BU FASS KELİME-İ ÎSEVİYYE'DE MÜNDEMİC HİKMET-İ NEBEVİYYE"
BEYÂNINDANDIR
İmdi
Resûl (a.s.), bu âyetin tekrârında, Allah'dan ilm-i azîm
üzerine idi. Binâenaleyh, kim ki bu âyeti ve onun gayrisini
tilâvet ederse, böyle tilâvet etsin ve illâ ona sükût
evlâdır. İmdi Allah Teâlâ bir abde herhangi bir emr ile
nutuk etmeğe tevfîk verdikde, onu ona muvaffak etmedi, illâ
ki onun hakkında, onun icâbetini ve kazâ-i hâcetini irâde
ettiği halde tevfik verdi. Böyle olunca hiç bir kimse,
kendisine tevfîk verilen şeyin mütezammın olduğu şeyi
istibtâ' etmesin. Ve Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in bu
âyet üzere muvâzabatı vech ile cemî’-i ahvâlinde muvâzabat
etsin; tâ ki icâbeti kulağı ile yâhut sem'i ile işite, nasıl
isterse; yâhut Allah Teâlâ nasıl işittirirse, eğer suâl-i
lisân ile mücâzât ederse, sana kulağın ile işittirir; ve
eğer mâ'nâ ile mücâzât ederse, sem'in ile işittirir (43
Resulullah
(s.a.v.) Efendimiz'in bu âyet-i kerîmeyi tekrârı, ilhâh
(ısrarla üstüne düşmesi) ve
ısrâr üzerine vâkı' olduğunu
(gerçekleştiğini) ve bu da suâlin
(duanın) ibtidâsında
(başlangıcında) icâbeti
(kabul edildiğini)
işitmemesinden nâşî (dolayı)
bulunduğunu ve diğer taraftan ümmetinin a'yânı
(hakikâtleri) ve günahları
birer birer Cenâb-ı Hak tarafından kendisine arz edilmesi
(gösterilmesi) üzerine, onlar
için mağfiret talebi (bağışlanma
isteği) maksad-ı âlîsine
(yüce maksatlarına) müstenid bulunduğunu
(dayandığını) cenâb-ı Şeyh-i
Ekber (r.a.) efendimiz bâlâda
(yukarıda) beyan buyurmuş
(anlatmış) idi. Bu beyandan
(açıklamadan) anlaşılır ki,
(S.a.v.) Efendimiz bu âyet-i kerîmeyi tekrâr ettikçe,
kendilerine ulûm-i İlâhiyye (İlahi
ilimler) ve maânî-i gaybiyye
(gaybda lan, gizli manalar)
cilve-ger (tecelli etmiş, görünmüş)
olduğundan, bu tekrârda Allah Teâlâ cânibinden
(tarafından) ilm-i azîm
(büyük ilim) üzerine idi.
Fakat taleb-i mağfireti mütezammın olan
(bağışlanma isteğini içine alan
(bağışlanma isteği bulunan) her bir tekrâra karşı
Hakk'ın icâbetini (kabul ettiğini)
işitmemiş idi. Ancak her bir tekrar bir ilmin
husûlüne (meydana gelmesine)
sebeb olur idi. Şu halde,Hak tarafından icâbetin te'hîri
(kabulü gecikmesi) hikmete
müstenid (dayalı) idi. Şu
halde bu âyet-i kerîmenin tâ-be-sabâh
(sabaha kadar) (S.a.v.)
Efendimiz tarafından tekrar tekrar tilâvet buyrulması
(okunması),
ilm-i risâlet-penâhînin
(Peygamberimizin ilminin)
tezâyüdûne (artmasına)
sebeb oldu. Binâenaleyh (nitekim)
kim ki bu âyet-i kerîmeyi veyâhut âyât-ı
Kur'âniyye’en (Kuran ayetlerinden)
diğer birisini tilâvet edecek
(okuyacak) olursa,
risâlet-penâh (Peygamber)
Efendimizin tilâvet buyurdukları
(okudukları) gibi tilâvet etsin
(okusun).
Zîrâ
(çünkü) âyet-i kerîmenin
maânî-i münîfesi (yüce manasının)
tedebbür ve tefekkür ile
(sonunu, manasını düşünerek) tilâvet olunursa,
(okunursa) kâri'in
(okuyanın) kalbine cânib-i
Hak'tan (Hakk tarafından)
maânî-i gaybiyye (gaybde olan
manalar) tulû' eder
(doğar). Ve bu
sûretle bilmediği esrâr-ı Kur'âniyyeye
(Kur’an’ ın sırlarına)
muttali' (bilir, vakıf)
olur. Fakat lisânen Kur'ân okuyup da, fikren âfâk
(dışarısı) ile meşgûl olursa,
fıkrini cem' (toplayıncaya)
ve kalbini Hak cânibine
(tarafına) imâle edinceye
(meylettirinceye) kadar, o kimseye sükût etmek evlâ
(daha uygun) olur. Kâri'-i
Kur'ân (Kur’an okuyan),
kelâm-ı Hakk'ın (Hakk’ın
sözlerinin) tercümânıdır ve tercüman bir kelâmı nakl
ederken, elbette onun ma'nâsını tefekkür ve teemmül eder
(etraflıca düşünür).
Eğer fikri başka şeylerle
meşgûl olursa tercümanlık edemez. Çünkü, ne söylediğini bilmez.
İmdi kelâm-ı mahlûku (yaratılmışın
sözlerini) naklederken tedebbür
(sonunu, arkasını düşünmek)
ve tefekkür lâzım olunca, kelâm-ı Hakk'ı
(Hakk’ın sözlerini)
naklederken ne derece i'tinâ lâzım geleceği cüz'î
(azıcık) bir mülâhaza
(düşünmek) ile nümâyân olur
(meydana çıkar).
İşte bu
hakîkati beyânen (açıklayarak)
Hz. Mevlânâ (r.a.) Fîhi Mâ Fih'de buyururlar
ki: ……………………………………………………
Ya'nî
"Rivâyet olundu ki Resûl (a.s.) zamânında sahâbeden her kim bir
veyâhut yarım sûre ezberlese idi, onun ezberinde bir sûre vardır
diye onu i'zâm ederler (büyütürler)
ve parmakla gösterirler idi. Bunun sebebi o idi ki,
onlar Kur'ân'ı yerler idi. Bir kimsenin altı veyâ on iki batman
(1 batman aşağı yukarı halen
kullanılan 8 kg kadardır) ekmek yemesi, elbette azîm
(büyük) bir haldir. Ancak
ağzına alıp çiğnedikten sonra, çıkarmak şartıyla, bin yük ekmek
yemek mümkündür. Nihâyet ........................... yâ'nî "Çok
Kur'ân tilâvet edenler (okuyanlar)
vardır ki, Kur'ân onlara la'net eder" vârid olmuştur.
İmdi bu, Kur'ân'ın ma'nâsına vâkıf olmayan
(anlamayan, bilmeyen) bir
kimse hakkındadır."
Suâl:
Kur'ân-ı Kerîm lisân-ı Arabî
(Arapça) üzere münzeldir
(indirilmiştir). Küre-i
arzda (dünyada) üç yüz
milyon raddesinde (aşağı yukarı
tahminen) mevcûd olan ehl-i İslâm’ın
(Müslümanların) cümlesi
(hepsi) Arab olmadığı gibi,
lisân-ı Arabîye (Arap diline)
vukûfları da yoktur (bilmezler).
Şimdi bunlar, ma'nâsını
bilmedikleri için Kur'ân tilâvetinden
(okumaktan) sarf-ı nazar mı
etsinler (vaz mı geçsinler?)?
Cevap:
Gerek Şeyh-i Ekber (Muhittin Arabi
r. anhümâ) ve gerek Hz.
Mevlânâ (r. anhümâ)’nın kelâmları, Kur'ân-ı Kerîm'in
ma'nâ-yı münîfini (yüce manasını)
anlamağa terğib
(isteklendirmek) ve teşvîktir. Yoksa
Kelamullâh'ın (Allah kelamının)
tilâvetinden (okunmasını)
men' (önlemek, yasaklamak)
değildir. Kur'ân, kelâmullah
(Allah kelamı) olmak
i'tibâriyle (bakımından),
bir kimse ma'nâsını bilmeksizin tilâvet etmiş
(okumuş) olsa bile, onun
envâr-ı ma'nevîyyesinden (manevi
nurundan) müstefid
(istifade eder) ve me'cûr olur
(sevap kazanır).
Velâkin
(fakat) Kur'ân'ı yalnız
ölülerin ervâhına (ruhlarına)
ithâfi (hediye etmeyi)
i'tiyâd edip (alışkanlık haline
getirip) onun maânî-i münîfesini
(yüce manasını) öğrenip
anlamak merâkında bulunmamak azîm
(çok büyük) hamâkattır
(ahmaklıktır).
Onun için (S.a.v.) Efendimiz ......................... ya'nî
"Taleb-i ilim (ilim öğrenmek isteyen)
her bir Müslim (erkek
Müslümanlar) ve Müslime
(kadın Müslümanlar) üzerine farzdır."
(kesin olarak gereklidir) Ve
kezâ (böylece)
........................ ya'nî "Çin'de bile olsa ilmi taleb
ediniz (isteyiniz)!"
buyururlar. Binâenaleyh
(nitekim) her bir Müslime
(Müslüman) Kur'ân'ın maânî-i münîfesini
(yüce manasını),
ulemâya (alimlere)
bi'l-mürâcaa (başvurarak)
sorup anlamak vecî'bedir
(vazifedir).
Husûsiyle her lisanda yazılmış, az-çok kütüb-i tefâsîr
(Kuran’ı açıklayan kitaplar)
mevcûddur. Lisânımızın şîvesine muvâfık
(uygun) bir Türkçe ile
yazılmamıştır, eski Türkçedir, gibi birtakım vâhî
(boş, manasız) bahânelerle,
onlara mürâcaattan istinkâf etmek
(yüz çevirmek, vazgeçmek) ve Kur'ân'ın maânî-i
mücmelesini (öz manalarını)
olsun anlamaktan mahrûm kalmak revâ
(uygun, yerinde) değildir.
Bir arşın kumaş mübâyaa edeceğimiz
(satın alacağımız) vakit, iyisini alabilmek için
bilenlere mürâcaat etmekten üşenmediğimiz halde, maâdimize
(döneceğimize) ve hayât-ı
ebediyyemize (ebedi hayatımıza)
taalluk eden (alakalı
olan) bir mes'eledeki tekâsül
(tenbellik, ilgisizlik) ve
müsâmahamız (aldırış etmememiz)
za'f-ı îmândan (imanın
zayıflığından) mütevellid
(doğmuş, meydana gelmiş) olsa gerektir.
İmdi
(şu halde) Allah Teâlâ bir
kulunu umûrdan (işlerden)
bir emr (iş, husus) ile
nutka muvaffak ettiği (söz
söylettirdiği) vakit, o kulunu, o nutka muvaffak
etmedi (o sözleri söyletmedi),
illâ ki (ancak)
o nutkun (sözlerin)
o kul hakkında icâbetini
(kabul edilmesini) ve o kulun kazâ-yı hâcetini
(hacetini kaza olarak irade ve takdir
etmeği) murâd ettiği halde
(istediği için) ,
muvaffak etti (başarılı kıldı, o
sözleri ona söyletti). Şu
halde, abdin (kulun)
lisânından cârî olan (akan, dilinden
dökülen) duâ, Hakk'ın icâbetini
(kabul edilmesini) murâd
ettiği (istediği) duâ
olur; ve Hak onun duâsını kabûl ve hâcetini
(ihtiyacını) kazâ
(takdir ve irade) etmek
istediği için o duâyı onun lisânından cârî kılar.
(akıtır, dilinden döktürür)
........................ kavli
(sözleri), iki
metin evvelde (önce) zikr
olunan (anlatılan)
.................... ibâresine
(cümlesine) merbûttur
(bağlıdır). Zîrâ
(çünkü) (S.a.v.)
Efendimiz'in tekrâr ettiği duâ, Hakk'ın onu nutka muvaffak
ettiği (o sözleri söylettirdiği)
bir emrdir (iştir,
husustur). Ve
bu nutuk (söylenen sözler)
her bir arz-ı İlâhî (Allah’ın
bildirmesi, göstermesi) üzerine sâdır olur
(çıkar) idi. Ve âyet-i
kerîmeden ibâret olan bu nutkun
(sözlerin) verdiği
şey dahi, ahvâl-i ümmetin (ümmetinin
halleri, oluşları) Hakk'a teslîmi ve Hakk'ın afvine
(bağışlamasını) tefvîzı
(Hakk’tan beklemeleri) idi.
Binâenaleyh (nitekim) Hak
Teâlâ ümmet-i Muhammed'in
(Muhammed’in ümmetini) afvını
(bağışlamayı) murâd buyurduğu
halde (istediği için),
(S.a.v.)’i bu nutka
(sözleri söylemeyi) muvaffak eyledi
(başarılı kıldı (söyletti).
İmdi
(şu halde) mâdemki Hak Teâlâ
kabûlünü murâd eylediği duâyı abdinin
(kulunun) lisânından
(dilinden) cârî kılıyor
(akıtıyor),
şu halde hiç bir kimse,
kendisine tevfîk verilen (uygun
görülen, muvafık kılınan) şeyin, ya'nî duânın
mütezammın (içine almış)
olduğu şeyi, ya'nî icâbeti (kabulun)
istibtâ etmesin
(gecikmesinden dolayı üzülmesin);
ya'nî icâbetin te'hîriyle
(kabulün gecikmesiyle) mağmûm olmasın
(kederlenmesin, sıkılmasın).
Aslâ fütûr (ümitsizlik,
usanç, bezginlik) getirmeyip Resûlullah (s.a.v.)
Efendimiz'in bu âyet-i kerîme üzere muvâzabatı vech
ile (üzerinde devamlı
meşgul olmayı, çalışmayı) cemî'-i ahvâlinde
(bütün hallerde),
Hakk'ın kendisini muvaffak ettiği
(başarmasını sağladığı) duâyı
bi't-tekrâr (tekrarlayarak)
muvâzabat etsin (devamlı
çalışsın) ve talebinde
(isteğinde) ilhâh eylesin
(ısrar etsin).
Zîrâ (çünkü) hadîs-i
şerîfte ........................ ya'nî "Allah duâsında ilhâh
(ısrar) edenleri sever" vârid
olmuştur. Duâsında o kadar tekrâr ile ilhâh etsin
(üstüne düşsün, ısrar etsin),
tâ ki Hakk'ın icâbetini
(kabul ettiğini) cismin
(bedenin) âlet-i simâ'ı
(işitme aleti) olan kulağı
ile veyâhut kalbin âlet-i simâ’ı
(işitme aleti) olan hâsse-i sem'i
(işitme kuvvesi) ile işite;
hangi lisanla suâl (dua)
edersen o sem' (kulak) ile
sâmi' (işiten) olursun.
Yâhut Allah Teâlâ, sana icâbeti
(kabul ettiğini) ne keyfiyetle
(hususla) işittirirse o
sûretle (biçimde)
işitirsin. Eğer suâl-i lisân (sözlü
dua) ile mücâzât
ederse (karşılık verirse),
sana kulağın ile
işittirir. Ve eğer ma'nâ ile mücâzât ederse
(karşılık verirse) sem'in
(işitme kuvvesi) ile
işittirir.
Hz. Şeyh
(r.a.) "mücâzât" ta'bîrini (deyimini)
isti'mâl buyurdu
(kullandı). Zîrâ
(çünkü) mücâzât amelin
(işlerinin, yaptıklarının)
mukâbilidir (karşılığıdır).
Ve Allah Teâlâ'dan taleb
(dilek) ve duâ, amellerden
bir nevi' (çeşit) ameldir.
Senin amelin lisân ile (sözlü,
konuşarak) vâkı' olan
(gerçekleşen) sûalden
(duadan) ibâret olunca, amelinin cezâsı
(karşılığı) olmak üzere Hak
Teâlâ dahi sana icâbeti (kabul
etmesi), cismin
(madde bedeninin) âlet-i
sîmâ’ı (işitme aleti) olan
kulağın ile "Lebbeyk (baş üstüne),
ey kulum!" dediğini
işittirir. Ve eğer amelin lisân-ı kalbin
(kalpten konuşmak) ile vâkı'
olan (gerçekleşen) sûalden
(duadan) ibâret olursa,
yine ameline mukâbil (karşılık)
bir cezâ (karşılık)
olmak üzere "Lebbeyk (baş üstüne)
yâ abdî (ya kulum)
! " dediğini sana sem’-i
kalbin (kalp kulağı) ile
işittirir. Ve taleb ettiğin
(dilediğin, istediğin) şey isti'dâd-ı ezelîne
(ezelde olmuş istidadına)
muvâfık (uygun) ve onun
serîan (çarçabuk) husûlü
(olması) mukadder
(takdir olunmuş) ise derhal
vâkı' olur (gerçekleşir); değil ise
vakt-i mukaddere te'hîr olunur
(takdir olunan zamana bırakılır).
Fakat vakt-i duâda (dua
zamanında) "Lebbeyk" (baş
üstüne) kavli (sözü)
aslâ teahhur etmez.
(gecikmez, geriye kalmaz) İcâbet-i kavliyye
(sözlü kabul) ile icâbet-i
fiiliyye (fiil olarak kabul)
hakkındaki tafsîlât (geniş
açıklama) Fass-ı Şîsî'de
(Şişi bölümünde) murûr etmiş
(geçmiş) idi. "Hâzâ min
fazlı Rabbî". (bu Rabbimin
fazlındandır)
Hitâm:
Cemâdi'l-âhire 338/2 Mart 336. Salı gecesi, saat-i ezânî 2,5.
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-21.06.2005
http://sufizmveinsan.com
|