BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Ve burhûn
ile ilim, gün âhirinde uyuyan kimseye mahsûstur. İmdi o kimse
benim dediğimi, nefese delâlet eder, rü'yâ görür(31).
Ya'nî
nefes-i rahmânînin (rahmanın
nefesinin) hakîkat üzere ma'rifeti
(bilinişi),
keşf ve ayân (açığa
çıkmışlar) ve zevk ve vicdân iledir. Nehâr-i keşf
(keşf gündüzü) ise tecellî-i
İlahi (İlahi tecelli)
güneşinin tulû'uyla (doğmasıyla)
zâhir olur. (görünür)
Binâenaleyh (nitekim)
bilâ-keşf (keşfsiz)
yalnız burhân-ı akli (aklın
delilleri) ile nefes-i rahmanî hakkında hâsıl olan
(oluşan) ilim, keşf
gündüzünü, bî-ma'nâ (manasız)
kıyl ü kâl (dedikodu)
ile geçirip gün âhirinde (sonrasında)
nevm-i gaflete (gaflet
uykusuna) dalan kimseye mahsûstur. Böyle bir kimse
bizim nefes-i rahmânî hakkındaki beyânâtımızı
(anlattıklarımızı) nefes-i
rahmânîye delâlet (işaret)
eden bir rü'yâ gibi görür.
Ma'lûm olsun
ki, keşf iki nevi' (çeşit)
üzeredir. Biri hissî (duyular
ile ilgili),
diğeri ma'nevîdir. Ta'bir-i diğerle
(diğer bir ifade ile) biri âfâkî
(objektif, nesnel),
diğeri enfüsîdir
(zihinsel, özneldir).
Evvelki beyt-i şerîfin şerhinde
(açıklamasında) keşf-i fennî
(fen ile ilgili buluşlar)
dâiresinde nefes-i rahmânî hakkında verilen îzâhât
(anlatımlar) keşf-i hissî
(duyularla ilgili keşf) ve
âfâkî (dışta olan, objektif)
nev'indendir (cinsindendir).
Bu keşiften terakkî
(ilerleme) olundukda keş-i enfüsî
(zihinsel, içteki keşf) hâsıl
olur (meydana gelir) ki,
zevkî ve vicdânîdir. Her iki keşfe işâreten Kur'ân-ı Kerîm’de
.................................... (Fussılet, 41/53) buyrulur.
Bu iki beyt-i şerîfte ise, keşfeynden
(her iki keşiften) ârî
(soyunmuş) olarak, yalnız
nazar-ı fikrî (fikri görüş)
ile nefes-i rahmânî hakkında hâsıl olan
(oluşan) ilmin rü'yâ
mesâbesinde (derecesinde)
olduğu beyân buyrulur (bildirilir).
Velâkin keşf-i hissî
(duyularla olan keşf) keşf-i ma'nevî
(içsel keşf) gibi değildir.
Keşf-i ma'nevî (manevi keşf)
sâhibi Hak'tan aslâ gaflette olmaz. Keşf-i hissî
(duyularla olan keşf (objektif, nesnel)
sâhibi ise, suver-i sâire-i âlemin
(diğer âlemlerin suretlerini)
müşâhedesiyle (görmesiyle)
gaflete düşer. Burhân-ı aklî
(akli deliller) ile bilen kimse ise, büsbütün gaflete
matmûs (batmış) olup bu
ilim ile mağrûr olur (gururlanır).
İmdi onu,
"Abese" tilâvetinde her bir gamdan irâha eder (32).
Ya'nî keşf-i
hissî (hissi keşf) gibi
ayne'l-yakîn (bir şeyi tam, kesin
görerek mahiyetini bilmek) ve keşf-i ma'nevî
(manevi keşf) gibi hakka'l
yakîn mertebelerinde olmayan burhân-ı aklî
(aklı deliller) ile nefes-i
rahmânî hakkındaki ilm-i yakîn (tam,
eksiksiz ilim sahibi olma),
selh-ı nehârda
(gündüz sonunda) uyuyan
kimseyi ................. (Abese, 80/1) âyet-i
kerîmesinin tilâvetinde (okunduğunda)
her bir gamdan (dertten)
irâha eder (rahatlatır).
Ma'lûm olsun
ki ........................................ (Abese, 80/1-4)
âyet-i kerîmesinin sebeb-i nüzûlü
(iniş sebebi) budur ki: Bir gün (S.a.v.) Efendimiz,
ba'zı müşrikînin (müşriklerin)
îmân etmelerine tama'an (arzu
ederek) onları kelimât-ı mülâyime
(uygun, yumuşak kelimelerle)
ve münâsibe ile (münasip bir biçimde)
îmâna da'vet buyurmakta idi. O sırada Abdullah ibn
Ümmi Mektûm ismindeki sahâbî geldi; kendisi a'mâ
(kör) idi. Şuğl-i Resûlulâh'ı
(Resululah’ın meşguliyetini)
ve meclisin ahvâlini (durumlarını) müşâhede edemediğinden
(göremediğinden):
"Ya Resulâllah, bana nasîhat buyur!" diyerek kelâm-ı
nebevîyi kat' eyledi (Peygamberimizin
sözünü kesti).
Bu kat'-ı kelâm (sözünün kesilmesi)
(S.a.v.) Efendimiz'e kerîh
(çirkin) geldi. Ondan i'râz buyurup
(yüz çevirip) daha mühim olan emr-i da'vetle
(davet işleriyle) iştigâle
(meşgul olmaya) devam
buyurdu. Onun üzerine (S.a.v.) Efendimiz'e bu âyet-i itâb
(azarlayan ayet) nâzil oldu
(indi).
Ma'nâ-yı münîfı (yüce
manası): “Ona a'mâ geldikde
(kör geldiğinde) yüzünü
ekşitip çevirdi. Sana ne şey bildirdi? Belki o müzekkî
(temizlenen) ola veyâhut va'z
(öğüt) ile mütenassıh
(nasihatten istifade eden) ve
müntefi' (yararlanan)
ola!" Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden
(inmesinden) sonra (S.a.v.) Efendimiz ona rast
geldikçe: "Merhaba, yâ Abdallah, Rabb'im senin için bana itâb
etti" buyurarak (beni azarladı
diyerek) gönlünü alırlar idi.
İmdi, bu
âyet-i kerîmenin burada vech-i zikri
(anlatma şekli) budur ki: Bilcümle suver-i âlem
(bütün âlem suretlerinin hepsi)
nefes-i rahmânînin imtidâdiyle
(uzamasıyla, yayılmasıyla) teseffülünden
(yoğunlaşıp aşağı inmesinden)
husûle gelmiştir (oluşmuştur).
Ve nefes-i rahmânî ise zât-ı mutlakın
(kayıtsız, sınırsız zatın)
aynıdır. Binâenaleyh (nitekim)
suver-i âlemin kâffesi (âlem
suretlerinin bütün hepsi) min-haysü'l-hakîka
ve'l-bâtın (hakikâti ve batını
bakımından) Hak'tır. Ve insan dahi suver-i âlemden
(âlem suretlerinden) bir
sûret olup, suver-i muhîttiyyesi
(etrafını kuşatan, ihata eden suretler) ile gece
gündüz münâsebettedir (ilişkidedir).
Ba'zan kendi muhîtinde
(etrafında) abûs tecelliyâta
(somurtkan tecellilere) ve
ba'zan beşûş (güler yüzlü, şen)
ahvâle (durumlara)
müsâdif olur (rastlar).
Tecelliyât-ı abûseye müsâdif olduğu
(somurtkan tecellilere rastladığı)
vakit, fiilen (fiil
olarak) "Abase (yüzünü
ekşitti, somurttu) ve tevellâ"
(yüzünü çevirdi) sûresini
tilâvet (okumak) ile
meşgûldür. Zîrâ (çünkü)
hey'et-i mecmûa-i âlem (evrenin bütün
toplamı) Kur'ân-ı fiilîdir
(Kur’an fiilleridir).
Gerek mü'min ve gerek kâfir
mâdemki bu âlem (evren)
içindedir, fiilen (fiil olarak)
tilâvet-i Kur'ân (Kur’an’ı
okumak) ile meşgûldür. Velâkin bu tilâvetten
(okuduklarından)
gaflettedirler. Binâenaleyh (nitekim)
avâlimin kıvâmı (âlemlerin
direği, duruşu) nefes-i rahmânî
(rahmanın nefesi) ile
olduğunu burhân-ı aklî (akli
deliller) ile bilen kimse, böyle tecelliyât-ı abûseye
müsâdif oldukda, (somurtkan
tecellilere rastladığında) nereden geldiğini bilir ve
bu ilim kendisinin ıztırâbına râhat-bahş olur
(rahatlık verir, rahatlatır).
Biraz daha
îzâh edelim (açıklayalım).
Meselâ burhân-ı aklî (akli
deliller) ile nefes-i rahmânîyi bilen kimse amâ-yı
çeşm-i âkla (akıl körlüğüne)
mübtelâ (tutulmuş)
olan bir kimseden sû'-i muâmele (kötü
muamele) görür. Onun bu muâmelesine karşı yüzünü
ekşitip ondan i'râz eder (yüz
çevirir). İşte
bu sırada "Abese (yüzünü ekşitti)
ve tevellâ" (yüz çevirdi)
âyet-i kerîmesini fiilen
(gerçekte işleyerek) tilâvet etmiş
(okumuş) bulunur. Fakat bu ilim ile bilir ki,
kendisine sû'-i muâmele (kötü
muamele) eden kimsenin sûreti ve kezâ
(böylece) sûret-i muâmele
(muamele tarzı) nefes-i
rahmânîden mütevelliddir (ileri
gelmektedir). Bu
burhân-ı aklî (akli delil)
ile Hakk'a teveccüh (yöneliş)
ve âyet-i kerîmenin mâ-ba'diyle
(daha sonraki) amele
(işine) sa'y
(çalışıp, gayret) edip, o
kimseye kavl-i leyyin (yumuşak
sözler) ile mukâbele
(karşılık verir) ve nâsîhat eder. Ve bu ilim
sâyesinde gönlü müsterîh olur. Hakka'l-yakîn mertebesini var
kıyâs et (karşılaştır)!
Ve ateş
talebinde gelen kimseye muhakkak tecellî etti. İmdi onu ateş
gördü. Halbuki o mülûkte ve aseste nûr idi (33).
Ya'nî
muhakkak Hak Teâlâ hazretleri, ısınmak için ateş talebinde
bulunan (isteyen) Musâ
(a.s.)’a ağaçtan ateş sûretinde tecellî edip
(belirip) ap-âşikâre
.............. (Kasas, 28/30) diye hitâb buyurdu. Mûsâ (a.s.), o
tecellî eden (beliren)
şeyi, hitâbdan (konuşmadan)
mukaddem (önce),
ateş gördü. Halbuki o şey mülûkte
(hükümdarlıkta) ve aseste
(bekçilikte),
ya'nî âlîde (yüksekte)
ve sâfilde, (aşağıda)
zâhir olan (görülen)
nûr idi. Zîrâ (çünkü)
emr-i tecellî (tecelli
hususu) bilcümle suver-i âlemi muhît
(bütün alem suretlerini ihata etmiş,
kuşatmış) ve cümle suver
(bütün suretler) için "heyûlâ"
(ilk cevher) olan nefes-i
rahmânî ile vâkı' oldu (oluştu)
ki, suver-i ulviyye ve süfliyye
(yüksek ve alçak olan suretler)
onun tekâsüfünden
(kesifleşmesinden, yoğunlaşmasından) husûle
gelmiştir (oluşmuştur).
Nefes-i rahmânî zâttan sâdır
(çıkan) ve yine zâtta mümtedd
olduğu (uzadığı, yayıldığı)
cihetle zâtın aynî olduğundan, ağaçtan zâhir olan
(görülen) ateş sûretinden
................... (Kasas, 28/30) hitâbının
(sözlerinin) sudûru
(çıkışı) müsteb'ad
(olmayacak şey)
değildi
İmdi eğer
sen benim makâlemi anladınsa, bilirsin ki muhakkak sen fakîrsin
(34):
Ya'nî Hak
Teâlâ'nın ayn-ı zâtı (zatının aynı)
olan nefes-i rahmânîsiyle
(rahman olan nefesiyle) mezâhir-i ulviyye ve
süfliyyede (ulvi ve sufli görüntü
mahallerinde) zâhir olduğuna
(göründüğüne) dâir bulunan
makâlemi (yazdıklarımı)
anladın ve zevkine vardın ise bilirsin ki, sen fakîr ve
müflissin (iflas etmişsin).
Zîrâ (çünkü)
senin vücûdun nefes-i rahmânîde
(rahmanın nefesinde) zâhir
(açığa çıkan, görülen) ve
müteayyin olan (beliren)
bir sûrettir. Ve sen kendi vücûdunla kendi vücûdunda mevcûd
değilsin.
Eğer
bunun gayrini taleb eder olaydı, elbette ona onda görürdü ve yüz
çevirmez idi, (35).
Ya'nî Mûsâ
(a.s.) eğer ateşten başka bir şeye muhtaç olup da onu taleb ede
(istese) idi, elbette
ayn-ı zât (zatının aynı)
olan nefes-i rahmânîyi o muhtaç olduğu şeyin sûretinde görür ve
ondan rû-gerdân (yüz çeviren)
olmaz idi. Hak Teâlâ'nın cenâb-ı Mûsâ'nın muhtaç olduğu ateş
sûretindeki tecellîsine (belirmesine)
dâir olan îzâhat (geniş
açıklama) Fass-ı Mûsevî'de
(Musevi bölümünde) îzâh
olunacaktır. (anlatılacaktır).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-10.05.2005
http://sufizmveinsan.com
|