BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Ondan
sonra ................. (Mâide, 5/117) "Ben onların üzerine
idim" dedi.Ve ................ "Nefsim üzere onlarla berâber."
demedi. Nitekim ................ dedi.
.......................... "Ben onların arasında dâim oldukça,
onların üzerine şehîd idim." Zîrâ enbiyâ, onların arasında dâim
oldukça; ümmetleri üzerine şehîddirler. ..................
"Vaktâki beni müteveffâ kıldm", ya'nî kendine ref ettin ve
benden onları mahcûb ettin ve beni de onlardan mahcûb eyledin;
benim maddemin gayrisinde, belki onların maddelerinde, “Sen
onların üzerine Rakîb oldun." Zîrâ, Sen murâkabeyi iktizâ eden
onların basarı oldun. İmdi, insanın kendi nefsine şuhûdu,
Hakk'ın ona şuhûdudur. Ve onu "Rakîb" ismi ile kıldı. Zîrâ
şuhûdu kendi için kıldı. İmdi o abd olmasından nâşî, onun o
olduğu ve kendisi için Rab olmasından naşî, Hakk'ın Hak olduğu
bilinmek için, kendi arasıyla Rabb'i arasını fasl etmeği murâd
etti. Binâenaleyh, kendi nefsi için kendinin "şehîd" olduğunu ve
Hak hakkında da onun; "Rakîb" olduğunu îrâd eyledi. Ve kendi
nefsi hakkında onları takdîm edip, onlar için îsâren ve Hak ile
edeben .................... dedi. Ve ....................
kavlinde, Rabbin rütbe ile tekaddümden müstehakk olduğu şeyden
dolayı, onları cenâb Hak'ta, Hak'tan te'hîr etti. Ondan sonra
i'lâm eyledi ki, muhakkak Hakk-ı Rakîb için, İsâ'nın kendi nefsi
için kıldığı isim sâbittir ve o ................... kavlindeki
"Şehîd"dir. Böyle olunca .................................
(Mâide, 5/117). "Sen her şey üzerine Şehîd'sin" dedi. İmdi umûm
için "küll"ü ve enker-i nekerât olmasından nâşî "şey"i getirdi;
ve "Şehîd" ismini getirdi. O her bir meşhûd üzerine, bu meşhûdun
hakîkatinin iktizâ ettiği şey hasebiyle, Şehîd'dir. İmdi o,
................................... “Ben onlar içinde oldukça
onların üzerine nigeh-bân idim” dediği hînde Hak Teâlâ'nın
kavm-i Îsâ üzerine "Şehîd" olduğuna tenbîh eyledi. Binâenaleyh
o, mâdde-i İ'seviyyede, Hakk'ın şehâdetidir. Nitekim, Hakk'ın
onun lisânı ve sem'i ve basarı olduğu sâbit oldu (38).
Ya'nî ondan
sonra Îsâ (a.s.), şuhûd-i keyfiyyette
(görme hususunda),
..................... (Mâide, 5/117)
kavlinde, (sözünde) kendi
nefsi için Rabb-i hâssı (has rabbi,
kendinde tasarruf eden güçlü isim) ve ümmetinin
nefisleri için de birer Rabb-i hâss
(has Rabb) isbât ettiği
gibi yapmayıp, şuhûdunu
(görüşünü, gördüğünü)
isbât (itiraf, ikrar ve tasdik)
ettiği hînde (sırada)
.................... dedi. Ya'nî ben ism-i Şehîd'in
(şehid isminin),
mazharı
(göründüğü mahal) idim ve
benim ayn-ı kevnîmde (vücudumda)
onların üzerine Şehîd
(gören, şahid) olan
Sen idin, dedi. Yoksa ............................. “Ben onlarla
berâber kendi nefsim üzerine şehîd
(görendim, şahid)
idim” demedi. Ya'nî şuhûdunu
(görüşünü, gördüğünü)
hîn-i isbâtta, (ispatladığı,
anlattığı, ikrar ettiği sırada) kendi nefsine
şuhûdunu (görüşünü, gördüğünü)
da isbât (ikrar)
etmedi. Zîrâ (çünkü)
enbiyâ (nebiler, peygamberler)
ümmetlerinin arasında dâim
(devamlı) oldukça ve hayât-ı dünyeviyye
(dünya yaşamı) ile hayy
(canlı) oldukça, ümmetleri
üzerine nigeh-bândır (gözcüdür,
gözetendir). Ve
çobanlar ra'y ettikleri
(otlattıkları) hayvânâtın
(hayvanların) hufre-i helâke
(ölüm çukuruna) sukut
etmemeleri (düşmemeleri)
için, onların üzerine nasıl nigeh-bân
(gözcü olur, gözetir) iseler,
enbiyâ (aleyhimü's-selâm) dahi, galebe-i hayvâniyyetle
(hayvaniyetlerinin üstün gelmesiyle)
hufre-i cahîme (cehennem
çukuruna) düşmemeleri için, ümmetleri üzerine öyle
nigeh-bândırlar (gözeticidirler)
. Ve enbiyâ
(nebiler, peygamberler),
insân-ı kâmil olup “Allah” ism-i câmi'inin
(bütün isimleri kendinde toplamış Allah
isminin) mazharı (görüntü
mahalli) bulunduklarından, bi'ttabi'
(tabii olarak) "Şehîd"
isminin ahkâmı (hükümleri)
dahi kendilerinden zâhir olur
(açığa çıkar, görünür).
Ve onların şuhûdu (görüşü,
görmesi) ayn-i Hakk'ın
(Hakk’ın kendi) şuhûdudur
(görüşüdür, görmesidir).
Zîrâ (çünkü)
onlar vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın
vücudunda) müstehlek
(tükenmiş, yok) olduklarından kendi vücudlarını
görmezler. Binâenaleyh (nitekim),
Îsâ (a.s.) bu mazhariyet
(görüntü mahalli olmak) hasebiyle şuhûdu
(görüşü) nefsine isbât
(demeyip, tasdik) etmeyip,
yalnız ümmetleri hakkında isbât
(söyledi, ikrar ve tasdik) etti;
........................... dedi.
Îsâ (a.s.)
ba'dehû (daha sonra)
...................... "Vaktâki
(ne zamanki) Sen beni
müteveffâ (ölü) kıldın"
dedi, ya'nî beni kendine ref’ ettin
(kaldırdın, yükselttin) ve beni mertebe-i
şehâdetinden (içinde bulunduğumuz
mertebeden, dünyadan) mertebe-i gaybine
(gizlilik, görülmezlik mertebesine,
ahirete) ref’ etmekle
(yükseltmekle), onları
benden ve beni de onlardan hicâb
(örtü) ve perde arkasına düşürdün. Zîrâ
(çünkü) onlar beni Senin
mertebe-i şehâdetinde (dünyanda)
sûret-i cesedâniyyem
(madde bedenim) ile müşâhede ederler
(görürler) idi. Ba'de'r-ref'
(yükseldikten sonra) bu
müşâhedeleri (görmeleri)
münkatı' oldu (kesildi).
Ve kezâ (böylece)
ba'de'r-ref (yükseldikten sonra),
Senin şuhûdunda
(müşahede edişinde, seyrinde)
istiğrâkım (gömülmem, kendimden
geçip dünyayı unutmam) hasebiyle, ben de onları
müşâhede edemedim (göremedim).
Ve şuhûd-ı vahdetin (teki
görüşün, teki seyrin) müşâhede-i kesretine
(çoklukları görmene) hicâb
(perde) oldu. Ve Sen hazret-i
şehâdette (şehadet mertebesinde,
dünyada) mezâhir-i İlâhiyyenden
(İlahi görüntü mahallerinden)
bir mazhar (görüntü mahalli)
olan benim maddemin, ya'nî cesedimin, gayrisinde
(madde bedenimden başka), belki onların maddelerinde ve cesedlerinde, onların üzerine
Rakîb (görüp gözeten)
oldun. Zîrâ (çünkü),
Sen onların basarı (gözü)
oldun ki; o basar (göz)
murâkabeyi (gözetmeyi,
bakmayı (tasavvufta: kendi iç alemine bakmayı, dalıp kendinden
geçmeyi) iktizâ eder
(gerektirir).
Böyle olunca insanın kendi nefsini müşâhedesi
(görmesi),
Hakk'ın onu müşâhedesidir
(görmesidir).
Ve Îsâ (a.s.) ümmetinin maddelerinde
(bedenlerinde) olan Hakk'ın
müşâhedesini (görmesini)
beyan (anlatmak) sadedinde
(konusunda) "Rakîb"
(görüp, gözeten) ismini zikr
eyledi (andı, söyledi).
Çünkü Îsâ (a.s.) .................... (Mâide, 5/117)
kavlinde (sözlerinde),
ümmeti üzerine olan
nigeh-bânlığı (gözcülüğü,
gözleyiciliği) kendi nefsi için beyân etti
(söyledi).
Binâenaleyh (nitekim)
Hakk'a karşı edeben
(nezaketen),
bir isimde Hak'la müşârik (ortak)
olmamak için, kendi nefsi arasıyla Rabb'i arasını
fasl etmeği (ayırmayı)
murâd etti. Tâ ki abd (kul)
olduğu için Îsâ'nın Îsâ olduğu ve Îsâ'nın Rabb'i olduğu için
de Hakk'ın Hak olduğu bilinsin. Şu halde ümmeti üzerine "Şehîd"i
kendi nefsi için ve "Rakîb"i (görüp,
gözeten, Allah isimlerinden olup gözeten, daima görüp kontrol
eden demektir) dahi Hak için îrâd etmekle,
(demekle) nefsiyle Rabb'inin
arasını tefrîk etti (ayırdı).
Ve cenâb-ı Îsâ kendi nefsi hakkında, ümmeti için
îsâren (ikram, bahşiş) ve
Hakk'a karşı edeben (usulen, nezaket
olarak), ümmetini
evvelen (önce) zikredip
(anıp) .....................
dedi. Ya'nî ümmetine râci' (dönük)
olan ............ kelimesindeki ......... zamîrini,
kendi nefsine izâfe eylediği
(bağladığı) ......... kelimesine takdım etti
(kelimesinin önüne geçirdi).
Zîrâ
(çünkü) ..................
kavlinde (sözlerinde)
Hakk'ı ümmetine takdîm etmiş
(ümmetinin önüne geçirmiş) idi. Binâenaleyh
(nitekim),
bu sûrette emr-i tekaddümde
(ileride olma hususunda)
Hak'la müsâvât (eşitlik)
mürtefi' olmuş (kalkmış)
olur. Ve ................. kavlinde
(sözlerinde) ümmetine râci'
(dönük) olan .......
zamîrini, Hakk'a râci' (dönük)
bulunan "Rakîb" isminden sonra zikr etti.
(andı) Zîrâ
(çünkü) Rab rütbe-i
rubûbiyyet (rububiyet derecesi)
ile tekaddüme (ileride,
önde olmaya) müstehaktır.
Ba'dehû
(daha sonra) Îsâ (a.s.) i'lâm
etti (bildirdi) ki,
"Rakîb" (gören, gözeten) ismi ile müsemmâ olan
(isimlenen) Hak için, kendine
muzâf (izafe olunduğu , bağlı)
kıldığı isim dahi sâbittir
(belirlenmiştir). Ve
o isim dahi ............. kavlindeki
(sözlerindeki) "Şehîd" ismidir. Zîrâ
(çünkü) "Rakîb" ismi gibi
"Şehîd" ismi dahi esmâ-i ilâhiyyeden
(İlahi isimlerden) bir isimdir. Binâenaleyh
(nitekim) Îsâ (a.s.) bu
hakîkati beyan (anlatmak)
için dahi .................. (Mâide, 5/117) dedi. İmdi umûm
(bütün, hep) için olan "küll"
kelimesini ve enker-i nekerât
(belirsizlerin en belirsizi) olduğundan dolayı da
"şey"' lafzını zikr etti (söyledi)
ve "Şehîd" ismini de îrâd etti
(söyledi).
Ve bu kavliyle
(sözleriyle) kendinin "şehîd"
olmasıyla Hakk'ın "Şehîd" olması arasındaki farkı gösterdi. Zîrâ
(çünkü) kendinin
müşâhedesi (görmesi, seyri),
ancak kavminin arasında mevcûd oldukça onların
üzerinde vâkı' olur (oluşur).
Halbuki Hakk'ın müşâhedesi
(görmesi, seyri) böyle bir
mevtına (mertebeye) mahsûs
(ait, ayrılmış) değildir.
Her şeyin zâhiri (dış görünüşü)
ve bâtını (iç yüzü)
üzerine ve her
meşhûdun (görülenin) ayn-ı
sâbitesi (ilmi sureti) ve
isti'dâd-ı zâtîsiyle (kendindeki
istidadının) iktizâ ettiği
(gerektirdiği) cemî'-i ahvâl
(bütün haller, oluşlar) ve
suveri (suretleri) üzere
ezelen ve ebeden (geçmişte ve
gelecekte devamlı olarak) ve ilmen
(ilim olarak) ve "ayn"en
(zat olarak, bizzat)
Şehîd'dir (her şeyi görendir).
Ve "şey"in enker-i nekerât
(belirsizlerin en belirsizi)
olması ne demek olduğu Fass-ı Lokmânfî’de
(Lokmân bölümünde) tafsîl
(detaylı bir şekilde) ve îzâh
olunacaktır (anlatılacaktır).
İmdi Îsâ
(a.s.) .......................... dediği hînde
(sırada) ,
Hak Teâlâ'nın kavm-i Îsâ
(İsa a.s’ nın kavmi) üzerine Şehîd
(gördüğüne, şahit)
olduğuna tenbîh eyledi
(tenbihledi, dikkât çekti) .
Zîrâ
(çünkü) .....................
kavliyle (sözleriyle)
her mevtında (mertebede),her
bir meşhûd (görülen)
üzerine olan müşâhedenin
(görüşün, seyrin) Hakk'a
âit olduğunu beyân etmiş (anlatmış,
bildirmiş) oldu. Binâenaleyh
(nitekim) ...................
kavlindeki (sözlerindeki)
şehâdet (şehitlik, şahid olmak,
görmek),
mâdde-i İseviyyede, (isa a.s.’ın
bedeninde) ya'nî cism-i îsevîde
(İsa’nın cisminde) zâhir olan
(açığa çıkan) Hakk'ın
şehâdetidir (görmesidir).
Nitekim, şeref vârid olan
(şerefle gelen) hadîs-i kudsî ile sâbit oldu
(kanıtlandı, anlaşıldı) ki,
Hak abdin (kulun) lisânı
(konuştuğu dili) ve sem'i
(kulağı) ve basarıdır
(gözüdür).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-31.05.2005
http://sufizmveinsan.com
|