BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Ve ammâ
bu Kelime-i Îseviyye, vaktâki Hak için ....................
makâmında kâim oldu, ona nisbet olunan şeyden, ilm-i evveli ile
berâber, o Hak mıdır, yoksa değil midir? Bu emir, vâkı' oldu mu,
yoksa olmadı mı? İstifhâm etti. İmdi ona dedi: "Beni ve vâlidemi
Allâh'ın gayri olarak iki ilâh ittihâz edin diye nâsa sen mi
söyledin ?" (Mâide, 5/116) Böyle olunca müstefhim için, edebde
cevap lâzımdır. Zîrâ vaktâki, onun için bu makamda ve bu sûrette
tecellî etti; hikmet, ayn-ı cem' ile tefrikada cevâbı iktizâ
eyledi. Binâenaleyh dedi: ................ "Seni tenzîh ederim"
ve tenzîhi takdîm etti. Şu halde muvâcehe ve hitâbı iktizâ eden
"kâf" ile tahdîd eyledi. ................. "Bana lâyık olmaz",
Sensiz nefsim için enâniyetim haysiyyetinden
...................... "Hakkım olmayan şeyi söylemekliğim", yanî
Hüviyyetimin ve zâtımın iktizâ ettiği şeyi
....................... "Eğer ben onu söyledim ise, onu
bilirsin". Zirâ, söyleyen sensin. Ve bir emri kâil olan kimse,
muhakkak söylediğini bilir. Ve sen lİsansın ki, ben onunla
tekellüm ederim. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) haber-i İlâhîde
bize Rabb'inden ihbâr edip ..................... "Ben onun
tekellüm ettiği lisânı olurum" buyurdu. Böyle olunca kendi
hüviyyetini mütekellimin ayn-ı lisânı kıldı ve kelâmı da abdine
nisbet etti. Ba'dehû abd-i sülih ..............................
"Sen benim nefsimde olan şeyi bilirsin ve ben, onda olan şeyi
bilmem" kavliyle tetmîm etti. Böyle olunca ilmi, hüviyyet-i
Îsâ'dan nefy etti,· onun hüviyyeti olduğu haysiyyetten, onun
kâil ve zû-eser olması haysiyyetinden değil.
................................ (Mâide, 5/116) "Muhakkak sen
mübâlağa ile gaybleri bilicisin. "Binâenaleyh beyânı te'kîden
ve ona i'timâden fasl ve imâdı getirdi. Zîrâ gaybı ancak O
bilir. İmdi tefrîk etti, cem' etti; tevhîd etti, teksîr etti;
tevsî etti ve tazyîk etti (36).
Ya'nî bu
kelime-i Îseviyye, (İsa kelimesi)
vaktâki (ne zaman ki)
Hak Teâlâ için ........................... makâmında,
ya'nî makâm-ı imtihân ve ihtibârda
(deneme ve imtihan makamında)
kâim (mevcut) oldu,
kullarından ba'zılarının cenâb-ı Îsâ'ya nisbet ettikleri
(ilişkili kıldıkları)
ulûhiyyeti (Allah’lığı),
Hak Teâlâ hazretleri ilm-i Zâtî ve ezelîsiyle
(kendi ezeli ilmi,ilim sıfatı ile)
bildiği halde, bu nisbet
(ilişkili kılma) hak mıdır, değil midir? Ve nisbet
emri (ilişkili kılma hususu)
vâkı' oldu mu, (gerçekleşti mi)
olmadı mı (gerçekleşmedi
mi)? Cenâb-ı
Îsâ'dan sordu. Kelime-i Îseviyye'nin
(İsa kelimesinin) makâm-ı imtihanda
(imtihan makamında) kâim
(mevcut) olması vücûh-i adîde
ile (birçok bakımdan)
zâhirdir (açıktır, görülür).
Evvelâ sûret-i tekevvünü
(suretinin meydana gelmesi) bir bâkirede oldu.
Binâenaleyh (nitekim)
nâsın (insanların) bir
kısmı inkâr edip, “hâşâ zinâdan oldu” dediler. Sâniyen
(ikinci olarak) ölüyü
diriltti, anadan doğma körlerin gözünü açtı; ulûhiyyet isnâd
ettiler (atfettiler, uluhiyeti ona
mal ettiler).
Sâlisen (üçüncü olarak),
Yahûdierin sû'-i kasdinde
(öldürmeye teşebbüs ettiklerinde),
cism-i mer'îsi (görülen
cismi, bedeni),
bâlâda (yukarıda) îzâh
olunduğu (anlatıldığı)
üzere, ecsâm-ı sâireye (diğer
cisimlere (bedenlere) benzemedi; katlinde
(öldürülmesinde) mütereddid
(kararsızlık (şüphe) içinde)
kaldılar. Demek ki, Hak Teâlâ Kelime-i Îseviyye'yi
(İsa kelimesini) kendisi için
makâm-ı ihtibârda (imtihan makamında)
kâim (mevcut)
kıldı ve "ihtibâr" ilm-i zevkîdir.
"Hattâ
na'leme ve ya'leme" kavliyle
(sözleriyle) ........................ (Muhammed,
47/31) âyet-i kerîmesine işâret buyrulur. Kurrâ-i seb'a
(Kur’an-ı Kerim’i yedi kırâat üzerine
okuyan, kırâat alimleri) bu âyet-i kerîmedeki .......
kelimesini "nûn" ile okurlar. Ve kurrâdan
(kur’an-ı Kerim-i yedi kırâat ve on
rivayet dahilinde okuyan üstad hafızlardan) Ebû
Bekir Şu'be eimme-i kurrâdan (yedi
kırâat üzere okuyan imamlardan) bulunan Âsım'dan
rivâyeten ............................. kırâat etmiştir
(okumuştur).
Binâenaleyh
(nitekim) cenâb-ı Şeyh (r.a.)
"hattâ na'leme ve ya'leme" ibâresiyle
(cümlesiyle) bu iki kırâatle
(okuyuşla) bu âyet-i
kerîmeye işâret buyurmuştur. Ve bu âyet-i kerîmenin ma'nâ-yı
münîfi (yüce manası)
hakkındaki îzâhât (açıklamalar)
Fass-ı Şîsî'de (“Şisi”
bölümünde) murûr etmiş
(geçmiş) ve o sırada "ilm-i Zâtî"
(Zatına ait ilim) ile "ilm-i
esmâî ve sıfâtî" (esma ve sıfatlarına
ait ilim) arasındaki fark gösterilmiş olduğundan
burada tekrârına lüzûm görülmedi.
İşte
Kelime-i Îseviyye (İsa kelimesi yani
Hz. İsa a.s. (Allah katında her mevcut, Allah’ın kelimesidir)
makâm-ı imtihân ve ihtibârda
(deneme ve imtihan makamında)
kâim (mevcut) olduğu
için Hak Teâlâ, kendisine nisbet olunan
(atıfta bulunulan) ulûhiyyeti
da'vâ ' (iddia)
edip etmediğini cenâb-ı Îsâ'dan istifhâm edip
(sorup öğrenmek
istedi)
buyurdu (dedi)
ki: "Beni ve anamı Allâh'ın gayri
(Allah’tan başka) olarak iki
ilâh ittihâz (kabul) edin
diye nâsa (insanlara) sen
mi söyledin?" (Mâide, 5/ 116) Ya'nî sana nisbet olunan
(atıfta bulunulan) emr-i
ulûhiyyet (uluhiyet hususu)
nefs-i emrde (gerçekte)
sâbit midir (mevcut mudur)
ve bu söz senden sâdır mıdır,
(çıkmış mıdır) değil midir?
(çıkmamış mıdır) İmdi suâle
(soruya) karşı cevap vermek
muktezâ-yı edeb (edebin gereği)
olduğundan, cenâb-ı Îsâ'nın dahi edebe riâyeten
(edebe uyarak),
müstefhim olan (soru sorup
öğrenmek isteyen) Hak için cevap vermesi lâzım geldi.
Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ
cenâb-ı Îsâ'ya makâm-ı tefrikada
(ikilik, fark makamında) ve sûret-i istifhamda
(soru sorup öğrenme şekliyle)
tecellî etti (belirdi).
Ve "Ente" (sen) hitâbıyla
(demekle) ayn-ı cem'de
(her şeyin tek hakikat olduğu, teklik
makamından) Îsâ'yı ayırdı: Hikmet
dâhi, ayn-ı cem' (teklik)
ile tefri kada (farkta)
cevâbı iktizâ ettiğinden
(gerektirdiğinden) Hz. Îsâ dahi öyle yapıp, böylece cevap verdi
ve dedi: "Sübhâneke" "Seni tenzîh ederim" ve söze evvelen
"tenzîh" ile başladı. Şu halde muvâcehe
(yüz yüze) ve hitâbı
(söz söylemeyi, konuşmayı)
iktizâ eden (gerektiren)
"Sübhâneke" kelimesinin "kâf'ı ile Hakk'ı tahdîd etti
(sınırladı).
Zîrâ (çünkü)
"Sen" deyince onun mukâbili
(karşılığı) "ben" gelir. Ve bi't-tabi'
(tabii olarak) "Sen" ile
"ben"in hudûdu (sınırı)
ayrıdır. Binâenaleyh (nitekim)
tahdîd (sınırlama)
olur. Ve "tenzîh"in tahdîd (tayin
etme, sınırlama) olduğu Fass-ı Nûhî
(Nuh bölümü) ile Fass-ı
Hûdî'de (Hud bölümünde)
murûr etti (geçti).
.............. (Mâide, 5/116) "Bana lâyık olmaz", ya'nî
enâniyyetim (benliğim) ve taayyünüm (belirmem,
meydan çıkmam, vücudum) ile Sen'den infırâdım
(yalnız, ayrı olmam)
haysiyyetiyle (dolayısıyle),
hakkım olmayan sözü söylemek nefsime lâyık olmaz.
Ya'nî hüviyyetimin (hakikâtimin)
ve zâtımın iktizâ etmediği
(gerektirmediği) sözü
söylemek hakkım değildir. Zîrâ
(çünkü) benim hüviyyetim
(hakikâtim) ve zâtım ubûdiyyed
(kulluğu) iktizâ eder
(gerektirir):
Ulûhiyyet ise, zâtına
mahsûstur. Ubûdiyyetle (kullukla)
muttasıf olan (vasıflanan)
kimse nasıl iddiâ-yı ulûhiyyet edebilir
(uluhiyet iddiasında bulunabilir)?
.....................
“Eğer ben onu söyledim ise, sen onu bilirsin.” Zîrâ
(çünkü) benim vücûdum,
vücûd-ı hakîkîne (hakiki vücuduna)
muzâf (bağlı)
bir vücûddur. Ve vücûd-i izâfimde
(göreli vücudumda), hayat,
ilim, sem' (işitme) basar
(görme) ve kelâm gibi ne
kadar sıfat mevcûd ise, cümlesi
(bütün hepsi) senin bu sıfatlarının pertevi
(ışığı) ve aksidir
(yansımasıdır).
Ve benim vücûdum senin
mertebe-i imkânda (olabilirlik
mertebesinde (vahidiyet
mertebesinde) benim sûretimde zuhûrun
(ortaya çıkışın) ve taayyününden
(belirmenden, şekillenmenden) ibârettir. Binâenaleyh
(nitekim) benden söyleyen'
Sen'sin. Ve bir kimse bir şey söylemiş olsa, muhakkak
söylediğini bilir. Ve sen benim lisânımsın ki, ben o lİsanla
tekellüm ederim (konuşurum).
İmdi bu tarz
(biçimde) tefsîr
(izah),
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in hadîs-i kudsîde bize
Rabb'inden ihbâren (haber vererek):
.........................
"Ben onun tekellüm ettiği (konuştuğu)
lisânı (dili)
olurum" buyurmasıyla sâbittir
(mevcuttur). Ve
bu hadis-i şerîfin tafsîli (geniş
açıklamaları) diğer fasslarda
(bölümlerde) bi'd-defeât
(defalarca) murûr etti
(geçti).
Bu hadîs-i kudsîde
(kudsi hadiste) Hak Teâlâ,
vûcud-i Hak'ta (Hakk’ın vücudunda)
müstehlek (tükenmiş,
bitmiş) olan kurb-i ferâiz mertebesindeki
(farzlarla olan yakınlık neticesinde bulunduğu mertebede (kulun
zatının Hakk’ın Zat’ında yok olduğu mertebede)
abdinin (kulunun) hîn-i
tekellümünde, (konuşması sırasında)
kendi hüviyyetini
(hakikâtini, Zat’ını) onun lisânının aynı kıldı ve
fakat kelâmı abde (kulun sözlerine) nisbet buyurdu
(ilişkili, bağıntılı yaptı).
Bu'dehû (daha sonra)
abd-i sâlih (salih kul)
olan İsâ (a.s.) ........................... "Sen
benim nefsimde olan şeyi bilirsin ve ben nefsimde olan şeyi
bilmem'' kavliyle (sözleriyle)
cevâbını itmâm eyledi (tamamladı).
Ya'nî benim hüviyyetim (hakikâtim,
zatım) Sen'den ibâret olduğu ve benim nefs-i
müteayyinim (meydana çıkmış nefsim)
Senin zâhirin (dış
görünüşün) bulunduğu cihetle
(bakımından),
Sen benim nefsimde olan şeyi
bilirsin. Ve nefsimin bâtını (ruhu)
ve hüviyyeti (hakikâti)
Sen olduğun için ben nefsimde olan " şeyi bilmem.
Zîra (çünkü) "hüviyyet"ini
(Zatını) ancak Sen
bilirsin ve Sen'in hüviyyetini
(Zat’ını) ben aslâ bilemem. Çünkü o hüviyyet
(Zat) gaybü'l-gaybdir
(gayblerin gaybıdır, gizlilerin
gizlisidir) ve ebtan-ı butûndur
(gizlilerin en gizlisidir).
Böyle olunca, lisân-ı Îsâ
(İsa’nın dili) ile
mütekellim olan (konuşan)
Hak, Îsâ'nın hüviyyetinden (zatından)
ilmi nefy etti (kaldırdı,
uzaklaştırdı). Ve
bu nefy-i ilm (ilmin kalmayışı),
Hak İsâ'nın hüviyyeti (hakikâti) olduğu haysiyyetten
(olduğundan dolayı) vâkı' oldu
(gerçekleşti);
yoksa Îsa kâil (söyleyen)
ve zû-eser (eser sahibi)
olduğu haysiyyetten
(olduğundan dolayı) vâkı' olmadı
(oluşmadı).
Kur'ân-ı
Kerîm'de ..................................... / (Maide, 5/116)
vârid olduğu (vahiy) geldiği)
halde, cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in ......................
sûretinde (şeklinde)
îrâdı (söylemesi),
nefs-i Îsâ (İsa’nın nefsi), nefs-i Hakk'ın (Hakk’ın nefsinin)
aynı olduğundan dolayıdır. ..........................
"Ben senin nefsinde olan şeyi bilmem" sözü cenâb-ı Îsâ'nın
(İsa a.s.’ın) nefs-i Hak'ta
(Hakk’ın nefsinde) olan
şeyi bilmediğini ifâde eder. ...................... "Ben onda
olan şeyi bilmem" kavli (sözleri)
ise, .......... zamîrinin ........... ibâresindeki
(cümlesindeki) .........
kelimesine râci' (ait, ilgili)
olması hasebiyle, cenâb-ı Îsâ'nın
(İsa a.s.’ın) kendi nefsinde
olan şeyi bilmediğini gösterir. Zîrâ
(çünkü) nefs-i Îsâ
(İsa’nın nefsi) Hakk'ın nefsidir; ve Hakk'ın nefsinde
olan şeyi Hak'tan-gayri (başka)
kimse bilmez. Onun için cenâb-ı Îsâ,
(İsa a.s.’ ın) kendi nefsinde
olan şeyden ilmi nefy etti (kaldırdı,
olumsuzlaştırdı). ..........................
(Mâide; 5/116) "Muhakkak, mûbâlağa ile
(çok fazla, aşırı olarak)
guyûbu (gaybleri, gizlileri)
bilen Sen'sin, Sen." Ya'nî cenâb-ı Îsâ
(İsa a.s.) hitâb-ı
cevâbîsinde (konuşmasında cevap
olarak) ........ dedikten sonra; bir de .........
kelimesini isti'mâl etti (kullandı).
Çünkü, bu cevâbı ayn-ı
cem'de (toplanmış zatta, teklik
makamında) "tefrika"
(fark, ikilik) üzerine idi. İşte ayn-ı cem'de "fark"
beyânını (bildirisini)
te'kîden (tekrarlayarak)
ve ona i'timâden (dayanarak)
........ den sonra ......... kelimesi getirdi ki "Gaybleri
bilen ancak Sen'sin, Sen!" demek idi. Zîrâ
(çünkü) gerek cem'de
(toplanmış, cem olmuş (tekte)
ve gerek farkda (ikilikte)
gaybleri (gizli olanları)
bilen ancak Allah Teâlâ'dır. Böyle olunca cenâb-ı Îsâ,
........... deyip Hakk'ı tenzîh etmekle
(bütün varlıklardan beridir, münezzehdir
demekle), kendisiyle
Hakk'ı tefrîk etti (ayırdı)
.
.............................. "Eğer ben dedim ise, onu Sen
bilirsin" demekle kendisini ve Hakk'ı cem' eyledi
(topladı, birledi) ve tevhîd
(bir) etti. Ve
................................. (Mâide, 5/116) kavliyle
(sözleriyle) kendi nefsini ve
Hakk'ın nefsini zikr etmekle
(tekrarlamakla,anmakla) teksîr eyledi
(çoğalttı) .
Ve ................................. (Mâide, 5/116)
demekle de "cem"' ve "fark'' mertebelerindeki ulûmun kâffesini
(ilimlerin hepsini) Hakk'a
tahsîs ederek (ait, mahsus kılarak)
tevsî' etti (genişletti).
Ve diğer taraftan ulûm-i
mukayyedeyi (kayıtlı ilimleri)
gerek kendi nefsinden ve gerek gayrilerinden
(başkalarından) nefy etmekle
(uzaklaştırmakla (olumsuzlaştırmakla)
tazyîk etmiş (daraltmış)
oldu. Binâenaleyh
(nitekim) cenâb-ı Îsâ'nın cevâbında, tefrîk
(ayırma) ve cem’,
(toplama) ve tevhîd
(birleme, bir yapma) ve
teksîr, (çoğaltma) ve
tevsî' (genişletme) ve
tazyîk (daraltma) olduğu
sâbit (kesinleşmiş, anlaşılmış)
oldu.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-10.05.2005
http://sufizmveinsan.com
|