164. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Ba'dehû bu şahs-ı insânînin tıynetini Allah Teâlâ iki eliyle ta'cîn eyledi ve onlar mütekâbildir. Her ne kadar onun iki yedi yemîn ise de, onların beyninde furkandan olan şeyde hafâ yoktur. Ve onlar ancak iki, ya'nî yedeyn oldu. Zîrâ tabîatte ancak ona münâsib olan müessir olur ve o mütekâbildir. Binâenaleyh "iki el" îrâd eyledi. Vaktâki onu "iki el" ile îcâd etti, kendine muzâf olan iki el ile, o cenâba lâyık bulunan mübâşeretten nâşî, onu "beşer" tesmiye etti. Ve bunu, bu nev'-i insânîye kendi inâyetinden kıldı. Böyle olunca ona sücûddan ibâ eden kimse için "İki elim ile halk ettiğim şeye secde etmekten seni ne şey men' etti? İstikbâr mı ettin, yoksa unsurdan âlî olanlardan mısın? Halbuki sen böyle değilsin" (Sâd, 38/75) dedi. "Âlîn" ile her ne kadar tabîî ise de neş'et-i nûriyyesinde unsurî olmaktan zâtiyle âlî olanı murâd eyler. İmdi insan, envâ'-ı unsuriyyeden kendisinin gayrisine, ancak tıynden beşer olmakla fâzıl oldu. Böyle olunca insan, min-gayri-mübâşeretin bütün anâsırdan mahlûk olan nev'in efdalidir. Şu halde insan, rütbede meâlike-i arzıyye ve semâiyyenin fevkındedir. Ve melâike-i âlûn ise, nass-ı İlâhî ile bu nev'-i insânîden hayırlıdır. İmdi nefes-i İlâhînin ma'rifetini murâd eden kimse, âlemi bilsin. Zîrâ nefsini/bilen kimse; onda zâhir olan Rabbini bilir. Ya'nî âlem, âsârının zuhûru sebebiyle, âsârının adem-i zuhûrundan nâşî, bulduğu şeyi esmâdan Allah Teâlâ'nın onunla tenfis eylediği nefes-i Rahman'da zâhir oldu. Böyle olunca onu, kendi nefesinde îcâd etmekle, kendi nefesi üzere imtinân eyledi. İmdi nefes için vâkı' olan evvelki eser, ancak o Cenâb'dan vâkı' oldu. Ondan sonra emr, son mevcûda varıncaya kadar, tenfîs-i gumûm ile nâzil olarak, zâil olmadı (29).

Ya'nî esmânın tekâbülünü (karşılıklı, zıt oluşunu) ve tabiatin erkân-ı mütekâbilenin (zıtlık esaslarının) hey'et-i mecmûası (tamamı) olduğunu bildikten sonra, ma'lûmun olsun (bilesin) ki: Allah Teâlâ bu şahs-ı insânînin (insanın şahsının) hamurunu ve tıynetini (çamurunu) iki eli ile yoğurdu. "İki el"den murâd, "esmâ-i fiiliyye" (aktif, etken esma) ile "esmâ-i infiâliyye"dir (pasif, edilgen esmadır). Esmâ-i fiiliyye (aktif esma) mertebe-i ulûhiyyete (taayyün-i evvel mertebesine) ve esmâ-i infıâliyye (pasif esma) mertebe-i imkâna (imkan mertebesine, taayyün-i sani mertebesine) râci'dir (dönüktür, aittir).  Zîrâ (çünkü) vücûdda iki i'tibâr (husus) vardır. Biri "müessir" (tesir eden) diğeri "müesserünfîh"dir (tesiri kabul edendir). Şahs-ı insânî (insanın şahsı) bu iki i'tibârı (hususu) da câmi'dir (kendinde toplamıştır).  Esmâ-i fıiliyye (aktif esma) "sağ el" ve esmâ-i infiâliyye (pasif esma) ise "sol el" mesâbesindedir (derecesindedir).  Ve bu "iki el" yekdîğerine (birbirlerine) mütekabildir (karşılıklıdır, zıttır);  biri verir, diğeri alır. Vâkıâ (gerçi) yekdîğerine (birbirlerine) mütekaâbil (karşılıklı, zıt) olan bu iki elin ikisi de yemîndir. Çünkü "yemîn", kuvvet ma'nâsına gelir. Ve esmâ-i fıiliyye (etken esma) ile infiâliyyenin (edilgen esmanın) ikisi de kuvvetten başka şeyler değildir. Velâkin mâdemki mertebe-i İlâhiyye (İlahi mertebe (taayyün-i evvel mertebesi) ile mertebe-i inmkân (imkan mertebesi, taayyün-i sanî mertebesi) arasında “vermek” ve “almak” nisbetleri (ilişkileri) mevcûddur, bunların arasında fark ve temeyyüz (sivrilme, kendini gösterme) olduğu hafî (gizli) değildir. Binâenaleyh (nitekim) esmâ-i fiiliyye (aktif esma) ile infiâliyye (pasif esma) "iki el" oldu. Zîrâ (çünkü) müessirin (etkiliyenin) tabîatte te'sîri (etkisi),  ancak tabîate münâsib (uygun) olan şeyde olur. Ve tabîat ise harâret, bürûdet, (soğukluk) rutûbet ve yubûsetten (kuruluktan) ibâret olan hakâyık-ı erbaanın (dört hakikatin) hey'et-i mecmûası (toplamı) olup, bu erkân-ı erbaa (dört esas, dört temel direk) ise yekdîğerine (birbirlerine) mütekâbildir (karşılıklıdır, zıttır).

Buna binâen (dayanarak) Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de, hilkat-i Âdem'in (İnsanın yaradılışının) beyânı (açıklanması) sadedinde (konusunda) "bi-yedeyy" (iki elimle) ta'bîrini (deyimini) îrâd eyledi (söyledi). Vaktâki (ne zaman ki) Âdem'i (İnsanı) “iki el” ile îcâd eyledi, (yarattı) "bi-yedeyy" (iki elimle) kavliyle (sözleriyle) kendine muzâf (alakalı) kıldığı "iki el" ile onun îcâdına (yaratılmasına) mübâşeret ettiği (başladığı) için, ona "beşer" ismini verdi.  Bu mübâşeret (işe başlamak girişmek) cenâb-ı İlahiye (İlahi zata) lâyık olan (yaraşır) bir vech ile (şekilde) mübâşerettir (başlamadır). Ya'nî esmâ-i mütekâbile (karşılıklı zıt esma) ile onun îcâdına (yapılmasına, yaratılmasına) teveccühdür (yöneliştir).  Ve nefes-i rahmânînin (rahmanın nefesinin) mahmûl (yüklenmiş) olduğu fâiliyyât (etkenlik) ve kabiliyyât (kabul edebilirlik, edilgenlik) sûretleri mecmûunun (toplamının) Âdem'e (İnsana) derci (katılması, sıkıştırılması) sûretiyle (yoluyla, şekliyle) îcâdına (yaratılmasına) teveccühdür (yöneliştir). Ve Âdem'in îcâdına "iki el'' ile mübâşereti (girişmesi, başlaması),  bu nev'-i insânîye (insan ırkına) Hak Teâlâ'nın inâyetinden (lütfundan) nâşi (dolayı) vâkı' oldu (gerçekleşti).  Zîrâ (çünkü) Âdem (İnsan) bu sebeble yed-i vâhide (tek el) ile mahlûk olan mahlûkât-ı sâire (diğer yaratılmışlar) üzerine müfazzal (faziletli, üstün) oldu. Binâenaleyh (nitekim), Âdem'e sücûd (secde etmekten) ve ser-fürûdan (baş eğmekten) istinkâf eden (yüz çeviren, kabul etmeyen) İblîs'e hitâben Hak Teâl"a hazretleri: "İki elim ile halk, (yarattığım) ya'nî esmâ-i mütekâbile (karşılıklı, zıt esma) ile îcâdına teveccüh etmiş (yönelmiş) olduğum Âdem'e secde ve ser-fürû etmekten (baş eğmekten) seni ne şey men' etti (engelledi, yasakladı). Eğer kibir ettin ise bu tekebbürün (büyüklenmen, kibirlik göstermen) muhıkk (haklı, doğru) ve vârid (söylenip uygulanacak şey) değildir. Zîrâ (çünkü) sen yed-i vâhide (tek el) ile mahlûk­sun. Ve sende Âdem (İnsan) gibi, cem'iyyet-i esmâiyyem (bütün esmamın toplamı) yoktur. Bu sebeple sen onun mâ-dûnundasın (altındasın, alt derecesindesin).  Ve eğer kendini secde ile emr olunmayan anâsırdan (unsurlardan) âlî (yüce, yüksek) olan melâikeme (meleklerime) kıyâs ettin (benzettin) ise, sen onlar gibi değilsin. Zîrâ (çünkü) sen nârdan (ateşten) mahlûksun. Ve nâr (ateş) ise unsuriyyâttandır" (unsurlardandır) (Bk. Sad. 38/75). buyurdu. Hak Teâlâ Hazretlerinin bu hitâbdaki (konuşmadaki) "âlîn" ile murâdı, tabîî olmakla berâber, neş'et-i nûriyyesinde (nurundan meydana gelme) unsurî, (öğesel, elementsel) olmaktan zâtiyle âlî (yüksek, yüce) olan melâike-i kirâmdır (büyük meleklerdir) . Ve bunlar bâlâda (yukarda) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere "unsuriyyûnun (unsurdan olanların) fevkınde (üstünde),  yâ'nî ecrâm (cansız dediğimiz cisimler) mâbeynindeki (arasındaki) milyonlarca merhale mesâfe-i fezâda (uzaklıkta yol olan fezada) olan melâike-i tabîiyyûndur. (tabiatle ilgili, tabiate ait meleklerdir) Ve bunlar Âdem'e secde ve ser-fürûya (baş eğmeye) me'mûr (vazifeli) olmadılar. Çünkü unsuriyyât  sâhasıyla alâkaları yoktur.

İmdi insan, envâ'-ı unsuriyyeden (çeşitli unsurlardan) kendisinin gayrisine (kendisinden başkasına), ancak tıynden (çamurdan) beşer (yaratılmış insan) olmasıyla, ya'nî Hak Teâlâ Âdem'in tıynden (çamurdan) halk (yarattı) ve îcâdına (yaratılmasına) "iki el" ile mübâşeret etmesiyle (başlaması, girişmesi ile) fâzıl (üstün) oldu. Şu halde insan, Hak Teâlâ'nın, hilkatine (yaratılışına) "iki el" ile mübâşeret etmediği (girişmediği) bilcümle mevcûdât-ı unsuriyyeden (unsurlardan meydana gelmiş bütün varlıklardan) efdaldir. (daha üstündür) Binâenaleyh (nitekim) insan, mertebede (mertebe bakımından) melâike-i arzıyye ve semâiyyenin (yeryüzündeki ve gökteki meleklerin) fevkındedir (üstündedir).  Ve insan bu sebeble cemâdât (cansız varlıklar) ve nebâtât (bitkiler) ve hayvânât (hayvanlar) ile kuvâ-yı tabîiyyede (tabiat güçlerinde) maddeten (madde ve cisim olarak) tasarruf sâhibidir. Bunların cümlesi (hepsi) Âdem'e (insana) secde ve ser-fürû etti (boyun eğdi) ve etmektedir. Ve ma'nen, ya'nî  ma'rifet (ilim, bilgi) ve tefekkür (düşünebilme yeteneği) i'tibâriyle de (bakımından da) onların cümlesinden (hepsinden) âlîdir (yüksektir, yücedir).

Fakat melâike-i âlûn (yüksek, yüce melekler),  nass-ı İlahi (kesin, açık Kur’an ayetleri) ile bu nev'-i insânîden (insan türünden) hayırlıdır. Ve onlar insana secde ve serfürû etmezler (boyun eğmezler) ve Âdem'in (İnsanın) onlar üzerinde aslâ tasarrufu olamaz. Bunun içindir ki küre-i arzın (dünyanın) muhîtindeki (etrafındaki) havâyı nesîmî (atmosfer) tabakasının, ya'nî unsuriyyât haddinin (unsurların, en küçük elementlerin bulunduğu sınırın) hitâm (bittiği, son) bulduğu sâhadan ileriye geçemez. Ve bu hususta hiçbir vâsıta-i maddiyye (maddi araç) ve unsuriyyeyi (unsurları) isti'mâl (kullanmak) fâide (fayda) vermez. Zîrâ (çünkü) melâike-i âlîn (yüksek melekler),  zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın zatının) envâr-ı cemâlinde (cemalinin nurunda) müheyyemedir (Hakk’ın cemalini müşahededen dolayı hayrete gark olmuş meleklerdir) .  Ve onların neş'etleri nûriyye (nurdan ileri gelmeleri)  ve tabîiyye olduğu (tabiata mensup olmaları) cihetle (bakımından) neş'et-i unsuriyye-i (unsurlardan meydana gelmiş) âdemiyyeden (insan ırkından) evlâdır (daha üstündür).  Fakat onların bu uluviyyeti (yüksekliği, yüceliği) insân-ı hayvâna, (hayvansı insana) ya'nî insân-ı nâkısa (noksan insana) göredir. Çünkü insân-ı hayvânın (hayvansı insanın) hakîkati halkıyyetinde (yaratılmışlığında) ve nûriyyeti (nurluğu) zulmet-i unsuriyesinde (madde karanlığında (madde bedeninde) muhtefî (gizlenmiş) ve müstehlektir (helak, yok olmuştur).  Fakat, envâr-ı cemâl-i Hak'ta (Hakk’ın cemal nurlarında) müheyyem (Hakk’ın cemalini müşahede eden) ve müslehlek (helak, yok) olup bilcümle esmâ-i İlahiyyeye (bütün İlahi esmanın hepsinin) mazhar (göründüğü mahal, yer) olan insân-ı kâmil melâike-i âlînden (yüksek meleklerden) a'lâdır (yücedir).  Ve onun halkıyyeti (yaratılmışlığı) hakkıyyetinde (haklığında) ve zulmet-i unsuriyyesi (maddenin karanlığı, bedeni) nûriyyetinde (nurluğunda) müstehlek (helak, yok) olur. Böyle bir insan, cem'iyyet-i esmâ-i İlahiyye (bütün İlahi esmanın) kuvvetiyle a'lâ (yüksekte) ve esfelde (aşağıda) mutasarrıftır (tasarruf edendir). Binâenaleyh (nitekim), o saâdet-meâb (saadet sahibi) bu kuvvetle aktâr-ı arzıyye ve semâviyyeyi (yerler ve gökler tarafını) mürûr eder (geçer, gider, bir yandan girip diğer yandan çıkar).  Onun için aslâ mevâni' (maniler, engeller) yoktur. Nitekim, âyet-i kerîmede işâret buyrulur: ...................................... (Rahmân, 55/33) Ya'nî "Ey cin ve ins tâifesi (tayfası),  aktâr-ı semâvât ve arzdan (yer ve semalar tarafına) nüfûz etmeğe (geçmeye) kudretiniz varsa, nüfûz edin (geçin)!  Nüfûz edemezsiniz (geçemezsiniz); ancak, sultan, ya'nî kuvvet-i İlahiyye (İlahi kuvvet) ile nüfûz edebilirsiniz (geçebilirsiniz)."  Demek ki her biri birer insân-ı nâkıs (noksan insan) olan Avrupa erbâb-ı fenninin (fenle uğraşan kişilerin) ara sıra Merih'e (Marsa) ve Kamer'e (Aya) sefer tasavvurları (hayalleri), bu halleriyle ile'lebed (sonsuza dek) bir temennîden (dilekten, istekten) ibâret kalacaktır.

İmdi nefes-i İlahinin (Hakk’ın nefesinin) ma'rifetini (hususiyetini bilmeyi) murâd eden (isteyen) kimse, âlemi (evreni) bilsin. Zîra  (çünkü), nefsini bilen kimse, âlemde (evrende) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) Rabb'ini bilir. Ya'nî âlem (evren) o nefes-i rahmânîde (rahmanın nefesinde) zâhir oldu (açığa çıktı) ki, Allah Teâlâ o nefes-i rahmanî ile esmâsında müşâhede ettiği (gördüğü, seyrettiği) kerb (tasa, gam, keder) ve ıztırâbı o esmâdan tenfîs eyledi (üfledi). Zîrâ (çünkü) esmâ  kendi eserlerinin adem-i zûhûrundan (meydana çıkmamış oluşundan) ve zâtta mahbûs (hapis) kaldıklarından dolayı, ıztırâb içinde idiler. Zât-ı mutlak (mutlak Zat, Zat mertebesi) onların bu hallerini kendi zâtında  bulduğu ve müşâhede buyurduğu (gördüğü) cihetle (yönle) rahmeten-li'l-esmâ (esmasına bir rahmet olarak), nefes-i rahmânîsini (rahman olan nefesini) bi'l-irsâl (göndererek) mümtedd kıldı (sürekli kıldı, yaydı).  Ve bu tenfîs (teneffüs),  mahzâ (sadece) nefes-i râhmânî (rahmanın nefesi), esmâ âsârının (eserlerinin) sebeb-i zuhûru (ortaya çıkma sebebi) olduğu için vâkı' oldu (gerçekleşti). Binâenaleyh (nitekim) Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, suver-i esmâiyyesinden (esma suretlerinden) ibâret olan avâlimi (âlemleri), kendi nefes-i rahmânîsinde (rahman olan nefesinde) îcâd etmekle, (yaratmakla) kendi nefesine ihsân (lütuf) eyledi.

İmdi nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) için vâkı' olan (gerçekleşen) ilk eser, ancak bu cenâbda (hazrette, mertebede), yâ'nî esmâ-i İlahiyye hazretinde (İlahi esma mertebesinde (uluhiyet mertebesinde) vâkı' oldu (gerçekleşti).  Ondan sonra emr-i zuhûr (açığa çıkma hususu), son mevcûda varıncaya kadar, tenfîs-i gumûm ile, (sıkıntının neticesi oluşan teneffüs) ya'nî esmâda adem-i zuhûr (açığa çıkmayışı) sebebiyle vâkı' olan (oluşan) kerb (sıkıntı) ve ıztırâbı tenfis (nefes verme) ve izâle (giderme) ile nâzil olarak (inerek) zâil olmadı (bitmedi).  Zîrâ (çünkü) esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) nâmütenâhî (sonsuz) olduğu cihetle onların âsârı (eserleri) dahi nâmütenâhîdir (sonsuzdur) .  Şu halde tecelliyât-ı İlahiyye (İlahi tecelliler) mine'l-ezel-ile'l-ebed (ezelden ebede kadar) münkatı' (arkası kesilmiş) değildir. Ve son mevcûddan maksad arzımıza (dünyamıza) âit olan son mevcûddur. Zîrâ (çünkü) kıyâmet-i kübrâda (büyük kıyamette) bizim âlemimizin (dünyamızın, evrenimizin) sûreti bozulur. Ve âlemimiz (dünyamız, evrenimiz) bozulmakla tecelliyât-ı İlahiyye (İlahi tecelliler) münkatı' olmaz (kesilmez).  Çünkû fezâ-yı lâ-yetenâhîde (sonu olmayan fezada) avâlim-i şehâdiyye-i bî-nihâye (görülen, şehadet edilen âlemlerde sonsuzluk, tükenmezlik) vardır. Bunların efrâdı (fertleri) bir taraftan tekevvün (oluşur) ve diğer taraftan tefessüd etmektedir (bozulmaktadır). Bu babdaki (konudaki) îzâhât (açıklama) gerek mukaddimede (başlangıçta) ve gerek Fass-ı Âdemî'de (adem ile ilgili bölümde) geçdi.

Bâlâdaki (yukarıdaki) .......................... ibâresindeki (cümlesindeki) birinci ........ (sükûn-i fâ ile) "zât" ma'nâsına ve ikinci ........ (feth-i fâ ile) "soluk" ma'nâsına geldiği takdirde ma'nâ-yı ibâre (cümlenin manası): "Allah Teâlâ kendi nefesinde, yâ'nî soluğunda îcâd etmekle (yaratmakta) kendi nefesine, zâtına ihsân (lütuf, iyilik) etti'' sûretinde (şeklinde) olur. Şurrâh-ı kirâmdan (şerh edenlerin büyüklerinden olan) Mevlânâ Câmî ve Yâ'kûb Hân ve Bosnevî Abdullah efendiler hazarâtı (hazretleri) böyle almışlar. Ve Abdülganî Nâblusî ikisini de "fâ"nın fethiyle almıştır. Müraccah olan (terci edilen) birincinin sükûn-i fâ (“fa”nın hareketsiz) ve ikincinin  feth-ı fâ (“fa”nın açılımı) ile olmasıdır. Zîrâ (çünkü) esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) niseb-i zâtiyyedir (zata ait sıfatlardır).  Ve niseb-i zâtiyye (zatın sıfatları) ise zâtın aynıdır. Binâenaleyh (nitekim) esmâya olan ihsân (lütuf, iyilik), zâta âit olur.  Ve Hak suver-i âlemi (alem suretlerini) kendi nefsinde ve zâtında îcâd buyurmuştur (meydana getirmiş, yaratmıştır). Fef hem cidden (iyi anla)!

Şiir:
Nefesin aynında olan her şey, gece karanlığının âhirindeki zav' gibidir (30).

Yukarıda avâlimin (âlemlerin) ve bu avâlim (âlemler) üzerlerindeki suverin (suretlerin) nasıl teşekkül          ettiği (oluştuğu) icmâlen (kısa, özet olarak) beyân edilmiş (anlatılmış) idi.  Erbâb-ı fenne (fenle uğraşanlar) ma'lûm olduğu üzere (bildikleri gibi) fezâ-yı bî-nihâye (sonsuz olan feza) karanlıktır. Künhünün (bütününün, hepinin) idrâki mümkün olmayan Zât-ı           Mutlaka, (sonsuz, sınırsız, kayıtsız Zat) nefes-i rahmânîsini (rahman olan nefesini) tenfîs ettikde (dışarı üflediğinde), o nefes gece karanlığının     âhirinde (ardından) matla'-ı şemsde tahassul eden (güneşin doğması neticesinde ortaya çıkan) hafif ziyâya (ışığa) müşâbih (benzer) bir ziyâ          (ışık) veren sehâbe (bulutlar) sûretinde (şeklinde) mütekâsif (kesifleşmiş, yoğunlaşmış) olur. İşte bilcümle suver-i esmâiyye-i İlahiyye (bütün İlahi esmanın hepsinin) zât-ı nefes-i rahmânî (Zatı, hakikati rahmanın nefesi) olan bu sehâbede mündericdir (bulutların içinde yer almaktadır, derc edilmiştir).  Nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) mümtedd olup (uzayıp, yayılıp) esfele (aşağıya) nüzûl (inmek) ile mütekâsîf oldukça (kesifleştikçe, yoğunlaştıkça) bu sûretler peyderpey (birbirinin ardı sıra) meydân-ı zuhûr ve bürûza gelir (meydana çıkar ve belirir (aşıkar olur). Nitekim: ............................... ya'nî "Allah Teâlâ mahlûkâtı zulmette (karanlıkta) yarattı; sonra onların üzerine nûrundan saçtı" hadîs-i şerîfiyle de bu hakîkate işâret buyrulur. Karanlık fezâda (uzayda) herhangi bir âlemin aslı, teşekkül (şekillenip) ve tekevvün ettiği (oluştuğu) sırada bu beyt-i şerîfteki ma'nânın basâr-ı hissî (göz) ile müşâhedesini (görmeyi) arzû eden, mü'min-i mütefennin (fen alimi olan müminler),  mirsad (dürbün, teleskop) ile fezâdaki sehâbeleri (bulutları) tarassud etsin (gözlemlesin)!  

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-03.05.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail