BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
Ondan
sonra kelime-i İseviyyeyi ve kelime-i Muhammediyyeyi dedi. Onun
İseviyye olmasına gelince, zîrâ o, Allah Teâlâ'nın kendi
kitâbında ondan ihbârı ile kavl-i İsa'dır. Ve onun Muhammediyye
olmasına gelince, imdi o, Muhammed (s.a.v.)’den vukû'undan
nâşîdir. Ondan sâdır olduğu mekânda, bütün bir gecede onu tekrâr
ettiği halde, onunla kâim oldu ve
fecrin
tulû'una kadar, onun gâyrisine geçmedi.
............................ ............ (Mâide, 5/118) "Eğer
sen onları ta'zîb edersen, onlar Senin kullarındır ve eğer
onları mağfiret edersen Sen Azîz ve Hakîmsin." Ve ........
zamîr-i gâib olduğu gibi ....... de zamîr-i gâibdir. Nitekim
zamîr-i gâib ile ..................... (Fetih, 48/25) dedi. İmdi
gayb, meşhûd-i hâzır ile murâd olunan şeyden onlar için setr
oldu. İmdi zamîr-i gâib ile ................. dedi. Halbuki o,
onların Hak'tan onda oldukları hicâbın aynıdır. İmdi Allah Teâlâ
onları, onların huzurlarından evvel zikretti, tâ ki hâzır
oluncaya kadar, hamîre acînde tahakküm etmiş olur. Böyle olunca
onu kendi misli eyledi. ..................... "Zîrâ onlar senin
kullarındır." İmdi, onun üzerine oldukları tevhîdden dolayı
hitâbı ifrâd eyledi. Halbuki onlardaki zilletten a'zam zillet
yoktur. Zîrâ, onlar için nefislerinde tasarruf yoktur.
Binâenaleyh onlar, seyyidlerinin onlardan dilediği şeyin hükmü
üzeredir. Halbuki onun için, onlarda şerîk yoktur. Zîrâ, "Senin
ibâdın" dedi. Böyle olunca ifrâd eyledi. Ve "azâb" ile murâd,
onların izlâlidir. Halbuki ibâd olduklarından dolayı, onlardan
daha zelîl yoktur. İmdi onların zevâtı, onların ezillâ'
olmalarını iktizâ eder. Binâenaleyh Sen onları izlâl etmezsin.
Zîrâ Sen onları, abîd olduklarından nâşî, içinde bulundukları
zilletten daha da aşağısı ile izlâl etmezsin (39).
Ba'dehû
(daha sonra)
İsa (a.s.), hem kelime-i İseviyye ve hem de kelime-i
Muhammediyye olan şu ............................. (Mâide,
5/118) "Eğer sen onları ta'zîb
(eziyet) edecek olur isen, onlar Senin kullarındır ve
eğer mağfiret edecek (suçlarını
bağışlayacak) olur isen, Sen Hakîm olan Azîz'sin"
kavlini (sözlerini) dedi.
Bu kelâmın (sözlerin)
İsevî (İsa’ya ait)
olmasına gelince: Çünkü bu kavl
(sözler), Allah
Teâlâ'nın kendi kitâbı olan Kur'ân-ı Azîmü'ş-şânda
(şanı büyük olan yüce Kur’an’ da)
, Cenâb-ı İsa'dan
(Hz. İsa’dan) sudûrunu
(çıktığını) bize haber
verdiği için, kavl-i İsâ'dır.
(İsa’nın sözleridir) Ve Muhammedî
(Muhammed’e ait)
olmasına gelince: O da, bu kelâmın Muhammed (s.a.v.)’den
vuku' bulduğu (çıktığı, meydana
geldiği) içindir. Zîrâ
(çünkü), bu kelâmın
(sözün)
fem-i saâdetlerinden (saadetli
ağızlarından) sâdır olduğu
(çıktığı) mekânda, bütün bir
gecede bu kelâmı tekrâr buyurdukları halde, o kelâm ile kâim
oldu ve tulû'-ı fecre
(tan yerinin ağarmasına)
kadar bu kelâmdan başka bir şey söylemediler. Bu hal; Hacc-i
Vedâ'da (son haccında)
vâkı' olmuş (geçmiş) idi.
İşte bu kelâm, cenâb-ı İsa'dan ümmeti Hakkında sudûr ettiği
(çıktığı) ve (S.a.v.)
Efendimiz'den leyle-i kâmilede (bütün
bir gecede) tekrâr sûretiyle sâdır olduğu
(çıktığı) için, hem İsevî
(İsa’ya aittir, mahsustur) ve
hem de Muhammedîdir. (Muhammed’e
aittir, mahsustur) Ve bu kelâmdaki
....................... kelimelerinde olan ......... ler zamîr-i
gâibdir; (üçüncü şahış, “o” dur)
"hâ"nın nihâyetine
(sonuna) lâhık olan
(eklenen) "mîm" alâmet-i cem'dir
(cem’e, üçüncü çoğul zamirine, işaret
eder) . Nasıl
ki ......... dahi zamîr-i gâibdir,
(üçüncü şahsa işaret eder) velâkin
(fakat) vâhid
(tek) içindir.
Nitekim,
kelâm-ı İlahide (Hakk’ın sözlerinde)
bunun nazîri (benzeri)
Hak Teâlâ'nın zamîr-i gâib-i cem'
(üçüncü çoğul şahıs zamir)
ile ..................... (Fetih, 48/25)
buyurmasıdır. Zîrâ (çünkü)
küffâr (kâfirler),
kendi vücûd-i izâfılerinin
(nisbi, göreli vücutlarının)
müşâhedesinde (görüşlerinde)
müstağrak (batmış)
olduklarından Allâh'ı gâib
(görünmez) zan ve tahayyül ederler
(düşünürler).
Bu müşâhedeleriyle
(görüşleriyle) ve bu zan ve
tahayyülleriyle (hayalleriyle,
düşünceleriyle) huzûr-ı Haktan
(Hakk’ın huzurundan,her yerde hazır,
mevcud olan) teğayyüb edip
(değişip, halden hale geçip)
cemî'-i mezâhirde (bütün birimlerde,
varlıklarda) zâhir olan
(açığa çıkan) Hakk'ı setr ederler
(örterler).
İşte Hak Teâlâ dahi ....................... kavlinde
(sözlerinde) onların zannı
üzere (zannettikleri şekilde)
zâhir olarak (görülerek)
"İnkâr ve setr eden (örten)
onlar" dedi; ve cem'-i gâibden
(bütün görünmezlerden)
kinâye olan (manasına
gelen,
manasını üstü kapalı
bir şekilde anlatan).......
zamîrini getirdi. İmdi onların cehilleri
(cahillikleri) sâikasıyla
(sebebiyle) Hak Hakkında
tevehhüm (kuruntuya düştükleri, vehim) ettikleri gayb
(görülmezlik, gizlilik),
suver-i âlemden (evren
suretlerinden) ibâret olan meşhûd-i hâzır ile (hali hazırda olup görülenler, açığa çıkmış varlıklar)
inde'l-ârifin (ariflere göre)
murâd olunan şeyden, ya'nî vücûd-i Hak'tan,
(Hakk’ın vücudundan) onlar
için setr oldu (örtüldü, gizlendi).
Zîrâ (çünkü)
Hak, mezâhir (görüntü mahalleri,
(birimler) ile zâhir
(açıktır, görülür) ve cemî'-i mezâhirde
(bütün varlıklarda, görüntü
mahallerinde) hâzırdır
(huzurda, meydanda, bizzat bulunandır).
Ve Hakk'ı maddeden
mücerred (yalın,
soyutlanmış) olarak görmek mümkün değildir. Nitekim,
tafsîli (geniş açıklaması)
Fass-ı Muhammedî'de
(Muhammed bölümünde) gelecektir. Hal böyle
iken Hakk'ı gaybe tâhsîs edip (gizli,
bilinmez kılıp) O'nu gâibde
(bilinmezlikte,ötelerde)
aramak cehl-i azîmdir (büyük
cahilliktir).
Ve bu hakîkat yukarıda ve ....................... kavlinin
(sözlerinin) tefsîr
(yorum) ve îzâhında
(açıklamasında) beyân olundu
(anlatıldı).
İşte, bu
nükteye mebnî (incelikten ötürü)
İsa (a. s.), zamîr-i gâib
(üçüncü şahıs zamiri) ile .......... dedi. Halbuki
......... zamîr-i gâibinin (üçüncü
şahıs zamirinin) delâlet
(işaret) ettiği gayb
(gizlilik, bilinmezlik),
öyle bir hicâbın (örtünün)
ve perdenin aynı oldu ki, bu zamirden kinâye olan
(üstü kapalı olarak anlatılmak istenen
mana) kavm (insan
topluluğu, insanlar),
o hicâb (perde, örtü)
içinde Hak'tan muhtecib
(örtünmüş) oldular. Ve bu hicâb
(örtü),
sûret ve taayyün-i İsa'nın
(İsa a.s.’ın vücudunun) hicâbıdır
(örtüsüdür).
Zîrâ (çünkü) onlar sûret-i
mukayyede-i îseviyye (İsa a.s.’ın
kayıtlı vücudu) ile Hakk-ı mutlaktan
(kayıtsız, mutlak haktan)
muhtecib oldular. (perdelendiler)
Ve Hakk-ı mutlakın
(sınırsız, kayıtsız, salt vücut sahibi olan Hakk’ın)
cemî'-i mezâhirde (bütün varlıklarda)
zâhir (açık, görülür)
ve hâzır (mevcut)
olduğunu müşâhede edemediler
(göremediler). İmdi
Allah Teâlâ onları, Hak'tan hâl-i gaybetlerinde
ve O'nun müşâhedesinden
(görmesinden) hâl-i hicâblarında
(perdeli olduklarında),
lisan-ı İsa
(İsa’nın dili, lisanı) ile
................. kavlinde
(sözlerinde) veyâhut Kur'ân-ı Kerîm'de ............
kavlinde (sözlerinde) mevt
(ölüm) ile hicâbın
(perdenin) ref’i
(kaldırılması)
sûretiyle
(yoluyla),
Hak'la hâsıl
olacak (oluşacak)
olan huzûrdan evvel zikretti
(andı). Ve
gaybette Hakk'ın onları zikretmesi
(anması), onlar
için maya oldu; tâ ki bu maya sâyesinde, onlar mevt
(ölüm) ile veyâ yevm-i
kıyâmette (kıyamet gününde)
ba's (dirilmek) ile
hicâbın (perdenin)
mürtefi' olması (kalkması)
hâlinde, huzûr-ı Hak'ta (Hakk’ın
huzurunda) kâim (mevcut)
oldukları vakit, onların vücûdât-ı izâfiyyeleri
(göreli, kayıtlı vücutları)
acîni, ya'nî hamuru, mayanın misli
(eşi, benzeri) ola ve bu maya, onların vücûdât-ı
izâfiyyelerinde (nisbi, göreli
vücutlarında) tahakküm ede
(hakim ola).
Zîrâ
(çünkü),
Allâh'ın zikri (anması)
ekberdir (en büyüktür).
Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur:
.................... (Ankebût, 29/45) Ve Hakk'ın onları
gaybette zikri
(anması),
onları kendi hakîkatlerine
ircâ' olup (geri döndürüp)
hakâyık (hakikâtler)
ve isti'dâdât-ı zâtiyye (kendi, zati
istidatları) ise, maya mesâbesindedir
(derecesindedir).
Ve ashâb-ı evhâmın (vehim
sahiplerinin) vücûdât-ı izâfiyyesi
(kayıtlı, nisbi vücutları)
ise mayasız hamur mesâbesindedir
(derecesindedir).
Binâenaleyh (nitekim),
Hakk'ın onları zikri
(anması) mayasız hamura maya katmak demek olduğundan,
onlar mevt (ölüm) ile ve
kıyâmette ba's (dirilmek) ile kendi vücûdât-ı izâfıyyelerinin
(nisbi, göreli vücutlarının)
mevhûm olduğuna (aslında olmayıp vehm
ettiklerini, var sandıklarını) muttali'
(öğrenmiş) olacaklarına ve
bu zamandaki mevtınin (yerleştikleri,
bulundukları ortamın) îcâbına
(gerektirdiklerine) göre,
kendilerine verilmiş olan vücûdda Hakk'ın zuhûrunu
(ortaya çıkışını) bilâ-hicâb
(perdesiz) müşâhede
edeceklerine mebnî (göreceklerinden
ötürü), vücûdât-ı
izâfiyyelerinin (nisbi, göreli
vücutlarının) hamuru mayaya münkalib
(dönüşmüş) olarak bu hamur,
mayanın misli (benzeri, aynı)
olur. Binâenaleyh (nitekim)
maya, hamurda tahakküm ederek
(hamura hakim olarak) hamuru
kendi misli (aynı, benzeri)
etti.
Ba'dehû
(daha sonra) cenâb-ı İsa
............... "Zîrâ (çünkü)
onlar senin kullarındır" dedi. Binâenaleyh
(nitekim),
kâf-i hitâb ile
ifrâd (tek kıldı) ve
tahsîs etti (ayırdı, mahsus kıldı).
Ve onlar her ne şeye
ibâdet ederlerse etsinler, ancak Senin kullarındır. Ve onlar
için Senin kulluğundan çıkmak ihtimâli yoktur. Zîrâ
(çünkü),
cemî'-i mezâhirde (bütün
görüntü yerlerinde (varlıklarda) zâhir olan
(görünen) Sensin ve cenâb-ı
İsa Senin mezâhirinden (görüntü
mahallerinden) bir mazhardır
(bir görüntü yeridir).
Eğer onlar, benim mazhar-ı İseviyyetimde
(görüntü mahallimin İsa’lığında
(vücudumun İsa’lığında) Sen'i hasr ile
(sınırlayarak) ibâdet ederler ise, bu ibâdetleri yine
Sana râci' (dönük) olur.
Zîrâ (çünkü) cemî'-i
esmâyı câmi' (bütün esmayı kendinde
toplamış) olan ayn-ı vâhidesin
(tek hakikâtsin).
Vâkıâ
(her ne kadar) cehilleri
(bilgisizlikleri) sebebiyle
onların buna vukuf (bunu bilir)
ve şuûrları yoktur
(anlayamazlar). Velâkin,
onlar bu tevhîd-i iztırârî
üzerinedir. Onların bu cehilleri
(bilgisizlikleri) Senden istiğnâlarını
(çekinmelerini) icâb etmez
(gerektirmez).
Onlar mâdemki Senin kullarındır, onlardaki zilletten
(alçaklıktan, aşağılıktan)
daha büyük zillet (aşağılık)
olamaz. Zîrâ (çünkü),
onların Kayyûm-i vücûdu
(vücutlarının varlığı), Senin
vûcûd-i mutlakın (sonsuz, kayıtsız
vücudun) olduğu cihetle
(bakımından),
aslâ onların kendi nefislerinde ve vücûdlarında tasarrufu
yoktur. Binâenaleyh
(nitekim), efendileri,
onlardan ne isterse onlar o şeyin ve o irâdenin
(isteğin) hükmüne tâbi'dirler
(uyarlar).
Ve efendilerinin onların üzerinde vâkı' olan
(olagelen) tasarrufunda, aslâ
bir şerîk (ortaklık) ve
ortak yoktur. Binâenaleyh (nitekim)
onlar benim mazhar-ı İseviyyetimde
(İsa olarak bulunduğum bu vücutta),
Sen'i hasr etmek (mahsus
kılmaları, sınırlamaları) sûretiyle beni ilâh ittihâz
(kabul) edip ibâdet etmişler ise, bu hal
(oluş),
onların hakîkatleri ve ayn-ı
sâbiteleri (ilmi suretlerinin)
iktizâsındandır
(gereklerindendir).
Zîrâ (çünkü) onlar
ilm-i İlahinde (İlahi ilminde,
Allah’ın ilminde) bu sûretle ma'lûm-ı İlahiyyen
(İlahi bilinenin) oldu. Ve
senin ilmin ma'lûma (bilinene)
ve irâden dahi ilme tâbi'dir
(bağlıdır). İmdi
onların hakâyıkı (hakikâtleri)
bu vech (yön) ile
ma'lûm-i İlahiyyen (İlahi bilinenin,
Allah’ın ilminde ilmi suret olarak açığa çıkmış)
olmakla; mertebe-i şehâdette
(dünyada) dahi bu sûretle zâhir olmalarını
(meydana çıkmalarını) irâde
buyurdun. (istedin) Ve
onlar, Senin kulların oldukları ve Sen dahi onların Seyyid'i
(efendisi) olduğun için,
senin irâde-i İlahiyyene (İlahi
iradene) muhâlefet edebilirler
(karşı gelebilirler) mi idi?
Binâenaleyh (nitekim)
onlar isti'dâdât-ı zâtiyyelerine
(kendi istidatlarına) müstenid
(dayalı) olan irâdene
(isteğine) tâbi'
(bağlı) oldular. İşte bu
nükteye (inceliğe) [mebnî]
(dayalı) cenâb-ı İsa
"Senin ibâdın" (kulların)
dedi. Ve .......... kelimesindeki kâf-i hitâb ile ifrâd
(tek kıldı) ve tahsîs eyledi
(ayırdı).
İsa
(a.s.)’ın .............. kavlindeki
(sözlerindeki) "azâb"dan murâd dahi, kavminin
izlâlidir (alçalması, küçük
görülmesidir). Zîrâ
(çünkü),
hâl-i azâb (azab,
sıkıntılı, üzüntülü hal) içinde bulunanda aslâ
“izzet” mutasavver değildir
(düşünülemez) o kimse zelildir
(aşağılanan, hor görülendir)
ve bir azîz ve kâhirin (kahredicinin)
dest-i kudretinde (kudret
elinde) zebûndur
(güçsüzdür, acizdir).
Halbuki, kavm-i İsa
(isa’nın kavmi) ibâd
(kullar) oldukları cihetle onlardan daha zelîl
(alçak, aşağı) yoktur. Çünkü
abdiyyetleri (kullukları)
hasebiyle hiçbirisinin kendi nefsinde tasarrufa
(kullanma, idare etme)
kudreti yoktur. Onlarda mutasarrıf olan
(tasarruf eden, kullanan)
Hak'tır. Ve nefsü'l-emrde (aslına
bakılırsa) onlar dünyâda Senin irâden
(isteğin) ile onlara gelen
âlâm (elemler, kederler)
ve belâyâ (belalar, felaketler)
ile muazzeb (sıkıntı, azap
içinde) oldukları cihetle
(bakımdan) zillet
(alçaklık, aşağılık) içindedirler. Ve kezâ
(böylece),
onların a'yân-ı sâbiteleri
(ilmi suretleri),
bu mertebe-i şehâdette
(dünyada) azâb-ı cehl
(ilimsizlik sıkıntısı, azabı)
içinde zelîl (aşağı, alçak)
olmalarını iktizâ eder
(gerektirir).
Böyle olunca onlar iki kat azâb
(sıkıntı) içindedir. Birisi abd
(kul) oldukları cihetle
(bakımından) Senin dest-i
kudretinde (kudret elinde)
zebûn (güçsüz, aciz)
olmaları ve diğeri müstağrak-ı cehâlet
(cehalete batmış) olarak
Hakk'ı gâibde (bilinmezlikte
(ötelerde) aramalarıdır. Binâenaleyh
(nitekim),
Sen onları, içinde bulundukları bu azâbdan daha aşağı
azâb ile zelîl (aşağı, alçak)
etmezsin. Zîrâ (çünkü),
dünyâda dest-i kahrında (kahreden
elinle) zebûn (aciz,
zayıf) oldukları gibi, âhirette de bu hâl
(oluş) içindedirler. Bundan
daha aşağı ne azâb olur?
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.06.2005
http://sufizmveinsan.com
|