165. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Ve burhûn ile ilim, gün âhirinde uyuyan kimseye mahsûstur. İmdi o kimse benim dediğimi, nefese delâlet eder, rü'yâ görür(31).

Ya'nî nefes-i rahmânînin (rahmanın nefesinin) hakîkat üzere ma'rifeti (bilinişi), keşf ve ayân (açığa çıkmışlar) ve zevk ve vicdân iledir. Nehâr-i keşf (keşf gündüzü) ise tecellî-i İlahi (İlahi tecelli) güneşinin tulû'uyla (doğmasıyla) zâhir olur. (görünür) Binâenaleyh (nitekim) bilâ-keşf (keşfsiz) yalnız burhân-ı akli (aklın delilleri) ile nefes-i rahmanî hakkında hâsıl olan (oluşan) ilim, keşf gündüzünü, bî-ma'nâ (manasız) kıyl ü kâl (dedikodu) ile geçirip gün âhirinde (sonrasında) nevm-i gaflete (gaflet uykusuna) dalan kimseye mahsûstur. Böyle bir kimse bizim nefes-i rahmânî hakkındaki beyânâtımızı (anlattıklarımızı) nefes-i rahmânîye  delâlet (işaret) eden bir rü'yâ gibi görür.

Ma'lûm olsun ki, keşf iki nevi' (çeşit) üzeredir.  Biri hissî (duyular ile ilgili), diğeri ma'nevîdir. Ta'bir-i diğerle (diğer bir ifade ile) biri âfâkî (objektif, nesnel),  diğeri enfüsîdir (zihinsel, özneldir). Evvelki beyt-i şerîfin şerhinde (açıklamasında) keşf-i fennî (fen ile ilgili buluşlar) dâiresinde nefes-i rahmânî hakkında verilen îzâhât (anlatımlar) keşf-i hissî (duyularla ilgili keşf) ve âfâkî (dışta olan, objektif) nev'indendir (cinsindendir). Bu keşiften terakkî (ilerleme) olundukda keş-i  enfüsî (zihinsel, içteki keşf) hâsıl olur (meydana gelir) ki, zevkî ve vicdânîdir. Her iki keşfe işâreten Kur'ân-ı Kerîm’de .................................... (Fussılet, 41/53) buyrulur. Bu iki beyt-i şerîfte ise, keşfeynden (her iki keşiften) ârî (soyunmuş) olarak, yalnız nazar-ı fikrî (fikri görüş) ile nefes-i rahmânî hakkında hâsıl olan (oluşan) ilmin rü'yâ mesâbesinde (derecesinde) olduğu beyân buyrulur (bildirilir). Velâkin keşf-i hissî (duyularla olan keşf) keşf-i ma'nevî (içsel keşf) gibi değildir. Keşf-i ma'nevî (manevi keşf) sâhibi Hak'tan aslâ gaflette olmaz. Keşf-i hissî (duyularla olan keşf (objektif, nesnel) sâhibi ise, suver-i sâire-i âlemin (diğer âlemlerin suretlerini) müşâhedesiyle (görmesiyle) gaflete düşer. Burhân-ı aklî (akli deliller) ile bilen kimse ise, büsbütün gaflete matmûs (batmış) olup bu ilim ile mağrûr olur (gururlanır).

İmdi onu, "Abese" tilâvetinde her bir gamdan irâha eder (32).

Ya'nî keşf-i hissî (hissi keşf) gibi ayne'l-yakîn (bir şeyi tam, kesin görerek mahiyetini bilmek) ve keşf-i ma'nevî (manevi keşf) gibi hakka'l yakîn mertebelerinde olmayan burhân-ı aklî (aklı deliller) ile nefes-i rahmânî hakkındaki ilm-i yakîn (tam, eksiksiz ilim sahibi olma),  selh-ı nehârda (gündüz sonunda) uyuyan kimseyi ................. (Abese, 80/1) âyet-i kerîmesinin tilâvetinde (okunduğunda) her bir gamdan (dertten) irâha eder (rahatlatır).

Ma'lûm olsun ki ........................................ (Abese, 80/1-4) âyet-i kerîmesinin sebeb-i nüzûlü (iniş sebebi) budur ki: Bir  gün (S.a.v.) Efendimiz, ba'zı müşrikînin (müşriklerin) îmân etmelerine tama'an (arzu ederek) onları kelimât-ı mülâyime (uygun, yumuşak kelimelerle) ve münâsibe ile (münasip bir biçimde) îmâna da'vet buyurmakta idi. O  sırada Abdullah ibn Ümmi Mektûm ismindeki sahâbî geldi; kendisi a'mâ (kör) idi. Şuğl-i Resûlulâh'ı (Resululah’ın meşguliyetini) ve meclisin ahvâlini (durumlarını) müşâhede edemediğinden (göremediğinden): "Ya Resulâllah, bana nasîhat buyur!" diyerek kelâm-ı nebevîyi kat' eyledi (Peygamberimizin sözünü kesti). Bu kat'-ı kelâm (sözünün kesilmesi) (S.a.v.) Efendimiz'e kerîh (çirkin) geldi. Ondan i'râz buyurup (yüz çevirip) daha mühim olan emr-i da'vetle (davet işleriyle) iştigâle (meşgul olmaya) devam buyurdu. Onun üzerine (S.a.v.) Efendimiz'e bu âyet-i itâb (azarlayan ayet) nâzil oldu (indi). Ma'nâ-yı münîfı (yüce manası): “Ona a'mâ geldikde (kör geldiğinde) yüzünü ekşitip çevirdi. Sana ne şey bildirdi?  Belki o müzekkî (temizlenen) ola veyâhut va'z (öğüt) ile mütenassıh (nasihatten istifade eden) ve müntefi' (yararlanan) ola!" Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden (inmesinden) sonra (S.a.v.) Efendimiz ona rast geldikçe: "Merhaba, yâ Abdallah, Rabb'im senin için bana itâb etti" buyurarak (beni azarladı diyerek) gönlünü alırlar idi.

İmdi, bu âyet-i kerîmenin burada vech-i zikri (anlatma şekli) budur ki: Bilcümle suver-i âlem (bütün âlem suretlerinin hepsi) nefes-i rahmânînin imtidâdiyle (uzamasıyla, yayılmasıyla) teseffülünden (yoğunlaşıp aşağı inmesinden) husûle gelmiştir (oluşmuştur). Ve nefes-i rahmânî ise zât-ı mutlakın (kayıtsız, sınırsız zatın) aynıdır. Binâenaleyh (nitekim) suver-i âlemin kâffesi (âlem suretlerinin bütün hepsi) min-haysü'l-hakîka ve'l-bâtın (hakikâti ve batını bakımından) Hak'tır. Ve insan dahi suver-i âlemden (âlem suretlerinden) bir sûret olup, suver-i muhîttiyyesi (etrafını kuşatan, ihata eden suretler) ile gece gündüz münâsebettedir (ilişkidedir). Ba'zan kendi muhîtinde (etrafında) abûs tecelliyâta (somurtkan tecellilere) ve ba'zan beşûş (güler yüzlü, şen) ahvâle (durumlara) müsâdif olur (rastlar). Tecelliyât-ı abûseye müsâdif olduğu (somurtkan tecellilere rastladığı) vakit, fiilen  (fiil olarak) "Abase (yüzünü ekşitti, somurttu) ve tevellâ" (yüzünü çevirdi) sûresini tilâvet (okumak)  ile meşgûldür. Zîrâ (çünkü) hey'et-i mecmûa-i âlem (evrenin bütün toplamı) Kur'ân-ı fiilîdir (Kur’an fiilleridir).  Gerek mü'min ve gerek kâfir mâdemki bu âlem (evren) içindedir, fiilen (fiil olarak) tilâvet-i Kur'ân (Kur’an’ı okumak) ile meşgûldür. Velâkin bu tilâvetten (okuduklarından) gaflettedirler. Binâenaleyh (nitekim) avâlimin kıvâmı (âlemlerin direği, duruşu) nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi) ile olduğunu burhân-ı aklî (akli deliller) ile bilen kimse, böyle tecelliyât-ı abûseye müsâdif oldukda, (somurtkan tecellilere rastladığında) nereden geldiğini bilir ve bu ilim kendisinin ıztırâbına râhat-bahş  olur (rahatlık verir, rahatlatır).

Biraz daha îzâh edelim (açıklayalım). Meselâ burhân-ı aklî (akli deliller) ile nefes-i rahmânîyi  bilen kimse amâ-yı çeşm-i âkla (akıl körlüğüne) mübtelâ (tutulmuş) olan bir kimseden sû'-i muâmele (kötü muamele) görür. Onun bu muâmelesine karşı yüzünü ekşitip ondan i'râz eder (yüz çevirir). İşte bu sırada "Abese (yüzünü ekşitti) ve tevellâ" (yüz çevirdi) âyet-i kerîmesini fiilen (gerçekte işleyerek) tilâvet etmiş (okumuş) bulunur. Fakat bu ilim ile bilir ki, kendisine sû'-i muâmele (kötü muamele) eden kimsenin sûreti ve kezâ (böylece) sûret-i muâmele (muamele tarzı) nefes-i rahmânîden mütevelliddir (ileri gelmektedir).  Bu burhân-ı aklî (akli delil) ile Hakk'a teveccüh (yöneliş) ve âyet-i kerîmenin mâ-ba'diyle (daha sonraki) amele (işine) sa'y (çalışıp, gayret) edip, o kimseye kavl-i leyyin (yumuşak sözler) ile mukâbele (karşılık verir) ve nâsîhat eder. Ve bu ilim sâyesinde gönlü müsterîh olur. Hakka'l-yakîn mertebesini var kıyâs et (karşılaştır)!

Ve ateş talebinde gelen kimseye muhakkak tecellî etti. İmdi onu ateş gördü. Halbuki o mülûkte ve aseste nûr idi (33).

Ya'nî muhakkak Hak Teâlâ hazretleri, ısınmak için ateş talebinde bulunan (isteyen) Musâ (a.s.)’a ağaçtan ateş sûretinde tecellî edip (belirip) ap-âşikâre .............. (Kasas, 28/30) diye hitâb buyurdu. Mûsâ (a.s.), o tecellî eden (beliren) şeyi, hitâbdan (konuşmadan) mukaddem (önce), ateş gördü. Halbuki o şey mülûkte (hükümdarlıkta) ve aseste (bekçilikte), ya'nî âlîde (yüksekte) ve sâfilde, (aşağıda) zâhir olan (görülen) nûr idi. Zîrâ (çünkü) emr-i tecellî (tecelli hususu) bilcümle suver-i âlemi muhît (bütün alem suretlerini ihata etmiş, kuşatmış) ve cümle suver (bütün suretler) için "heyûlâ" (ilk cevher) olan nefes-i rahmânî ile vâkı' oldu (oluştu) ki, suver-i ulviyye ve süfliyye (yüksek ve alçak olan suretler) onun tekâsüfünden (kesifleşmesinden, yoğunlaşmasından) husûle gelmiştir (oluşmuştur). Nefes-i rahmânî zâttan sâdır (çıkan) ve yine zâtta mümtedd olduğu (uzadığı, yayıldığı)        cihetle zâtın aynî olduğundan, ağaçtan zâhir olan (görülen) ateş sûretinden      ................... (Kasas, 28/30) hitâbının (sözlerinin) sudûru (çıkışı) müsteb'ad  (olmayacak şey) değildi

İmdi eğer sen benim makâlemi anladınsa, bilirsin ki muhakkak sen fakîrsin (34):

Ya'nî Hak Teâlâ'nın ayn-ı zâtı (zatının aynı) olan nefes-i rahmânîsiyle (rahman olan nefesiyle) mezâhir-i  ulviyye ve süfliyyede (ulvi ve sufli görüntü mahallerinde) zâhir olduğuna (göründüğüne) dâir bulunan makâlemi (yazdıklarımı) anladın ve zevkine vardın ise bilirsin ki, sen fakîr ve müflissin (iflas etmişsin). Zîrâ (çünkü) senin  vücûdun nefes-i rahmânîde (rahmanın nefesinde) zâhir (açığa çıkan, görülen) ve müteayyin olan (beliren) bir sûrettir. Ve sen kendi vücûdunla kendi vücûdunda mevcûd değilsin.

Eğer bunun gayrini taleb eder olaydı, elbette ona onda görürdü ve yüz çevirmez idi, (35).

Ya'nî Mûsâ (a.s.) eğer ateşten başka bir şeye muhtaç olup da onu taleb ede (istese) idi, elbette ayn-ı zât (zatının aynı) olan nefes-i rahmânîyi o muhtaç olduğu şeyin sûretinde görür ve ondan rû-gerdân (yüz çeviren) olmaz idi. Hak Teâlâ'nın cenâb-ı Mûsâ'nın muhtaç olduğu ateş sûretindeki tecellîsine (belirmesine) dâir olan îzâhat (geniş açıklama) Fass-ı Mûsevî'de (Musevi bölümünde) îzâh olunacaktır. (anlatılacaktır).

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-10.05.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail