166. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Ve ammâ bu Kelime-i Îseviyye, vaktâki Hak için .................... makâmında kâim oldu, ona nisbet olunan şeyden, ilm-i evveli ile berâber, o Hak mıdır, yoksa değil midir? Bu emir, vâkı' oldu mu, yoksa olmadı mı? İstifhâm etti. İmdi ona dedi: "Beni ve vâlidemi Allâh'ın gayri olarak iki ilâh ittihâz edin diye nâsa sen mi söyledin ?" (Mâide, 5/116) Böyle olunca müstefhim için, edebde cevap lâzımdır. Zîrâ vaktâki, onun için bu makamda ve bu sûrette tecellî etti; hikmet, ayn-ı cem' ile tefrikada cevâbı iktizâ eyledi. Binâenaleyh dedi: ................ "Seni tenzîh ederim" ve tenzîhi takdîm etti. Şu halde muvâcehe  ve hitâbı iktizâ eden "kâf" ile tahdîd eyledi. ................. "Bana lâyık olmaz", Sensiz nefsim için enâniyetim haysiyyetinden ...................... "Hakkım olmayan şeyi söylemekliğim", yanî Hüviyyetimin ve zâtımın iktizâ  ettiği şeyi ....................... "Eğer ben onu söyledim ise, onu bilirsin". Zirâ, söyleyen sensin. Ve bir emri kâil olan kimse, muhakkak söylediğini bilir. Ve sen lİsansın ki, ben onunla tekellüm ederim. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) haber-i İlâhîde bize Rabb'inden ihbâr edip ..................... "Ben onun tekellüm ettiği lisânı olurum" buyurdu. Böyle olunca kendi hüviyyetini mütekellimin ayn-ı lisânı kıldı ve kelâmı da abdine nisbet etti. Ba'dehû abd-i sülih .............................. "Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin ve ben, onda olan şeyi bilmem" kavliyle tetmîm etti. Böyle olunca ilmi, hüviyyet-i Îsâ'dan nefy etti,· onun hüviyyeti olduğu haysiyyetten, onun kâil ve zû-eser olması haysiyyetinden değil. ................................ (Mâide, 5/116) "Muhakkak sen mübâlağa ile gaybleri bilicisin. "Binâenaleyh beyânı  te'kîden ve ona i'timâden fasl ve imâdı getirdi. Zîrâ gaybı ancak O bilir. İmdi tefrîk etti, cem' etti; tevhîd etti, teksîr etti; tevsî etti ve tazyîk etti (36).

Ya'nî bu kelime-i Îseviyye, (İsa kelimesi) vaktâki (ne zaman ki) Hak Teâlâ için ........................... makâmında, ya'nî makâm-ı imtihân ve ihtibârda (deneme ve imtihan makamında) kâim (mevcut) oldu, kullarından ba'zılarının cenâb-ı Îsâ'ya nisbet ettikleri (ilişkili kıldıkları) ulûhiyyeti (Allah’lığı), Hak Teâlâ hazretleri ilm-i Zâtî ve ezelîsiyle (kendi ezeli ilmi,ilim sıfatı ile) bildiği halde, bu nisbet (ilişkili kılma) hak mıdır, değil midir? Ve nisbet emri (ilişkili kılma hususu) vâkı' oldu mu, (gerçekleşti mi) olmadı mı (gerçekleşmedi mi)?  Cenâb-ı Îsâ'dan sordu. Kelime-i Îseviyye'nin (İsa kelimesinin) makâm-ı imtihanda (imtihan makamında) kâim (mevcut) olması vücûh-i adîde ile (birçok bakımdan) zâhirdir (açıktır, görülür). Evvelâ sûret-i tekevvünü (suretinin meydana gelmesi) bir bâkirede oldu. Binâenaleyh (nitekim) nâsın (insanların) bir kısmı inkâr edip, “hâşâ zinâdan oldu” dediler. Sâniyen (ikinci olarak) ölüyü diriltti, anadan doğma körlerin gözünü açtı; ulûhiyyet isnâd ettiler (atfettiler, uluhiyeti ona mal ettiler). Sâlisen (üçüncü olarak), Yahûdierin sû'-i kasdinde (öldürmeye teşebbüs ettiklerinde), cism-i mer'îsi (görülen cismi, bedeni), bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, ecsâm-ı sâireye (diğer cisimlere (bedenlere) benzemedi; katlinde (öldürülmesinde) mütereddid (kararsızlık (şüphe) içinde) kaldılar. Demek ki, Hak Teâlâ Kelime-i Îseviyye'yi (İsa kelimesini) kendisi için makâm-ı ihtibârda (imtihan makamında) kâim (mevcut) kıldı ve "ihtibâr" ilm-i zevkîdir.

"Hattâ na'leme ve ya'leme" kavliyle (sözleriyle) ........................ (Muhammed, 47/31) âyet-i kerîmesine işâret buyrulur. Kurrâ-i seb'a (Kur’an-ı Kerim’i yedi kırâat üzerine okuyan, kırâat alimleri) bu âyet-i kerîmedeki ....... kelimesini "nûn" ile okurlar. Ve kurrâdan (kur’an-ı Kerim-i yedi kırâat ve on rivayet dahilinde okuyan üstad hafızlardan)  Ebû Bekir Şu'be eimme-i kurrâdan (yedi kırâat üzere okuyan imamlardan) bulunan Âsım'dan rivâyeten ............................. kırâat etmiştir (okumuştur).  Binâenaleyh (nitekim) cenâb-ı Şeyh (r.a.) "hattâ na'leme ve ya'leme" ibâresiyle (cümlesiyle) bu iki kırâatle (okuyuşla) bu âyet-i kerîmeye işâret buyurmuştur. Ve bu âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı münîfi (yüce manası) hakkındaki îzâhât (açıklamalar) Fass-ı Şîsî'de (“Şisi” bölümünde) murûr etmiş (geçmiş) ve o sırada "ilm-i Zâtî" (Zatına ait ilim) ile "ilm-i esmâî ve sıfâtî" (esma ve sıfatlarına ait ilim) arasındaki fark gösterilmiş olduğundan burada tekrârına lüzûm görülmedi.

İşte Kelime-i Îseviyye (İsa kelimesi yani Hz. İsa a.s. (Allah katında her mevcut, Allah’ın kelimesidir) makâm-ı imtihân ve ihtibârda (deneme ve imtihan makamında) kâim (mevcut) olduğu için Hak Teâlâ, kendisine nisbet olunan (atıfta bulunulan) ulûhiyyeti da'vâ ' (iddia) edip etmediğini cenâb-ı Îsâ'dan istifhâm edip (sorup öğrenmek istedi) buyurdu (dedi) ki: "Beni ve anamı Allâh'ın gayri (Allah’tan başka) olarak iki ilâh ittihâz (kabul) edin diye nâsa (insanlara) sen mi söyledin?"  (Mâide, 5/ 116) Ya'nî  sana nisbet olunan (atıfta bulunulan) emr-i ulûhiyyet (uluhiyet hususu) nefs-i emrde (gerçekte) sâbit midir (mevcut mudur) ve bu söz senden sâdır mıdır, (çıkmış mıdır) değil midir? (çıkmamış mıdır) İmdi suâle (soruya) karşı cevap vermek muktezâ-yı edeb (edebin gereği) olduğundan, cenâb-ı Îsâ'nın dahi edebe riâyeten (edebe uyarak), müstefhim olan (soru sorup öğrenmek isteyen) Hak için cevap vermesi lâzım geldi. Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ cenâb-ı  Îsâ'ya makâm-ı tefrikada (ikilik, fark makamında) ve sûret-i istifhamda (soru sorup öğrenme şekliyle) tecellî etti (belirdi).  Ve "Ente" (sen) hitâbıyla (demekle) ayn-ı cem'de (her şeyin tek hakikat olduğu, teklik makamından) Îsâ'yı ayırdı: Hikmet dâhi, ayn-ı cem' (teklik) ile tefri    kada (farkta) cevâbı iktizâ ettiğinden (gerektirdiğinden) Hz. Îsâ dahi öyle yapıp, böylece cevap verdi ve dedi: "Sübhâneke" "Seni tenzîh ederim" ve söze evvelen "tenzîh" ile başladı. Şu halde muvâcehe (yüz yüze) ve hitâbı (söz söylemeyi, konuşmayı) iktizâ eden (gerektiren) "Sübhâneke" kelimesinin "kâf'ı ile Hakk'ı tahdîd etti (sınırladı). Zîrâ (çünkü) "Sen" deyince onun mukâbili (karşılığı) "ben" gelir. Ve bi't-tabi' (tabii olarak) "Sen" ile "ben"in hudûdu (sınırı) ayrıdır. Binâenaleyh (nitekim) tahdîd (sınırlama) olur. Ve "tenzîh"in tahdîd (tayin etme, sınırlama) olduğu Fass-ı Nûhî (Nuh bölümü) ile Fass-ı Hûdî'de (Hud bölümünde) murûr etti (geçti).

.............. (Mâide, 5/116) "Bana lâyık olmaz", ya'nî enâniyyetim (benliğim) ve taayyünüm (belirmem, meydan çıkmam, vücudum) ile Sen'den infırâdım (yalnız, ayrı olmam) haysiyyetiyle (dolayısıyle), hakkım olmayan sözü söylemek nefsime lâyık olmaz.  Ya'nî hüviyyetimin (hakikâtimin) ve zâtımın iktizâ etmediği (gerektirmediği) sözü söylemek hakkım değildir. Zîrâ (çünkü) benim hüviyyetim (hakikâtim) ve zâtım ubûdiyyed (kulluğu) iktizâ eder (gerektirir):  Ulûhiyyet ise, zâtına mahsûstur. Ubûdiyyetle (kullukla) muttasıf olan (vasıflanan) kimse nasıl iddiâ-yı ulûhiyyet edebilir (uluhiyet iddiasında bulunabilir)?  ..................... “Eğer ben onu söyledim ise, sen onu bilirsin.” Zîrâ (çünkü) benim vücûdum, vücûd-ı hakîkîne (hakiki vücuduna) muzâf (bağlı) bir vücûddur. Ve vücûd-i izâfimde (göreli vücudumda),  hayat, ilim, sem' (işitme) basar (görme) ve kelâm gibi ne kadar sıfat mevcûd ise, cümlesi (bütün hepsi) senin bu sıfatlarının pertevi (ışığı) ve aksidir (yansımasıdır).  Ve benim vücûdum senin mertebe-i imkânda (olabilirlik mertebesinde (vahidiyet mertebesinde) benim sûretimde zuhûrun (ortaya çıkışın) ve taayyününden (belirmenden, şekillenmenden) ibârettir. Binâenaleyh (nitekim) benden söyleyen' Sen'sin. Ve bir kimse bir şey söylemiş olsa, muhakkak söylediğini bilir. Ve sen benim lisânımsın ki, ben o lİsanla tekellüm ederim (konuşurum).

İmdi bu tarz (biçimde) tefsîr (izah), Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in hadîs-i kudsîde bize Rabb'inden ihbâren (haber vererek):   ......................... "Ben onun tekellüm ettiği (konuştuğu) lisânı (dili) olurum" buyurmasıyla sâbittir (mevcuttur).  Ve bu hadis-i şerîfin tafsîli (geniş açıklamaları) diğer fasslarda (bölümlerde) bi'd-defeât (defalarca) murûr etti (geçti).  Bu hadîs-i kudsîde (kudsi hadiste) Hak Teâlâ, vûcud-i Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) müstehlek (tükenmiş, bitmiş) olan kurb-i ferâiz mertebesindeki (farzlarla olan yakınlık neticesinde bulunduğu mertebede (kulun zatının Hakk’ın Zat’ında yok olduğu mertebede) abdinin (kulunun) hîn-i tekellümünde, (konuşması sırasında) kendi hüviyyetini (hakikâtini, Zat’ını) onun lisânının aynı kıldı ve fakat kelâmı abde (kulun sözlerine) nisbet buyurdu (ilişkili, bağıntılı yaptı). Bu'dehû (daha sonra) abd-i sâlih (salih kul) olan İsâ (a.s.) ........................... "Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin ve ben nefsimde olan şeyi bilmem'' kavliyle (sözleriyle) cevâbını itmâm eyledi (tamamladı). Ya'nî benim hüviyyetim (hakikâtim, zatım) Sen'den ibâret olduğu ve benim nefs-i müteayyinim (meydana çıkmış nefsim) Senin zâhirin (dış görünüşün) bulunduğu cihetle (bakımından),  Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin.  Ve nefsimin bâtını (ruhu) ve hüviyyeti (hakikâti) Sen olduğun için ben nefsimde olan " şeyi bilmem. Zîra (çünkü) "hüviyyet"ini (Zatını) ancak Sen bilirsin ve Sen'in hüviyyetini (Zat’ını) ben aslâ bilemem. Çünkü o hüviyyet (Zat) gaybü'l-gaybdir (gayblerin gaybıdır, gizlilerin gizlisidir) ve ebtan-ı butûndur (gizlilerin en gizlisidir).  Böyle olunca, lisân-ı Îsâ (İsa’nın dili) ile mütekellim olan (konuşan) Hak, Îsâ'nın hüviyyetinden (zatından) ilmi nefy etti (kaldırdı, uzaklaştırdı).  Ve bu nefy-i ilm (ilmin kalmayışı), Hak İsâ'nın hüviyyeti (hakikâti) olduğu haysiyyetten (olduğundan dolayı) vâkı' oldu (gerçekleşti); yoksa Îsa kâil (söyleyen) ve zû-eser (eser sahibi) olduğu haysiyyetten (olduğundan dolayı) vâkı' olmadı

(oluşmadı).

Kur'ân-ı Kerîm'de ..................................... / (Maide, 5/116) vâ­rid olduğu (vahiy) geldiği) halde, cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in ...................... sûretinde (şeklinde) îrâdı (söylemesi), nefs-i Îsâ (İsa’nın nefsi), nefs-i Hakk'ın (Hakk’ın nefsinin) aynı olduğundan dolayıdır. .......................... "Ben senin nefsinde olan şeyi bilmem" sözü cenâb-ı Îsâ'nın (İsa a.s.’ın) nefs-i Hak'ta (Hakk’ın nefsinde) olan şeyi bilmediğini ifâde eder. ...................... "Ben onda olan şeyi bilmem" kavli (sözleri) ise, .......... zamîrinin  ........... ibâresindeki (cümlesindeki) ......... kelimesine râci' (ait, ilgili) olması hasebiyle, cenâb-ı Îsâ'nın (İsa a.s.’ın) kendi nefsinde olan şeyi bilmediğini gösterir. Zîrâ (çünkü) nefs-i Îsâ (İsa’nın nefsi) Hakk'ın nefsidir; ve Hakk'ın nefsinde olan şeyi Hak'tan-gayri (başka) kimse bilmez. Onun için cenâb-ı Îsâ, (İsa a.s.’ ın) kendi nefsinde olan şeyden ilmi nefy etti (kaldırdı, olumsuzlaştırdı).  .......................... (Mâide; 5/116) "Muhakkak, mûbâlağa ile (çok fazla, aşırı olarak) guyûbu (gaybleri, gizlileri) bilen Sen'sin, Sen." Ya'nî cenâb-ı Îsâ (İsa a.s.)  hitâb-ı cevâbîsinde (konuşmasında cevap olarak) ........ dedikten sonra; bir de ......... kelimesini isti'mâl etti (kullandı).  Çünkü, bu cevâbı ayn-ı cem'de (toplanmış zatta, teklik makamında) "tefrika" (fark, ikilik) üzerine idi. İşte ayn-ı cem'de "fark" beyânını (bildirisini) te'kîden (tekrarlayarak) ve ona i'timâden (dayanarak) ........ den sonra ......... kelimesi getirdi ki "Gaybleri bilen ancak Sen'sin, Sen!" demek idi. Zîrâ (çünkü) gerek cem'de (toplanmış, cem olmuş (tekte) ve gerek farkda (ikilikte) gaybleri (gizli olanları) bilen ancak Allah Teâlâ'dır. Böyle olunca cenâb-ı Îsâ, ........... deyip Hakk'ı tenzîh etmekle (bütün varlıklardan beridir, münezzehdir demekle),  kendisiyle Hakk'ı tefrîk etti (ayırdı) . .............................. "Eğer ben dedim ise, onu Sen bilirsin" demekle kendisini ve Hakk'ı cem' eyledi (topladı, birledi) ve tevhîd (bir) etti. Ve ................................. (Mâide, 5/116) kavliyle (sözleriyle) kendi nefsini ve Hakk'ın nefsini zikr etmekle (tekrarlamakla,anmakla) teksîr eyledi (çoğalttı) . Ve ................................. (Mâide, 5/116) demekle de "cem"' ve "fark'' mertebelerindeki ulûmun kâffesini (ilimlerin hepsini) Hakk'a tahsîs ederek (ait, mahsus kılarak) tevsî' etti (genişletti).  Ve diğer taraftan ulûm-i mukayyedeyi (kayıtlı ilimleri) gerek kendi nefsinden ve gerek gayrilerinden (başkalarından) nefy etmekle (uzaklaştırmakla (olumsuzlaştırmakla) tazyîk etmiş (daraltmış) oldu. Binâenaleyh (nitekim) cenâb-ı Îsâ'nın cevâbında, tefrîk (ayırma) ve cem’, (toplama) ve tevhîd (birleme, bir yapma) ve teksîr, (çoğaltma) ve tevsî' (genişletme) ve tazyîk (daraltma) olduğu sâbit (kesinleşmiş, anlaşılmış) oldu.

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-10.05.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail