BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Ondan
sonra cevâba mütemmim olarak dedi:
.............................. (Mâide,
5/117) "Ben onlara ancak onunla bana emr eylediğin şeyi
dedim." İmdi o vücûdda olmadığına işâret edici olduğu halde
evvelâ nefy etti; ba'dehû müstefhim ile edeben kavli icâb
eyledi. Ve eğer böyle yapmasa idi, hakâyıka adem-i ilm ile
muttasıf olurdu. Halbûki o bundan münezzehdir. İmdi dedi:
"Ben ancak onunla bana emrettiğin şeyi dedim." Halbuki benim
lisânım üzere mütekellim olan ancak Sen'sin; ve Sen benim
lisânımsın. İmdi sen bu tenbîh-i rûhiyye-i İlahiyyeye bak ki
o ne latîf ve rakîktir! ................. (Mâide, 5/117)
"Allah'a ibâdet ediniz!" İmdi ibâdâtta ubbâdın ihtilâfından
ve şerâyi'in ihtilâfından dolayı “Allah” ismini getirdi; ve
ismin gayri olarak bir ism-i hâssı tahsîs etmedi. Belki küll
için câmi' olan ismi getirdi. Ba'dehû .....................
"Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz" dedi. Ve ma'lûmdur' ki,
O'nun rubûbiyyet ile bir mevcûda nisbeti, mevcûd-i âhara
nisbetinin aynı değildir. İşte bunun için ...............
(Mâide, 5/117) kavliyle, kinâye-i mütekellim ve kinâye-i
muhâtab olan iki kinâye ile fasl etti. ..................
"Ancak, bana onunla emrettiğin şeyi." İmdi kendi nefsini
me'mûr olduğu halde isbât etti. Halbuki onun ubûdiyyetinin
gayri değildir. Zîrâ, her ne kadar yapmasa da, ancak
kendisinden imtisâl tasavvur olunan kimse emrolunur. Ve
vaktâki emr, merâtibin hükmü ile nâzil olur, bunun için bir
mertebede zâhir olan her bir kimse, bu mertebe hakîkatinin
i'tâ ettiği şeyle munsabiğ olur. İmdi mertebe-i me'mûr için
bir hüküm vardır ki, her me'mûrda zâhir olur. Ve mertebe-i
âmir için dahi bir hüküm vardır ki, her bir âmirde âşikâr
olur. Böyle olunca Hak, ................. (Bakaraı, 2/43)
"Namaz kılın!" der. Şu halde O âmir ve mükellef me'mûrdur.
Ve abd .................. (A'râf, 7/151) “Yâ Rab beni
mağfıret et!” der. Bu halde o âmir ve Hak me'mûrdur. İmdi
Hakk'ın ona emr ile abdden taleb ettiği şey, abdin O'na emr
ile Hak'tan taleb ettiği şeyin aynıdır. Ve bunun için, her
ne kadar teahhur ederse de, her bir duâ mücâb oldu ve
lâ-büddür. Nitekim ikâmet-i salât ile muhâtabân ikâmet
olunanlardan olan mükelleflerin ba'zısı teahhur eder.
Binâenaleyh, vakit içinde namaz kımaz, imtisâli te'hîr eder.
Eğer buna kâdir olursa, vakt-i âhar içinde namaz kılar.
Velev ki kasd ile olsun, icâbet lâzımdır (37).
Ma'lûm
olsun (bilinsin) ki,
cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Kur'ân-ı Kerîm'de sûre-i
Mâide'nin (Mâide Sûresinin)
nihâyetinde (sonunda)
mezkûr olan (adı geçen)
âyet-i kerîmeyi lisân-ı hakîkat üzere
(hakikât diliyle) tefsîr buyururlar
(yorumlarlar, izah ederler).
Ve bu âyet-i kerîmeyi
burada zikr etmek (anlatmak),
teshîlenli'l-kariîn, fâideyi mûcib görüldüğünden
(okuyucuların anlamalarında kolaylık sağlayacağı
gerekçesiyle) buraya derc olundu
(bu araya sokuldu):
....................................................................................
(Mâide, 5/116-118)
İmdi,
bâlâda (yukarıda)
geçen metn-i şerîfte "allâmü'l-gayûb"a
(görünmeyen şeyleri bilen, Allah)
kadar tefsîr buyrulmuş
(yorumlanmış, izah edilmiş)
idi. Bu metinde dahi ikinci ayet-i kerîmenin tefsîrine
(yorumuna, izahına)
şurû' edip (başlayıp)
buyururlar ki: Îsâ (a.s.) ba'dehû
(daha sonra) cevâba
mütemmim (tamamlayıcı)
olarak................................ "Ben onlara
demedim, illâ şu şeyi ki, Sen bana, onunla emretmiş idin"
dedi. İmdi bu "Ben demedim" kavliyle
(sözü ile) o vücûdda
olmadığına, ya'nî vücûd-i Hak'ta
(Hakk’ın vücudunda) müstehlek
(helak, yok olmuş)
olduğuna işâret edici olduğu halde, evvelen
(ilk) kavli
(sözü) kendinden nefy
etti. (uzaklaştırdı,
olumsuzlaştırdı).
Ba'dehû
(daha sonra)
........................... hitâbiyle; müstefhim olan
(soru sorarak anlamak isteyen)
Hakk'a karşı edebe riâyeten
(edebe uyarak) .................... kavliyle
(sözleriyle) söz söylediğini
îcâb, ya'nî isbât (ikrar ve tasdik)
etti. Binâenaleyh
(nitekim) cevâbında kelime-i tevhîdde mündemic olan
(bulunan) sırra ittibâ'
etti (uydu).
Zîrâ
(çünkü) “lâ ilâhe illallah”
cümlesi, evvelâ nefy (uzaklaştırma,
olumsuzlaştırma) ve ba'dehû
(daha sonra) isbât
(kanıtlama) üzerine
mürettebdir (tertip olunmuştur).
Çünkü, vücûd-i hakîkî (gerçek
varlığın) muvâcehesinde
(karşısında) olan nefy-i vücûd
(vücutsuzluk),
edebdir. Ba'dehû (daha
sonra) müstefhimin (soru
soranın) cevâbını ihmâl etmeyip, lisân-ı münâsible
(uygun bir dille) cevâb-ı
lâzımı (gereken cevabı)
vermek edebe riâyetkârlıktır (saygı
göstermektir) . Binâenaleyh
(nitekim) Îsâ (a.s.) dahi
böyle yaptı. Eğer o böyle yapmamış olsa idi hakâyıka
(hakikâtlere) adem-i ilm
(ilimsizlik (cahillik) ile
muttasıf (vasıflanmış)
olurdu. Halbuki cenâb-ı Îsâ hâşâ
(hiçbir vakit, asla) ki hakâyıka
(hakikâtlere) adem-i ilm
(ilimsizlik,cahillik) ile
muttasıf (vasıflanmış) ola
(olsun);
o bundan âlidir (yücedir).
Cenâb-ı İsâ'nın ba'dehû
(daha sonra) isbât-ı kavl ile
(ikrar ederek) ...................................
demesinin îzâhı (açıklaması)
budur ki: “Ben o şeyi dedim ki Sen bana onunla emrettin”.
Halbuki, benim lisânım ile mütekellim olan
(konuşan) Sen'sin, Bu cevap
ayn-ı cem' (toplayıcı Zat, teklik)
ve "kurb-i ferâiz"
(farzlarla olan yakınlık, kulun Hakk’ın Zat’ında kendi zatını
yok etme) makâmıdır. "Ve sen benim lisânımsın" bu da
ayn-ı fark (ayrı oluş, Hakk’ı
kendisinden beri kılma) ve "kurb-ı nevâfıl"
(nafilelerle olan yakınlık, kulun
Hakk’ın sıfatlarında kendi sıfatlarını yok etme)
makâmıdır. İmdi sen bu tenbîh-i rûhiyye-i İlahiyyeye
(İlahi ruhun uyarısına) bak
ki ne kadar latîf (şeffaf)
ve rakîktir (incedir)!
Ya'nî "cem'
(toplama) ile fark"
(ayırma) ve "tahdîd
(sınırlama) ile tenzîh"
(Hakk’ı yaratılmışlardan beri kılma)
ve "kesret (çokluk)
ile vahdet" (teklik)
ve "dıyk (darlık) ile
si’a" (genişlik) ve
"isbât (var yapma, kanıtlama)
ile nefy"
(olumsuzlaştırma, yok yapma) ve "kurb-i nevâfil
(sıfatlarından
arınma)
ile kurb-i ferâiz"
(zatından arınma)
tenbîhine (uyarısına)
mübtenî (dayalı) olarak
rûhî ve İlahi olan Îsâ (a.s.)’dan sâdır olan
(çıkan) cevâbın ne kadar
latîf (şeffaf) ve rakîk
(ince) olduğuna nazar et
(bak)!
Bosnevî
Abdullah Efendi ve Ya'kûb Han ve Te'vîl-i Muhkem
şerhlerinde (açıklamalarında)
metindeki (yazıdaki)
ibâre (cümle)
............................ ve Dâvûd Kayserî ve Abdûrrezzâk
Kâşânî ve Bâlî Efendi şerhlerinde ......................... dir.
"Tenbie" (haber verme)
tef’ile vezninde "ihbâr ve
inbâ"' (bildirme ve haber verme)
ma'nâsına gelir. Mevlânâ Câmî ile Abdulganî Nâblusî
şerhlerinde ............................. sûretinde
(şeklinde) vâk'ı olup
(geçen) bahse
(konuya) münâsebeti
(ilişkisi) zâhirdir
(açıktır, görülür).
Zîrâ
(çünkü) yukarıda gösterildiği
vech (şekil) ile Îsâ
(a.s.) cevâbında "cem"' (toplama)
ile "fark"a (‘ayırma’ya)
ve "kesret" (çokluk)
ile "vahdet"e; (‘teklik’e)
ve "isbât" (var yapma,
kanıtlama) ile "nefy"e
(yok yapma’ya, olumsuzlaştırma’ya) işâret etmiş idi.
Bunlar ise "tesniye"dir (ikiliktir).
Îsâ (a.s.) cevâbına devamla, .......................
(Mâide, 5/117) "Allâh'a ibâdet ediniz, dedim" dedi. Rezzâk ve
Cebbâr ve Hallâk gibi esmâ-i hâssadan
(özel esmadan) birine ibâdet
olunmasını tahsîs etmeyip (mahsus
kılmayıp, ayırmayıp) “Allah” ismini zikr ederek
(anarak) "Allâh'a ibâdet
ediniz!" dedi. Zîrâ (çünkü),
ibâdette âbidler (kullar)
muhtelif (çeşitli)
olduğu gibi, şerâyi' (şeriatler)
dahi muhteliftir
(çeşitlidir). Ba'zı
âbidin (kulların)
meşrebinde (tabiatında,
yaradılışında) ism-i Bâtın'ın
(batın isminin) ve ba'zısında
ism-i Zâhir'in (zahir isminin)
iktizââtı (gerektirdikleri)
ve kezâ (böylece)
şerîatlerin ba'zısı tenzîh ve ba'zısı teşbîh ve ba'zısı
tenzîhde teşbîh ve teşbîhde tenzîh üzerinedir. "Allah" ismi ise
cemî'-i esmâ-i İlahiyyeyi (bütün
İlahi isimleri) câmi' olduğu
(kendinde topladığı) gibi,
bilcümle vücûh-i ibâdâtı (bütün
ibadet tarzlarını) da müştemildir
(kaplar, içine alır).
İmdi âbidlerin
(kulların) meşâribi
(tabiatları, huyları)
muhtelif (çeşitli) olduğu
cihetle (bakımından)
cümlesini (hepsini) bir
ism-i hâssa (özel bir isme)
da'vet etmek muvâfık-ı hikmet
(hikmete uygun) değildir. Eğer da'vet olunsa bu
da'vetten, bi-hasebi'l-meşreb,
(yaradılışları, tabiatları bakımından) ba'zıları
müstefîd olur (faydalanır)
ise de, bâzıları firâr eder
(kaçar). Onun
için Îsâ (a.s.) ism-i câmi' (bütün
isimleri kendinde toplayan zat) olan "Allâh"a da'vet
etti.
Ba'dehû
(daha sonra) ...............
"Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz" dedi. Halbuki Hakk'ın her bir
mevcûda karşı rubûbiyyetle (rablıkla)
tecellisi yekdîğerinin
(bir diğerinin) aynı değildir. Zîrâ
(çünkü),
her mevcûdun esmâ-i İlahiyyeden
(İlahi esmadan) bir Rabb-i
hâssı (özel, has rabbi)
olup , o Rabb-i hâss (özel, asıl rab)
o mevcûdun mürebbîsidir
(terbiye edicisidir). İşte
Hakk'ın rubûbiyyetle (rablıkla)
bir mevcûda nisbeti,
(bağıntısı, ilişkisi) diğer mevcûda nisbetinin
(ilişkisinin) aynı olmadığı
için "Rabbî" kavliyle (sözüyle)
kinâye-i mütekellim
(dolayısıyla, üstü kapalı olarak konuşanı işaret eden)
ve "Rabbüküm" kavliyle (sözüyle)
kinâye-i muhâtab
(dolayısıyle, üstü kapalı olarak karşısında konuşana işaret)
olan iki kinâye
(dolayısıyla anlatan iki kelime) ile, ya'nî zamîr-i
mütekellim (konuşanın yerini tutan
kelime) ve zamîr-i muhâtab
(konuştuğu şahsın yerini tutan kelime)
ile fasl etti (ayırdı).
Ve kendi Rabb-i hâssıyla
(has rabbı, has esmasıyla) ümmetinin erbâb-ı hâssası
(has rablerinin, has esmasının)
arasını tefrîk etti
(ayırdı). Velâkin
bu tefrîk (ayırma) ile
berâber ümmetini Rabb-i mutlak
(kayıtsız, sınırsız, tek rab, alemlerin rabbi) olan
Allâh'a dâ’vet etmiş oldu. Zîrâ
(çünkü) "Allah" ismi, Îsâ (a.s.)’ın Rabb-i hâssıyla
(has rabbiyle) ümmetinin
erbâb-ı hâssasını (has rablerini)
câmi'dir (kendinde
toplamıştır).
Îsâ (a.s.)
.................. kavliyle
(sözleriyle) kendi nefsini me'mûr
(vazifeli) olarak isbât etti
(kanıtladı, tanıtladı).
Halbuki nefsinin me'mûriyyeti, kendisinin
ubûdiyyetinden (kulluğundan)
başka bir şey değildir. Zîrâ
(çünkü) her ne kadar kendisine emrolunan şeyi yapmasa
bile, ancak kendisinde emre imtisâl
(aldığı emre boyun eğeceği, yerine getireceği)
tasavvur olunan (düşünülen)
kimseye emrolunur. Me'mûriyyet, ubûdiyyet
(kulluk) olunca Îsâ (a.s.) bu
kavl (söz) ile nefsini
ubûdiyyet (kulluk) ile isbât etti (kanıtladı,
tanıtladı). Vaktâki
(ne zaman ki) emr-i İlahi
(İlahi emir),
mezâhir-i İlahiyyeye
(İlahi görüntü yerlerine, İlahi birimlere),
o mezâhire (birime)
âit merâtibin (mertebelerin)
hükmü ile nâzil olur
(iner), işte
bunun için, bir mertebede zâhir olan
(görülen) her bir kimse, bu mertebenin hakîkati ne
şeyi verir ve ne hâli (oluşu)
iktizâ ederse (gerektirirse),
o şey ve hâl (oluş)
ile munsabiğ (boyanan)
olur ve o şeyin rengine boyanır. Binâenaleyh
(nitekim) me'mûr mertebesinde
zâhir olan (görülen) kimse
ile âmir mertebesinde zâhir olan
(görülen) kimse için birer hüküm vardır ki, bu
hükümler her bir me'mûr ve âmirde görünür.
Böyle olunca
Hak Teâlâ hazretleri .................. (Bakara, 2/43) "Namaz
kılın!" der. Bu halde Hak âmir mertebesinde ve mükellef
(yapmakla yükümlü) olan abd
(kul) ise me'mûr
mertebesinde zâhirdir (görülür).
Ve kezâ
(böylece) abd
(kul) .................
(A'râf, 7/151) "Yâ Rabbi beni mağfiret kıl
(bağışla) !"
der. Bu halde de abd
(kul),
âmir mertebesinde ve Hak,
me'mûr mertebesinde zâhirdir
(görülür). İmdi
Hakk'ın abde (kulda)
emretmekle abdden (kuldan)
taleb ettiği (istediği)
şey, abdin (kulun)
Hakk'a emretmekle Hak'tan taleb ettiği
(istediği) şeyin aynıdır.
Zîrâ (çünkü) Hak, abde
(kulda) emretmekle ondan
icâbet (uymasını) taleb
eder (ister).
Ve kezâ (böylece)
abd (kul),
Hakk'a emr etmekle, Hak'tan
icâbet (uymasını, kabul etmesini)
ister. Binâenaleyh
(nitekim) tarafeynin (iki
tarafın) yekdiğerinden
(birbirlerinden) istedikleri icâbettir
(uymak, kabul etmektir).
Ve icâbet ise, şey'-i vâhidir
(tek şeydir).
Ve matlûb olan (istenilen
şey) iki tarafın icâbeti! yekdîğerinin
(birbirinin) aynıdır. İşte
tarafeynin (iki tarafın)
yekdîğerinden (birbirinden)
taleb ettiği (istediği)
şey, icâbet (uymak)
olup, bu da birbirinin aynı olduğu için, icâbet teahhur etse
(gecikse) bile, her bir duâ
ve taleb (istek) mücâb
oldu (kabul edildi).
Ve her bir duânın mücâb olması da
(kabul edilmesi de) lâzımdır. Zîrâ
(çünkü) mertebe-i
me'mûriyette (memur’luk mertebesinde)
zâhir olan (görülen, açığa
çıkan) kimse için hâsıl olan hükm-i mahsûs
(başlıca hüküm) icâbettir
(kabul etmek, uymaktır).
Bu husûsta icâbetin
teahhuruna (gecikmesine)
bakılmaz. Nitekim, "Namaz kılın!" emrine muhâtab olmağa ehil
(kabiliyetli) olan Müslim
(Müslüman) âkıl ve bâliğ
(yetişkin) kimselerden
bâ'zıları bilfarz (diyelim ki),
sabah, öğle veyâ ikindi
namazlarını vakitlerinde kılmayıp te'hîr eder
(geciktirir) ve kudreti
olduğu vakit bu namazları diğer vakitlere içinde kazâ eder. O
kimsenin, velev ki (hatta)
bu namazların te'hîri kasd ile
(bile bile geciktirmiş) olsun, kazâ sûretiyle
dahi olsa, "Namaz kılın!" emrine icâbet edip
(uyup) o namazları kılması
lâzımdır. Zîra (çünkü)
me'mûriyet (kulluk)
mertebesinin hükmü budur: Ölünceye kadar emre imtisâlen
(uyarak) namaz kılmayanların
hükmüne gelince, bu babdaki
(konudaki) îzâhât (açıklama) Fass-ı Ya'kûbî'de
(Ya'kûb bölümünde) mürûr ettiğinden
(geçtiğinden) oraya mürâcaat
olunsun. Ve kezâ (böylece),
abd (kul)
tarafından vâkı' olan (olagelen)
duâ ve suallerin
(isteklerin, taleplerin) Hak cânibinden
(tarafından) kabûlüne âit
îzâhât (açıklamalar) dahi
Fass-ı Şîsî'de (Şîsî
bölümünde) alâ-vechi't-tafsîl
(tafsilatlı bir şekilde)
geçmiş olduğundan burada tekrârına lüzum görülmedi.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-24.05.2005
http://sufizmveinsan.com
|