169. Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

Ondan sonra kelime-i İseviyyeyi ve kelime-i Muhammediyyeyi dedi. Onun İseviyye olmasına gelince, zîrâ o, Allah Teâlâ'nın kendi kitâbında ondan ihbârı ile kavl-i İsa'dır. Ve onun Muhammediyye olmasına gelince, imdi o, Muhammed (s.a.v.)’den vukû'undan nâşîdir. Ondan sâdır olduğu mekânda, bütün bir gecede onu tekrâr ettiği halde, onunla kâim oldu ve

fecrin tulû'una kadar, onun gâyrisine geçmedi. ............................ ............ (Mâide, 5/118) "Eğer sen onları ta'zîb edersen, onlar Senin kullarındır ve eğer onları mağfiret edersen Sen Azîz ve Hakîmsin." Ve ........ zamîr-i gâib olduğu gibi ....... de zamîr-i gâibdir. Nitekim zamîr-i gâib ile ..................... (Fetih, 48/25) dedi. İmdi gayb, meşhûd-i hâzır ile murâd olunan şeyden onlar için setr oldu. İmdi zamîr-i gâib ile ................. dedi. Halbuki o, onların Hak'tan onda oldukları hicâbın aynıdır. İmdi Allah Teâlâ onları, onların huzurlarından evvel zikretti, tâ ki hâzır oluncaya kadar, hamîre acînde tahakküm etmiş olur. Böyle olunca onu kendi misli eyledi. ..................... "Zîrâ onlar senin kullarındır." İmdi, onun üzerine oldukları tevhîdden dolayı hitâbı ifrâd eyledi. Halbuki onlardaki zilletten a'zam  zillet yoktur. Zîrâ, onlar için nefislerinde tasarruf yoktur. Binâenaleyh onlar, seyyidlerinin onlardan dilediği şeyin hükmü üzeredir. Halbuki onun için, onlarda şerîk yoktur. Zîrâ, "Senin ibâdın" dedi. Böyle olunca ifrâd eyledi. Ve "azâb" ile murâd, onların izlâlidir. Halbuki ibâd olduklarından dolayı, onlardan daha zelîl yoktur. İmdi onların zevâtı, onların ezillâ' olmalarını iktizâ eder. Binâenaleyh Sen onları izlâl etmezsin. Zîrâ Sen onları, abîd olduklarından nâşî, içinde bulundukları zilletten daha da aşağısı ile izlâl etmezsin (39).

Ba'dehû (daha sonra) İsa (a.s.), hem kelime-i İseviyye ve hem de kelime-i Muhammediyye olan şu ............................. (Mâide,  5/118) "Eğer sen onları ta'zîb (eziyet) edecek olur isen, onlar Senin kullarındır ve eğer mağfiret edecek (suçlarını bağışlayacak) olur isen, Sen Hakîm olan Azîz'sin" kavlini (sözlerini) dedi. Bu kelâmın (sözlerin) İsevî (İsa’ya ait) olmasına gelince: Çünkü bu kavl (sözler),  Allah Teâlâ'nın kendi kitâbı olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şânda (şanı büyük olan yüce Kur’an’ da) , Cenâb-ı İsa'dan (Hz. İsa’dan) sudûrunu (çıktığını) bize haber verdiği için, kavl-i İsâ'dır. (İsa’nın sözleridir) Ve Muhammedî (Muhammed’e ait) olmasına gelince: O da, bu kelâmın Muhammed (s.a.v.)’den vuku' bulduğu (çıktığı, meydana geldiği) içindir. Zîrâ (çünkü), bu kelâmın (sözün) fem-i saâdetlerinden (saadetli ağızlarından) sâdır olduğu (çıktığı) mekânda, bütün bir gecede bu kelâmı tekrâr buyurdukları halde, o kelâm ile kâim oldu ve tulû'-ı fecre (tan yerinin ağarmasına) kadar bu kelâmdan başka bir şey söylemediler. Bu hal; Hacc-i Vedâ'da (son haccında) vâkı' olmuş (geçmiş) idi. İşte bu kelâm, cenâb-ı İsa'dan ümmeti Hakkında sudûr ettiği (çıktığı) ve (S.a.v.) Efendimiz'den leyle-i kâmilede (bütün bir gecede) tekrâr sûretiyle sâdır olduğu (çıktığı) için, hem İsevî (İsa’ya aittir, mahsustur) ve hem de Muhammedîdir. (Muhammed’e aittir, mahsustur) Ve bu kelâmdaki ....................... kelimelerinde olan ......... ler zamîr-i gâibdir; (üçüncü şahış,  “o” dur) "hâ"nın nihâyetine (sonuna) lâhık olan (eklenen) "mîm" alâmet-i cem'dir (cem’e, üçüncü çoğul zamirine, işaret eder) . Nasıl ki ......... dahi zamîr-i gâibdir, (üçüncü şahsa işaret eder) velâkin (fakat) vâhid (tek) içindir.

Nitekim, kelâm-ı İlahide (Hakk’ın sözlerinde) bunun nazîri (benzeri) Hak Teâlâ'nın zamîr-i gâib-i cem' (üçüncü çoğul şahıs  zamir) ile ..................... (Fetih, 48/25) buyurmasıdır. Zîrâ (çünkü) küffâr (kâfirler),  kendi vücûd-i izâfılerinin (nisbi, göreli vücutlarının)  müşâhedesinde  (görüşlerinde) müstağrak (batmış) olduklarından Allâh'ı gâib (görünmez) zan ve tahayyül ederler (düşünürler).  Bu müşâhedeleriyle (görüşleriyle) ve bu zan ve tahayyülleriyle (hayalleriyle, düşünceleriyle) huzûr-ı Haktan (Hakk’ın huzurundan,her yerde  hazır, mevcud olan)  teğayyüb edip (değişip, halden hale geçip) cemî'-i mezâhirde (bütün birimlerde, varlıklarda) zâhir olan (açığa çıkan) Hakk'ı  setr ederler (örterler). İşte Hak Teâlâ dahi ....................... kavlinde (sözlerinde) onların zannı üzere (zannettikleri şekilde) zâhir olarak (görülerek) "İnkâr ve setr eden (örten) onlar" dedi; ve cem'-i gâibden (bütün görünmezlerden) kinâye olan (manasına gelen, manasını üstü kapalı bir şekilde anlatan)....... zamîrini getirdi. İmdi onların cehilleri (cahillikleri) sâikasıyla (sebebiyle) Hak Hakkında tevehhüm (kuruntuya düştükleri, vehim) ettikleri gayb (görülmezlik, gizlilik), suver-i âlemden (evren suretlerinden) ibâret olan meşhûd-i hâzır ile (hali hazırda olup görülenler, açığa çıkmış varlıklar) inde'l-ârifin (ariflere göre) murâd olunan şeyden, ya'nî vücûd-i Hak'tan, (Hakk’ın vücudundan) onlar için setr oldu (örtüldü, gizlendi). Zîrâ (çünkü) Hak, mezâhir (görüntü mahalleri, (birimler) ile zâhir (açıktır, görülür) ve cemî'-i mezâhirde (bütün varlıklarda, görüntü mahallerinde) hâzırdır (huzurda, meydanda, bizzat bulunandır).  Ve Hakk'ı maddeden mücerred (yalın, soyutlanmış) olarak görmek mümkün değildir. Nitekim, tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Muhammedî'de (Muhammed bölümünde) gelecektir. Hal böyle iken Hakk'ı gaybe tâhsîs edip (gizli, bilinmez  kılıp) O'nu gâibde (bilinmezlikte,ötelerde) aramak cehl-i azîmdir (büyük cahilliktir). Ve bu hakîkat yukarıda ve ....................... kavlinin (sözlerinin) tefsîr (yorum) ve îzâhında (açıklamasında) beyân olundu (anlatıldı).

İşte, bu nükteye mebnî (incelikten ötürü) İsa (a. s.), zamîr-i gâib (üçüncü şahıs zamiri) ile .......... dedi. Halbuki ......... zamîr-i gâibinin (üçüncü şahıs zamirinin) delâlet (işaret) ettiği gayb (gizlilik, bilinmezlik), öyle bir hicâbın (örtünün) ve perdenin aynı oldu ki, bu zamirden kinâye olan (üstü kapalı olarak anlatılmak istenen mana) kavm (insan topluluğu, insanlar), o hicâb (perde, örtü) içinde Hak'tan muhtecib (örtünmüş) oldular. Ve bu hicâb (örtü), sûret ve taayyün-i İsa'nın (İsa a.s.’ın vücudunun) hicâbıdır (örtüsüdür). Zîrâ (çünkü) onlar sûret-i mukayyede-i îseviyye (İsa a.s.’ın kayıtlı vücudu) ile Hakk-ı mutlaktan (kayıtsız, mutlak haktan) muhtecib oldular. (perdelendiler) Ve Hakk-ı mutlakın (sınırsız, kayıtsız, salt vücut sahibi olan Hakk’ın) cemî'-i mezâhirde (bütün varlıklarda) zâhir (açık, görülür) ve hâzır (mevcut) olduğunu müşâhede edemediler (göremediler).  İmdi Allah Teâlâ onları, Hak'tan hâl-i gaybetlerinde ve O'nun müşâhedesinden (görmesinden) hâl-i hicâblarında (perdeli olduklarında),  lisan-ı İsa (İsa’nın dili, lisanı) ile ................. kavlinde (sözlerinde) veyâhut Kur'ân-ı Kerîm'de ............ kavlinde (sözlerinde) mevt (ölüm) ile hicâbın (perdenin) ref’i (kaldırılması) sûretiyle (yoluyla),  Hak'la hâsıl olacak (oluşacak) olan huzûrdan evvel zikretti (andı).  Ve gaybette Hakk'ın onları zikretmesi (anması),  onlar için maya oldu; tâ ki bu maya sâyesinde, onlar mevt (ölüm) ile veyâ yevm-i kıyâmette (kıyamet gününde) ba's (dirilmek) ile hicâbın (perdenin) mürtefi' olması (kalkması) hâlinde, huzûr-ı Hak'ta (Hakk’ın huzurunda) kâim (mevcut) oldukları vakit, onların vücûdât-ı izâfiyyeleri (göreli, kayıtlı vücutları) acîni, ya'nî hamuru, mayanın misli (eşi, benzeri) ola ve bu maya, onların vücûdât-ı izâfiyyelerinde (nisbi, göreli vücutlarında) tahakküm ede (hakim ola).  Zîrâ (çünkü), Allâh'ın zikri (anması) ekberdir (en büyüktür). Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: .................... (Ankebût, 29/45)  Ve Hakk'ın onları gaybette  zikri (anması),  onları kendi hakîkatlerine ircâ' olup (geri döndürüp) hakâyık (hakikâtler) ve isti'dâdât-ı zâtiyye (kendi, zati istidatları) ise, maya mesâbesindedir (derecesindedir). Ve ashâb-ı evhâmın (vehim sahiplerinin) vücûdât-ı izâfiyyesi (kayıtlı, nisbi vücutları) ise mayasız hamur mesâbesindedir (derecesindedir). Binâenaleyh (nitekim), Hakk'ın onları zikri (anması) mayasız hamura maya katmak demek olduğundan, onlar mevt (ölüm) ile ve kıyâmette ba's (dirilmek) ile kendi vücûdât-ı izâfıyyelerinin (nisbi, göreli vücutlarının) mevhûm olduğuna (aslında olmayıp vehm ettiklerini, var sandıklarını) muttali' (öğrenmiş) ola­caklarına ve bu zamandaki mevtınin (yerleştikleri, bulundukları ortamın) îcâbına (gerektirdiklerine) göre, kendilerine verilmiş olan vücûdda Hakk'ın zuhûrunu (ortaya çıkışını) bilâ-hicâb (perdesiz) müşâhede edeceklerine mebnî (göreceklerinden ötürü),  vücûdât-ı izâfiyyelerinin (nisbi, göreli vücutlarının) hamuru mayaya münkalib (dönüşmüş) olarak bu hamur, mayanın misli (benzeri, aynı) olur. Binâenaleyh (nitekim) maya, hamurda tahakküm ederek (hamura hakim olarak) hamuru kendi misli (aynı, benzeri) etti.

Ba'dehû (daha sonra) cenâb-ı İsa ............... "Zîrâ (çünkü) onlar senin kullarındır" dedi. Binâenaleyh (nitekim), kâf-i hitâb ile ifrâd (tek kıldı) ve tahsîs etti (ayırdı, mahsus kıldı).  Ve onlar her ne şeye ibâdet ederlerse etsinler, ancak Senin kullarındır. Ve onlar için Senin kulluğundan çıkmak ihtimâli yoktur. Zîrâ (çünkü), cemî'-i mezâhirde (bütün görüntü yerlerinde (varlıklarda) zâhir olan (görünen) Sensin ve cenâb-ı  İsa Senin mezâhirinden (görüntü mahallerinden) bir mazhardır (bir görüntü yeridir). Eğer onlar, benim mazhar-ı İseviyyetimde (görüntü mahallimin İsa’lığında (vücudumun İsa’lığında) Sen'i hasr ile (sınırlayarak) ibâdet ederler ise, bu ibâdetleri yine Sana râci' (dönük) olur. Zîrâ (çünkü) cemî'-i esmâyı câmi' (bütün esmayı kendinde toplamış) olan ayn-ı vâhidesin (tek hakikâtsin).  Vâkıâ (her ne kadar) cehilleri (bilgisizlikleri) sebebiyle onların buna vukuf (bunu bilir) ve şuûrları yoktur (anlayamazlar).  Velâkin, onlar bu tevhîd-i iztırârî  üzerinedir. Onların bu cehilleri (bilgisizlikleri) Senden istiğnâlarını (çekinmelerini) icâb etmez (gerektirmez). Onlar mâdemki Senin kullarındır, onlardaki zilletten (alçaklıktan, aşağılıktan) daha büyük zillet (aşağılık) olamaz. Zîrâ (çünkü), onların Kayyûm-i vücûdu (vücutlarının varlığı),  Senin vûcûd-i mutlakın (sonsuz, kayıtsız vücudun) olduğu cihetle (bakımından), aslâ onların kendi nefislerinde ve vücûdlarında tasarrufu yoktur. Binâenaleyh (nitekim), efendileri, onlardan ne isterse onlar o şeyin ve o irâdenin (isteğin) hükmüne tâbi'dirler (uyarlar). Ve efendilerinin onların üzerinde vâkı' olan (olagelen) tasarrufunda, aslâ bir şerîk (ortaklık) ve ortak yoktur. Binâenaleyh (nitekim) onlar benim mazhar-ı İseviyyetimde (İsa olarak bulunduğum bu vücutta), Sen'i hasr etmek (mahsus kılmaları, sınırlamaları) sûretiyle beni ilâh ittihâz (kabul) edip ibâdet etmişler ise,  bu hal (oluş),  onların hakîkatleri ve ayn-ı sâbiteleri (ilmi suretlerinin) iktizâsındandır (gereklerindendir). Zîrâ (çünkü) onlar ilm-i İlahinde (İlahi ilminde, Allah’ın ilminde) bu sûretle ma'lûm-ı İlahiyyen (İlahi bilinenin) oldu. Ve senin ilmin ma'lûma (bilinene) ve irâden dahi ilme tâbi'dir (bağlıdır).  İmdi onların hakâyıkı (hakikâtleri) bu vech (yön) ile ma'lûm-i İlahiyyen (İlahi bilinenin, Allah’ın ilminde ilmi suret olarak açığa çıkmış) olmakla; mertebe-i şehâdette (dünyada) dahi bu sûretle zâhir olmalarını (meydana çıkmalarını) irâde buyurdun. (istedin) Ve onlar, Senin kulların oldukları ve Sen dahi onların Seyyid'i (efendisi) olduğun için, senin irâde-i İlahiyyene (İlahi iradene) muhâlefet edebilirler (karşı gelebilirler) mi idi? Binâenaleyh (nitekim) onlar isti'dâdât-ı zâtiyyelerine (kendi istidatlarına) müstenid (dayalı) olan irâdene (isteğine) tâbi' (bağlı) oldular. İşte bu nükteye (inceliğe) [mebnî] (dayalı) cenâb-ı İsa "Senin ibâdın" (kulların) dedi. Ve .......... kelimesindeki kâf-i hitâb ile ifrâd (tek kıldı) ve tahsîs eyledi (ayırdı).

İsa (a.s.)’ın .............. kavlindeki (sözlerindeki) "azâb"dan murâd dahi, kavminin izlâlidir (alçalması, küçük görülmesidir).  Zîrâ (çünkü), hâl-i azâb (azab, sıkıntılı, üzüntülü hal) içinde bulunanda aslâ “izzet” mutasavver değildir (düşünülemez) o  kimse  zelildir (aşağılanan, hor görülendir) ve bir azîz ve kâhirin (kahredicinin) dest-i kudretinde (kudret elinde) zebûndur (güçsüzdür, acizdir). Halbuki, kavm-i İsa (isa’nın kavmi) ibâd (kullar) oldukları cihetle onlardan daha zelîl (alçak, aşağı) yoktur. Çünkü abdiyyetleri (kullukları) hasebiyle hiçbirisinin kendi nefsinde tasarrufa (kullanma, idare etme) kudreti yoktur. Onlarda mutasarrıf olan (tasarruf eden, kullanan) Hak'tır. Ve nefsü'l-emrde (aslına bakılırsa) onlar  dünyâda Senin irâden (isteğin) ile onlara gelen âlâm (elemler, kederler) ve belâyâ (belalar, felaketler) ile muazzeb (sıkıntı, azap içinde) oldukları cihetle (bakımdan) zillet (alçaklık, aşağılık) içindedirler. Ve kezâ (böylece),  onların a'yân-ı sâbiteleri (ilmi suretleri),  bu mertebe-i şehâdette (dünyada) azâb-ı cehl (ilimsizlik sıkıntısı, azabı) içinde zelîl (aşağı, alçak) olmalarını iktizâ eder (gerektirir). Böyle olunca onlar iki kat azâb (sıkıntı) içindedir. Birisi abd (kul) oldukları cihetle (bakımından) Senin dest-i kudretinde (kudret elinde) zebûn (güçsüz, aciz) olmaları ve diğeri müstağrak-ı cehâlet (cehalete batmış) olarak  Hakk'ı gâibde (bilinmezlikte (ötelerde) aramalarıdır. Binâenaleyh (nitekim), Sen onları, içinde bulundukları bu azâbdan daha aşağı azâb ile zelîl (aşağı, alçak) etmezsin. Zîrâ (çünkü), dünyâda dest-i kahrında (kahreden elinle) zebûn (aciz, zayıf) oldukları gibi, âhirette de bu hâl (oluş) içindedirler. Bundan daha aşağı ne azâb olur?

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.06.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail