sâhibidir. Bunların cümlesi
(hepsi)
Âdem'e
(insana)
secde ve
ser-fürû etti
(boyun eğdi)
ve
etmektedir. Ve ma'nen, ya'nî ma'rifet
(ilim, bilgi)
ve
tefekkür
(düşünebilme yeteneği)
i'tibâriyle de
(bakımından da)
onların
cümlesinden
(hepsinden)
âlîdir
(yüksektir, yücedir).
Fakat
melâike-i âlûn
(yüksek, yüce melekler),
nass-ı
İlahi
(kesin, açık Kur’an ayetleri)
ile bu
nev'-i insânîden
(insan türünden)
hayırlıdır. Ve onlar insana secde ve serfürû etmezler
(boyun eğmezler)
ve Âdem'in
(İnsanın)
onlar
üzerinde aslâ tasarrufu olamaz. Bunun içindir ki küre-i arzın
(dünyanın)
muhîtindeki
(etrafındaki)
havâyı
nesîmî
(atmosfer)
tabakasının, ya'nî unsuriyyât haddinin
(unsurların, en küçük elementlerin bulunduğu sınırın)
hitâm
(bittiği, son)
bulduğu
sâhadan ileriye geçemez. Ve bu hususta hiçbir vâsıta-i maddiyye
(maddi araç)
ve
unsuriyyeyi
(unsurları)
isti'mâl
(kullanmak)
fâide
(fayda)
vermez.
Zîrâ
(çünkü)
melâike-i
âlîn
(yüksek melekler),
zât-ı
Hakk'ın
(Hakk’ın zatının)
envâr-ı
cemâlinde
(cemalinin nurunda)
müheyyemedir
(Hakk’ın cemalini müşahededen dolayı hayrete gark olmuş
meleklerdir)
.
Ve
onların neş'etleri nûriyye
(nurdan ileri gelmeleri)
ve
tabîiyye olduğu
(tabiata mensup olmaları)
cihetle
(bakımından)
neş'et-i
unsuriyye-i
(unsurlardan meydana gelmiş)
âdemiyyeden
(insan ırkından)
evlâdır
(daha üstündür).
Fakat
onların bu uluviyyeti
(yüksekliği, yüceliği)
insân-ı
hayvâna,
(hayvansı insana)
ya'nî
insân-ı nâkısa
(noksan insana)
göredir.
Çünkü insân-ı hayvânın
(hayvansı insanın)
hakîkati
halkıyyetinde
(yaratılmışlığında)
ve
nûriyyeti
(nurluğu)
zulmet-i
unsuriyesinde
(madde karanlığında (madde bedeninde)
muhtefî
(gizlenmiş)
ve
müstehlektir
(helak, yok olmuştur).
Fakat,
envâr-ı cemâl-i Hak'ta
(Hakk’ın cemal nurlarında)
müheyyem
(Hakk’ın cemalini müşahede eden)
ve
müslehlek
(helak, yok)
olup
bilcümle esmâ-i İlahiyyeye
(bütün İlahi esmanın hepsinin)
mazhar
(göründüğü mahal, yer)
olan
insân-ı kâmil melâike-i âlînden
(yüksek meleklerden)
a'lâdır
(yücedir).
Ve
onun halkıyyeti
(yaratılmışlığı)
hakkıyyetinde
(haklığında)
ve
zulmet-i unsuriyyesi
(maddenin karanlığı, bedeni)
nûriyyetinde
(nurluğunda)
müstehlek
(helak, yok)
olur.
Böyle bir insan, cem'iyyet-i esmâ-i İlahiyye
(bütün İlahi esmanın)
kuvvetiyle
a'lâ
(yüksekte)
ve esfelde
(aşağıda)
mutasarrıftır
(tasarruf edendir).
Binâenaleyh
(nitekim),
o
saâdet-meâb
(saadet sahibi)
bu
kuvvetle aktâr-ı arzıyye ve semâviyyeyi
(yerler ve gökler tarafını)
mürûr eder
(geçer, gider, bir yandan girip diğer yandan çıkar).
Onun
için aslâ mevâni'
(maniler, engeller)
yoktur.
Nitekim, âyet-i kerîmede işâret buyrulur:
...................................... (Rahmân, 55/33) Ya'nî "Ey
cin ve ins tâifesi
(tayfası),
aktâr-ı
semâvât ve arzdan
(yer ve semalar tarafına)
nüfûz
etmeğe
(geçmeye)
kudretiniz
varsa, nüfûz edin
(geçin)!
Nüfûz
edemezsiniz
(geçemezsiniz);
ancak,
sultan, ya'nî kuvvet-i İlahiyye
(İlahi kuvvet)
ile nüfûz
edebilirsiniz
(geçebilirsiniz)."
Demek
ki her biri birer insân-ı nâkıs
(noksan insan)
olan
Avrupa erbâb-ı fenninin
(fenle uğraşan kişilerin)
ara sıra
Merih'e
(Marsa)
ve Kamer'e
(Aya)
sefer
tasavvurları
(hayalleri),
bu
halleriyle ile'lebed
(sonsuza dek)
bir
temennîden
(dilekten, istekten)
ibâret
kalacaktır.
İmdi
nefes-i İlahinin
(Hakk’ın nefesinin)
ma'rifetini
(hususiyetini bilmeyi)
murâd eden
(isteyen)
kimse,
âlemi
(evreni)
bilsin.
Zîra
(çünkü),
nefsini
bilen kimse, âlemde
(evrende)
zâhir olan
(açığa çıkan, görülen)
Rabb'ini
bilir. Ya'nî âlem
(evren)
o nefes-i
rahmânîde
(rahmanın nefesinde)
zâhir oldu
(açığa çıktı)
ki, Allah
Teâlâ o nefes-i rahmanî ile esmâsında müşâhede ettiği
(gördüğü, seyrettiği)
kerb
(tasa, gam, keder)
ve
ıztırâbı o esmâdan tenfîs eyledi
(üfledi).
Zîrâ
(çünkü)
esmâ
kendi eserlerinin adem-i zûhûrundan
(meydana çıkmamış oluşundan)
ve zâtta
mahbûs
(hapis)
kaldıklarından dolayı, ıztırâb içinde idiler. Zât-ı mutlak
(mutlak Zat, Zat mertebesi)
onların bu
hallerini kendi zâtında bulduğu ve müşâhede buyurduğu
(gördüğü)
cihetle
(yönle)
rahmeten-li'l-esmâ
(esmasına bir rahmet olarak),
nefes-i
rahmânîsini
(rahman olan nefesini)
bi'l-irsâl
(göndererek)
mümtedd
kıldı
(sürekli kıldı, yaydı).
Ve
bu tenfîs
(teneffüs),
mahzâ
(sadece)
nefes-i
râhmânî
(rahmanın nefesi),
esmâ
âsârının
(eserlerinin)
sebeb-i
zuhûru
(ortaya çıkma sebebi)
olduğu
için vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Binâenaleyh
(nitekim)
Hak
Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, suver-i esmâiyyesinden
(esma suretlerinden)
ibâret
olan avâlimi
(âlemleri),
kendi
nefes-i rahmânîsinde
(rahman olan nefesinde)
îcâd
etmekle,
(yaratmakla)
kendi
nefesine ihsân
(lütuf)
eyledi.
İmdi
nefes-i rahmânî
(rahmanın nefesi)
için vâkı'
olan
(gerçekleşen)
ilk eser,
ancak bu cenâbda
(hazrette, mertebede),
yâ'nî
esmâ-i İlahiyye hazretinde
(İlahi esma mertebesinde (uluhiyet mertebesinde)
vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Ondan
sonra emr-i zuhûr
(açığa çıkma hususu),
son
mevcûda varıncaya kadar, tenfîs-i gumûm ile,
(sıkıntının neticesi oluşan teneffüs)
ya'nî
esmâda adem-i zuhûr
(açığa çıkmayışı)
sebebiyle
vâkı' olan
(oluşan)
kerb
(sıkıntı)
ve
ıztırâbı tenfis
(nefes verme)
ve izâle
(giderme)
ile nâzil
olarak
(inerek)
zâil
olmadı
(bitmedi).
Zîrâ
(çünkü)
esmâ-i
İlahiyye
(İlahi esma)
nâmütenâhî
(sonsuz)
olduğu
cihetle onların âsârı
(eserleri)
dahi
nâmütenâhîdir
(sonsuzdur)
.
Şu
halde tecelliyât-ı İlahiyye
(İlahi tecelliler)
mine'l-ezel-ile'l-ebed
(ezelden ebede kadar)
münkatı'
(arkası kesilmiş)
değildir.
Ve son mevcûddan maksad arzımıza
(dünyamıza)
âit olan
son mevcûddur. Zîrâ
(çünkü)
kıyâmet-i
kübrâda
(büyük kıyamette)
bizim
âlemimizin
(dünyamızın, evrenimizin)
sûreti
bozulur. Ve âlemimiz
(dünyamız, evrenimiz)
bozulmakla
tecelliyât-ı İlahiyye
(İlahi tecelliler)
münkatı'
olmaz
(kesilmez).
Çünkû
fezâ-yı lâ-yetenâhîde
(sonu olmayan fezada)
avâlim-i
şehâdiyye-i bî-nihâye
(görülen, şehadet
edilen âlemlerde sonsuzluk, tükenmezlik)
vardır.
Bunların efrâdı
(fertleri)
bir
taraftan tekevvün
(oluşur)
ve diğer
taraftan tefessüd etmektedir
(bozulmaktadır).
Bu
babdaki
(konudaki)
îzâhât
(açıklama)
gerek
mukaddimede
(başlangıçta)
ve gerek
Fass-ı Âdemî'de
(adem ile ilgili bölümde)
geçdi.
Bâlâdaki
(yukarıdaki)
.......................... ibâresindeki
(cümlesindeki)
birinci
........ (sükûn-i fâ ile) "zât" ma'nâsına ve ikinci ........
(feth-i fâ ile) "soluk" ma'nâsına geldiği takdirde ma'nâ-yı
ibâre
(cümlenin manası):
"Allah
Teâlâ kendi nefesinde, yâ'nî soluğunda îcâd etmekle
(yaratmakta)
kendi
nefesine, zâtına ihsân
(lütuf, iyilik)
etti''
sûretinde
(şeklinde)
olur.
Şurrâh-ı kirâmdan
(şerh edenlerin büyüklerinden olan)
Mevlânâ
Câmî ve Yâ'kûb Hân ve Bosnevî Abdullah efendiler hazarâtı
(hazretleri)
böyle
almışlar. Ve Abdülganî Nâblusî ikisini de "fâ"nın fethiyle
almıştır. Müraccah olan
(terci edilen)
birincinin
sükûn-i fâ
(“fa”nın hareketsiz)
ve
ikincinin feth-ı fâ
(“fa”nın açılımı)
ile
olmasıdır. Zîrâ
(çünkü)
esmâ-i
İlahiyye
(İlahi esma)
niseb-i
zâtiyyedir
(zata ait sıfatlardır).
Ve
niseb-i zâtiyye
(zatın sıfatları)
ise zâtın
aynıdır. Binâenaleyh
(nitekim)
esmâya
olan ihsân
(lütuf, iyilik),
zâta âit
olur. Ve Hak suver-i âlemi
(alem suretlerini)
kendi
nefsinde ve zâtında îcâd buyurmuştur
(meydana getirmiş, yaratmıştır).
Fef hem
cidden
(iyi anla)!
Şiir:
Nefesin
aynında olan her şey, gece karanlığının âhirindeki zav' gibidir
(30).
Yukarıda
avâlimin
(âlemlerin)
ve bu
avâlim
(âlemler)
üzerlerindeki suverin
(suretlerin)
nasıl
teşekkül ettiği
(oluştuğu)
icmâlen
(kısa, özet olarak)
beyân
edilmiş
(anlatılmış)
idi.
Erbâb-ı fenne
(fenle uğraşanlar)
ma'lûm
olduğu üzere
(bildikleri gibi)
fezâ-yı
bî-nihâye
(sonsuz olan feza)
karanlıktır. Künhünün
(bütününün, hepinin)
idrâki
mümkün olmayan Zât-ı Mutlaka,
(sonsuz, sınırsız, kayıtsız Zat)
nefes-i
rahmânîsini
(rahman olan nefesini)
tenfîs
ettikde
(dışarı üflediğinde),
o nefes
gece karanlığının âhirinde
(ardından)
matla'-ı
şemsde tahassul eden
(güneşin doğması neticesinde ortaya çıkan)
hafif
ziyâya
(ışığa)
müşâbih
(benzer)
bir ziyâ
(ışık)
veren
sehâbe
(bulutlar)
sûretinde
(şeklinde)
mütekâsif
(kesifleşmiş, yoğunlaşmış)
olur. İşte
bilcümle suver-i esmâiyye-i İlahiyye
(bütün İlahi esmanın hepsinin)
zât-ı
nefes-i rahmânî
(Zatı, hakikati rahmanın nefesi)
olan bu
sehâbede mündericdir
(bulutların içinde yer almaktadır, derc edilmiştir).
Nefes-i
rahmânî
(rahmanın nefesi)
mümtedd
olup
(uzayıp, yayılıp)
esfele
(aşağıya)
nüzûl
(inmek)
ile
mütekâsîf oldukça
(kesifleştikçe, yoğunlaştıkça)
bu
sûretler peyderpey
(birbirinin ardı sıra)
meydân-ı
zuhûr ve bürûza gelir
(meydana çıkar ve belirir (aşıkar olur).
Nitekim:
............................... ya'nî "Allah Teâlâ mahlûkâtı
zulmette
(karanlıkta)
yarattı;
sonra onların üzerine nûrundan saçtı" hadîs-i şerîfiyle de bu
hakîkate işâret buyrulur. Karanlık fezâda
(uzayda)
herhangi
bir âlemin aslı, teşekkül
(şekillenip)
ve
tekevvün ettiği
(oluştuğu)
sırada bu
beyt-i şerîfteki ma'nânın basâr-ı hissî
(göz)
ile
müşâhedesini
(görmeyi)
arzû eden,
mü'min-i mütefennin
(fen alimi olan müminler),
mirsad
(dürbün, teleskop)
ile
fezâdaki sehâbeleri
(bulutları)
tarassud
etsin
(gözlemlesin)!
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-03.05.2005
http://sufizmveinsan.com
|