170 Bölüm

BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC    HİKMET-İ NEBEVİYYE" BEYÂNINDANDIR

………………… (Mâide, 5/118) "Ve eğer sen onlar için gafr edersen",  ya'nî muhâlefetleri sebebiyle onların müstehak oldukları azâbın îkâ'ından Sen onları setr edersen, ya'nî Sen onlar için örtecek bir şey kılarsan, ki onları bundan setr eyleye ve onları onda men' eyleye. ...................... "İmdi sen muhakkak Azîz'sin", ya'nî men’u'l-hımâsın. Ve Hak Teâlâ bu ismi kullarından verdiği kimseye verdiği vakit, Hak Mu'izz ile ve kendisine bu isim verilen, Azîz ile mütesemmî olur. İmdi Müntakım ve Muazzib'in, intikâm ile azâbdan murâd ettiği şeyden menî’u’l-hımâ olur. Ve yine te’kîden-li'l-beyân fasl ve imâd ile getirdi. Ve âyet .......................... kavlindeki ve ....................... kavlin­deki mesâk-ı vâhid üzere vâkı' olmak için, yine evvelki gibi .................... geldi (40).

Ya'nî İsa (a.s.) ba'dehû (daha sonra) ..................... dedi ki: Senin emrine muhâlefetleri (karşı çıkmaları) ve tâatine (ibadetini) adem-i imtisâlleri (yerine getirmemeleri) sebebiyle müstehak (hak etmiş) oldukları azabın onların üzerine îkaından (düşmesinden) Sen onları setr edersen (örtersen),  demek olur. "Gafr"ın ma'nâsı setr ve örtüdür. Nitekim başı muhâfaza etmek için esnâ-yı harbde (harp sırasında) başı setr eden (kapatan)  zırhın adına "miğfer" derler. Şu halde ............. demek, Sen onlar için bir setr ve örtü yaparsın ki, bu örtü onları, îkâ'-ı azâbdan (azap bulmalarından) setr eder (örter). Ve onları bu azâbın îkâ'ından (meydana gelmesinden) hıfz (korur) ve himâye (muhafaza eder)  ve vikâye (esirger, kayırır) ve hırâset eyler (korur).

..................... "Sen muhakkak Azîz'sin" ya'nî menî’u'l-hımâsın (himayesi altında bulundurduğuna başkasının  musallat olmasına, sataşmasına mani olansın). "Menî" mâni’ ma'nâsına ve "hımâ" dahi, himâye olunan şey ma'nâsına gelir. "Menî’ul'l-hımâ" himâyesi tahtında (altında) bulunan şeye gayrin (başkasının) tasallutunu (sataşmasını, musallat olmasını) men' eden (yasaklayan) ma'nâsına olur. Binâenaleyh (nitekim) ............. demek, Senin himâye (koruduğun, muhafaza) ettiğin şey üzerine vâkı' olacak (oluşacak) tasallut (musallat olma, sataşma) ve tecâvüzü, ahadiyyet-i Zâtiyyene (ahad olan Zat’ına) mahsûs (ait) olan izzet ile mâni’sin (men edensin, engelleyensin) demek olur. Ve bu ism-i Azîz'i (aziz ismini) Hak Teâlâ kullarından birisine verdiği ve ona bu isim ile tecellî eylediği (göründüğü, belirdiği) vakit, bu abdini (kulunu) "azîz" ettiği için, Hak Teâlâ Mu'izz (izzet ve ikram edici, ağırlayıcı) ismi ile mütesemmî (isimlenmiş) olur. Ve kendisine bu ism-i şerîf verilmiş olan abd (kul) dahi, ind-i Hak'ta (Hakk katında) "azîz" olduğu için, “Azîz” (muhterem, saygın, sevgili) ismi ile mütesemmî (isimlenmiş) olur. Ve ism-i Azîz (Aziz ismi) ile mütesemmî olan (isimlenen) abd (kul) ise mahmiyy-i Hak (Hakk’ın koruduğu kimse) olur ve onun hıfz (muhafazası) ve vikâyesi (koruması) tahtında (altında) bulunur. İmdi Müntakım ve Muazzib isimlerinin, intikam ve azâb cinsinden murâd ettiği şeyler her ne ise, ism-i Azîz (Aziz ismi) ile mütesemmî olan (isimlenen) abd (kul), Hakk'ın himâye-gerdesi (korunmuşlarından) olup Hak, bu isimlerin o abd (kul) üzerine tasallutunu (musallat olmasını) men' eder (yasaklar). Zîrâ (çünkü), Hak sıfat-ı gafûriyyet (yarlıgayan, bağışlayan, merhamet edici sıfatı) ile bir abdini (kulunu) setr ettiği (örttüğü) vakit, Gafûr isminin mukabili (karşılığı, zıddı) bulunan esmânın tasallutunu (musallat olmasını, sataşmasını) men' eyler (yasaklar).

Ve İsa (a.s.) kezâlik (böylece) beyânı (açıklamalarını) te'kîd (sağlamlaştırmak) için, ulemâ-i nahviyyeden (Arapça dil âlimlerinden) Kûfiyyûn indinde (kûfe âlimlerinin görüşlerinde) "fasl" ve Basriyyûn (Basra âlimleri) indinde (görüşünde) "imâd" ile ............. kavlini (sözünü) getirmek sûretiyle ................. (Mâide, 5/118) dedi. Ve bu sûretle Hak Teâlâ hazretlerinin istifhâmına (öğrenmek için sordukları sorulara) karşı verdiği cevapları mübeyyin olan (açıklayan) âyet. ............................ (Mâide, 5/117) kavillerindeki (sözlerindeki) üslûb ve namta (tarza) muvâfık (uygun) düşüp mesâk-ı vâhid (tek ifade tarzı) üzere vâkı' oldu. (gerçekleşti) Ve İsa (a.s.) bu kavillerde (sözlerde) siyâk (tarz) ve üslûb üzere ................. dedi.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.), bu âyet-i kerîmedeki ba'zı esrâr-ı İseviyyeyi (İsa a.s.’a ait sırları) beyanından (anlattıktan) sonra ona müteallık (ilgili, bağlı) olan esrâr-ı Muhammediyye’nin (Muhammed a.s.’a ait sırların) ba'zısının dahi beyânına (anlatmaya) şurû' edip (başlayıp) buyururlar ki:

İmdi Nebî'den suâl ve tulû'-i fecre varıncaya kadar, leyle-i kâmilede, mes'elede Rabb'ine ilhâh idi, ki icâbeti talebden dolayı tekrâr ederdi. İmdi eğer suâlin evvelinde icâbeti işite idi, tekrâr etmezdi. İmdi Hak Teâlâ, onun sebebiyle azâba müstevcib oldukları şeyin fusûlünü, arz-ı mufassal ile, ona arz eder idi. Binâenaleyh, her bir arzda ve aynda ona ........................... (Mâide, 5/118) der idi. İmdi bu arzda, eğer Hakk'ın takdîmini ve onun İsar-ı cenâbını mûcib olan şeyi göre idi, onlar için değil, onlar üzerine duâ eder idi. Böyle olunca ona ancak şu şeyi arz etti ki, onun sebebiyle, Allah Teâlâ'ya teslîmden ve onun afvine tefvîzdan bu âyetin i'tâ ettiği şeye müstehak oldular (41).

Ya'nî ............................. (Mâide, 5/118) kelâmı (sözü),  hâtem-i Enbiyâ (son Nebi, Peygamber) (s.a.v.) Efendimiz'den suâl (talep etme) ve tulû'-i fecre (tan yerinin ağarmasına) kadar, bütün bir gecede suâlde (duasında) Rabb'ine ilhâh olarak (ısrarla üstüne düşerek) vâkı' olmuş (gerçekleşmiş) idi ki, Hak'tan bu suâle (duayı) icâbeti taleb buyurduğu (kabul etmesini istediği) için, bu âyet-i kerîmeyi tekrâr ederdi. Eğer suâlin (duanın) ibtidâsında (başında),  Hak'tan icâbet vâkı' olduğunu (duasının kabul edildiğini) işite idi, bu âyet-i kerîmeyi böyle bu kadar tekrâr etmez idi.

İmdi Hak Teâlâ (S.a.v.) Efendimiz'e, ümmeti için azâbı (sıkıntıyı, kederi) mûcib olacak (gerektirecek) günahların envâ'ını (çeşitlerini), tafsîlâtıyla (teferruatıyla) göstermek sûretiyle, ya'nî ümmetinden her bir ferdi (kişiyi) ve o ferdin (kişinin) günahlarını, birer birer göstererek arz eder (gösterir, önüne koyar) idi. Binâenaleyh (nitekim) (S.a.v.) Efendimiz, her bir gösterişte ve her bir ferdi (kişiyi) ve günahlarını müşâhede ettiği hînde (gördüğü sırada),  Hak Teâlâ'ya ........................ (Mâide, 5/118) der idi. İmdi (S.a.v.) Efendimiz Hakk'ın bu gösterişinde, Hak hakkında mûcib-i takdîm olan (öne geçirmesi, göstermesi lazım gelen) şeyi ve onun İsar-ı cenâbını (ikramını) îcâb eden (gerektiren) şeyi göre idi, ümmetinin lehine (çıkarına) değil, bilakis aleyhine (zıttına) duâ eder idi. Ya'nî Hak Teâlâ risâlet-penâh Efendimiz'e (peygamberimize) ümmetinin â'yânını (hakikatlerini, ilmi suretlerini) ve onların günahlârını keşf ettiği (öğrettiği) vakit, bu arz ettigi (öne koyduğu) efrâd (kişiler) hakkında gösterdiği günahları sebebiyle, kahr ile (zorlayıcı, kahredici) muâmeleyi irâde eylediğini (istediğini) ve kezâ (böylece) Müntakım (intikam alan) ismiyle onlara tecellî etmek (görünmek) murâdında bulunduğunu irâe ede (gösterse) idi, (S.a.v.) Efendimiz, Hakk'ın murâdını takdîm (öne geçirip) ve Hak tarafını tercîh edip, afv ve mağfıret (bağışlama) talebiyle ümmetinin lehine (çıkarına) duâ etmez, belki kahr ve intikâm ile onların aleyhine (zıttına) duâ ederdi. Zîrâ (çünkü) kahr ve intikâm irâdesi (isteği), Cenâb-ı Hakk'ın İsar (ikramını) ve tercîhini mûcib olan (gerektiren) şeydir. Çünkü kahr ve intikâm cihetinde (yönünde) abdin (kulun) aslâ hazzı (zevki, memnunluğu) yoktur; ve bu tecellî onun hakkında nâ-mülâyimdir (hoş değildir).  Ve afv ve mağfiret (bağışlama) envâ'-ı lutuftan (lutfun çeşitlerinden) olduğundan, bunlarla olan tecellîde abdin (kulun) haz (hoşnutluğu) ve zevkı vardır. Ve irâde-i kahr ve intikâm (kahr ve intikam talebinde bulunmak) ise zevk-ı Hak'tır (Hakk’ın zevkidir), onda abdin (kulun) müşâreketi (ortaklığı) yoktur. Vâkıâ (gerçi) kahr ve intikamın zımnında (dolayısıyla) dahi lutuf var ise de bu hafidir (gizlidir). Nitekim, pederi (babası) evlâdının kabâhatine gazab edip, (kızıp) darb etmek (vurmak) sûretile, ona kahr ile mütecellî olur (görünür).  Bu tecellîde yalnız pederin zevkı vardır ki, çocuğunu dövünce onun gazabı (öfkesi) kesb-i sükûnet eder (sakinlik kazanır, sakinleşir). Halbuki bu dayak çocuk için bi't-tabi' (tabii olarak) zevk-âver (zevk verici) bir şey değildir. Fakat onun zımmında (dolayısıyla) çocuğun te'dîbi (terbiye edilme) fâidesi (faydası) mündemic olduğundan, (bulunduğundan) bu tecellîde lutf-i hafî (gizli lutuf) vardır.

Böyle olunca Hak Teâlâ hazretleri bu arzda (göstermede), (S.a.v.) Efendimiz'e, ancak şu şeyi arz etti (gösterdi) ki, o gösterdiği şey sebebiyle, onun ümmeti, Allah Teâlâ'ya teslîmden ve onun afvine (affetmeyi) tefvîzdan (Hakk’tan beklediklerinden) bu âyetin i'tâ ettiği (verdiği) şeye müstehak oldular (hakkettiler). Ya'nî bu âyet-i kerîmede azâb ile afvin (affetmenin) Hakk'a mûfevvaz olduğu (havale olunduğu) beyan buyrulmakta (bildirilmekte) olduğundan ve Hak Teâlâ'nın hîn-i  arzında (gösterdiği sırada) Efendimiz'e ümmetinin ayrı ayrı efrâdı (fertleri) ve yalnız günahları gösterildiğinden ve günah ise mağfireti (bağışlamayı) iktizâ eylediğinden, (gerektirdiğinden) bu âyetin verdiği şey, ahvâl-i ümmetin Hakk'a teslîmi ve Hakk'ın afvine (affetmeyi) tefvîzı (hakka havale etmek, hakk’tan beklemek) olur; ve ümmetinin müstehak olduğu (hakkettiği) şey de bunlardan ibâret olur. Beyt:

Âyna-i mağfıret sûret-i isyânedir
Halk günâh etmese, halk eder âhar ilâh.

Ve vârid oldu ki muhakkak Hak, duâsında abdinin savtına muhabbet ettikde, ondan i'râzan değil, onun hakkında hubben icâbeti te'hîr eder; tâ ki bu, ondan tekerrür eyleye. Ve işte bunun için, ism-i Hakîm'i getirdi. Ve Hakim, eşyâyı kendi mevzı'lerine vaz' eden kimsedir. Ve sıfâtıyla hakâyıkının iktizâ ettiği ve tateb eylediği şeyden onlar ile udûl etnez. İmdi Hakîm, tertîbi Alîm'dir (42).

Ya'nî hadîs-i şerîfte vârid oldu ki: Hak Teâlâ hazretleri bir kulunun duâsında savtına (yüksek sesle söylemesini) muhabbet ettikde (sevdiğinde), o kuldan i'râz ettiği (yüz çevirdiği) için değil, belki onu sevdiği için, talebenin is'âfını (isteğinin kabulünü) te'hîr eder (geciktirir).  Ve bu te'hîri (geciktirmesi), o abd (kul) talebinde (isteğinde) ilhâh (ısrarla üstüne düşsün) ve ısrâr etsin ve duâsını tekrâr eylesin diye yapar. Ma'lûmdur ki, abdin (kulun) talebi (isteği) ve duâsı ya kalben veyâ lisânen (sözlü) olur. Zîrâ (çünkü) lisânın kelâmı olduğu gibi kalbin dahi kelâmı vardır. Allah Teâlâ hazretleri ise, cehren (yüksek sesle, alenen) ve sırren (gizli olarak) olan münâcâtı (yalvarışı, duayı) işitir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur. ......................... (Tâhâ, 20/7) Binâenaleyh (nitekim) abdin (kulun) savtına (yüksek sesle) taalluk eden  (gerçekleşen) muhabbet-i İlâhiyye (İlahi sevgi) her ikisine de şâmil (içine almış, kaplamış) olur.

Ve cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (r.a.) Fîhî Mâ Fîh nâmındaki (adındaki) eser-i âlîlerinde (yüce esrlerinde) bu ma'nâyı şöylece beyân buyururlar (açıklarlar):

....................................................

Ya'nî "Rivâyet olundu: Hak Teâlâ hazretleri: Ey kulum, duâ ve münâcât  (yalvarış) hâlinde, senin hâcetini (ihtiyacını) sür'atle kazâ ederdim; fakat senin savtın (yüksek sesle) ve münâcâtın (yalvarışın) bana hoş gelir. Onun için icâbette (duanın kabulünde) te'hîr (geçikme) vâkı' olur (oluşur);  tâ  ki bana hoş gelen sadânı (sesini) ve münâcâtını (yalvarışını) tekrîr (tekrarlayasın) ve teksîr eyleyesin (fazlalaştırasın).  Meselâ iki dilenci bir şahsın kapısına geldiler. Birisi matlûb (istenilen) ve mahbûbdur (sevilendir). Ve diğeri ise azîm-i mebgûzdur (çok büyük nefret edilen, sevilmeyendir).  Hâne (ev) sâhibi kölesine der ki: "O mebğuz olan (sevilmeyen) dilencinin kapıdan serî’an (çarçabuk) mündefi' olması (savuşturulması) için, çabuk ve bilâ-tehîr (geciktirmeden) bir parça ekmek ver!" Halbuki o mahbûb olan (sevilen) dilenciye: "Henüz ekmek pişmemiştir; sabret, ekmek pişsin de versinler" diye savsaklar. Ve bu ma'nâyı Mesnevî-i Şerîf'lerinde de aynen böyle beyan buyururlar (açıklarlar):

Mesnevî:…………………………………………………….

Tercüme: "Bir mahbûb-dostun (oğlan sevenin, oğlancının) huzûruna biri ihtiyâr, diğeri tâze ve hoş-zekan (güzel yüzlü) iki kimse geldikde ekmek taleb etseler (isteseler), o şâhid-bâz (güzelle oynayan, oğlan seven) derhal ekmeği getirip o ihtiyara, “al!” der. Ve ona boyu ve çehresi hoş gelen diğerine, ekmek verir mi, belki te'hîr eder (geciktirir). Ona der ki: Biraz rahatça otur; zîrâ (çünkü) evde tâze ekmek pişiriyorlar. Vaktaki (ne zaman ki) ona sıcak ekmeği ve­rir, ba'dehû (daha sonra) ona, otur ki, tatlı geliyor, der.”

İşte Hak Teâlâ hazretlerinin sevdiği kullarıyla muâmelesi böyle oldu­ğundan, Habîb-i Kibriyâ'sı (Hz. Muhammed) hakkında dahi aynı muâmelede bulundu. Ve (S.a.v.) Efendimiz duâsında bu sebeble ilhâh edip (ısrarla üstüne düşüp) bu âyet-i kerîmeyi bütün bir gece tekrâr eyledi. Ve duâda te'hîr-i icâbet (duanın kabulünde geçikme), hikmet-i İlâhiy­yeye müstenid bulunduğu (İlahi hikmete dayandığı) için, İsa (a.s.), ........................ (Mâide, 5/118) kavlinde (sözlerinde) "Azîz"den sonra "Hakîm" ismini getirdi. Ve "Hakîm" eşyâyı (şeyleri) kendi mevzi'lerine vaz' eden (yerli yerine koyan) kimseye derler; "zâlim"in zıddıdır. Zîrâ (çünkü) "zulm" lügatte bir şeyi mevziinin gayrine (konulması gereken yerin dışında başka yere) vaz' etmek (koymak) ma'nâ­sına gelir. Bu ise cehl iktizâsıdır (cahilliğin gereğidir). Hak Teâlâ ise cehilden (cahillikten, ilimsizlikten) münezzehdir (arıdır, beridir).  Her şeyi yerli yerine vaz' eder; (koyar) ve her şeyin hakîkati ve sıfâtı neyi iktizâ ediyorsa (gerektiriyorsa),  ihâta-i ilmiyyesiyle, (her şeyi kuşatan, kapsayan ilmiyle) onu vaz' eder (koyar) ve onu tecâvüz et­mez (geçmez, aşmaz). Binâenaleyh (nitekim) "Hakîm", tertîbi (düzeni, düzenlemeyi) pek ziyâde (çok fazla) bilen zâttır. Ve duânın te'hîr-i icâbeti (kabulundeki gecikme) hakkındaki tafsîlât (geniş açıklama) Fass-ı Şîsî'de (Şisi bölümünde) murûr etmiştir (geçmiştir).

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-14.06.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail