175. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]

Ve Süleyman (a.s.) bu ma'rifetten gâib değil idi. Belki bu ma'rifet ondan sonra bir kimse için âlem-i şehâdette, onunla zuhûr lâyık olmayan mülktendir (5).

Ya'nî bu îzâh olunan (anlatılan) ma'rifete (bilgileri) Süleyman (a.s.) vâkıf (biliyor) idi. Ve bu ma'rifet (ilim) öyle bir mülktür ki, Süleyman (a.s.)dan sonra, dünyâda bu mülk ile zuhûr (meydana çıkmak), kimseye lâyık (münasip, uygun) değildir. Zîrâ (çünkü) o hazret ................................ (Sâd, 38/35) yânî "Yâ Rabbi beni mağfiret et (bağışla, affet) ve bana mülk ihsân eyle (ver, bağışla) ki, benden sonra bir kimseye lâyık (yaraşır) olmasın!" diye duâ etti. Ve bu taleb (istek) onun ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) isti'dâdına muvâfık (uygun) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı), vücûd-i aynîde (madde âlemde) saltanat-ı bâtıne ve zâhire ile (içe ve dışa hükümdar olarak) zuhûr etti (meydana çıktı). Ve ma'rifet-i İlâhiyyeden (İlahi ilimlerden) ibâret olan saltanat-ı bâtınesi (ruhunun hükümdarlığı) olmasa idi, saltanat-ı zâhiresi (vücudunun hükümdarlığı) kâmil (tam, mükemmel) olmaz idi. Şu halde Süleyman (a.s.)’ın bu ma'rifeti (ilmi) mülk nev'indendir (türündendir).  Ve ona "mülk" ta'bîri (denilmesi) sahîhdir (doğrudur).  Ve kendisinden sonra hiçbir kimsenin bu mülk ile zuhûru (meydana çıkışı) lâyık (uygun, münasip) olmamasına gelince, sebebi budur ki: Hakk'ın tecellîsi (belirmeleri, görünmeleri) bi-hasebi'l-esmâdır (esması bakımındandır) ve esmâ yekdîğerinden (biri diğerinden) mümtâz (ayrılmış) ve muhteliftir (çeşitlidir). Ve bi't-tabi' (doğal olarak) onların isti'dâdlarında dahi bu ihtilâfât (farklılık) mevcûddur. Ve Hak iki mazhara (görüntü mahalline) aynı tecellîyi ve bir mazhara da (görüntü mahalline de) iki aynı tecellîyi etmez. Ya'nî tecellîde tekrâr yoktur. Ve Süleyman (a.s.)’ın ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) isti'dâdı bu idi; tecelli de ona göre oldu. İşte her bir mazhar (görüntü mahalli) dahi cenâb-ı Süleyman (a.s.) gibi, lisân-ı isti'dâd (istidad dili) ile kendisinden sonra kimseye lâyık (uygun, münasip) olmayan bir mülkün ihsânı  (bağışlanması) talebindedir (arzusundadır). Şu kadar ki, bu mülk-i matlûb (arzu edilen mülk), darlıkta ve vüs'atte (genişlikte) muhteliftir (çeşitlidir).  Ve hakîkat-i Süleyman (a.s.)’ın (Süleyman a.s.’ ın hakikati) min-indillâh (Allah tarafından) rahmet-i âmme ve hâssanın (genel ve özel rahmetin) bütün envâ'ına (çeşitlerine) ihtisâsı (uzmanlığı) hasebiyle, ona bâtın (iç) ve zâhiri (dışı) câmi' (toplamak cem)  olmak üzere, bir mülk-i vesî' (çok geniş mülk sahibi) olundu. Ve saltanatla (hükümdarlıkla) zâhir olup, (açığa çıkıp) o mülk-i vesî'de (çok geniş olan o mülkte) tasarruf eyledi (idare etti, yönetti, kullandı).

İmdi ma'rifet-i İlâhiyye-i külliyye (İlahi ilmin tümü) ile mütehakkık olan (tahakkuk eden, gerçekleşen) kümmel (kamiller) ve aktâb, (kutuplar) her ne kadar hilâfet-i İlâhiyyeyi (Hakk’ın halifeliğini) hâiz (taşıyıp, sahip) olup emr-i Hak (Hakk’ın emri) ile, âlem-i ulvî ve süflîde (yüksek ve alçak âlemlerde) tasarruf ederler ise de, sûrî (görünürde) olan pâdişahlık makâmında zâhir olmazlar (görünmezler). Maahâzâ (bununla beraber) ma'nâda her birisi Süleymân-ı zamandır (kendi zamanlarının Süleymanıdır).

Mesnevî:

Tercüme: “Ey gönül, o Süleymanlık mensûh (hükümsüz bırakılmış, kaldırılmış) değildir. Senin başında ve sırrında Süleymanlık etmek vardır."

İmdi Süleyman (a.s.)’a i'tâ olunan şey, muhakkak Muhammed (s.a.v.)e i'tâ olundu. Halbuki, onunla zâhir olmadı. Böyle olunca, geceleyin onu katletmek için gelen İfrît'i, Allah Teâlâ temkîn-i kahr ile temkîn eyledi. Binâenaleyh, sabâh olunca Medîne'nin çocukları onunla oynasınlar diye, onu tutup mescidin direklerinden bir direğe bağlamağa kasdetti. İmdi Süleyman (a.s.)’ın duâsını yâd etti. Allah Teâlâ, İfrît'i zelîlen reddeyledi. Böyle olunca Resûl (a.s.), üzerinde ikdâr olunduğu şeyle zâhir olmadı. Ondan sonra Süleyman (a.s.)’ın "mülken" kavli, âmm olmadı. Binâenaleyh, biz onun bir mülk-i hâssı murâd ettiğini bildik. Ve biz gördük ki, Allah Teâlâ’nın ona i'tâ eylediği mülkün her bir cüz'ünde, cenâb-ı Süleyman, muhakkak müşârik kılındı. Böyle olunca biz bildik ki, Hz. Süleyman ancak bunun mecmû'una muhtass kılındı (6).

Ya'nî Süleyman (a.s.)’a verilen saltanat-ı bâtıne ve zâhire (batında ve zahirde saltanatlık),  muhakkak Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'e de verildi. Böyle olduğu halde (S.a.v.) Efendimiz, bu saltanatla zâhir olmadı (görülmedi) ve tarîk-ı ubûdiyyette (kulluğunun yolunda) yürüyüp, siyâdet (efendilik, beylik) cihetine (tarafına) aslâ iltifât buyurmadı (yüzünü çevirip bakmadı) ve ....................... ya'nî "Ben veled-i Adem'in (Adem oğlunun) seyyidiyim, (efendisiyim) halbuki (öyle iken) iftihâr etmem (övünmem)" ve ..................  ya'nî "Ben kadîd (kurutulmuş et) ekl eden (yiyen) bir kadının oğluyum" dedi. Kendisinde bu saltanat bulunduğu halde onunla zâhir olmamasının (görülmemesinin) delîli (kanıtı) budur ki: Gece vakti (S.a.v.) Efendimiz'e sû'-i kasd (canına kıymak) için bir İfrît (kötü cin) gelmiş idi. “İfrît" tâife-i cinnin (cinlerden olan) habîs (kötü) ve mütearrız olanlarına (saldıranlarına, sataşanlarına) verilen isimdir. Hak Teâlâ, risâlet-penâh Efendimiz'e o İfrît'i (kötü cini) kahretmeğe kudret verdi. Ve bu kudrete binâen (dayanarak) mefhar-i enbiyâ Efendimiz, (peygamberimiz) sabah olunca Medîne-i tâhirenin (temiz, pak medinelilerin) çocukları o İfrît (kötü cin) ile oynamaları için, onu tutup Mescid'in direklerinden bir direğe bağlamak istedi. Fakat bu hînde (sırada) risâlet-penâh Efendimiz (Peygamberimiz),  Süleyman (a.s.)’ın ........................................ (Sâd, 38/35) duâsını tahattur buyurdu (hatırladı).  Ve o İfrît (kötü cin) üzerinde tasarruf etmekten fâriğ oldu (vazgeçti). Bunun üzerine Allah Teâlâ, İfrît'i, (kötü cini) hiç bir şey yapamadığı ve zelîl (horlanmış, alçalmış) olduğu halde geri gönderdi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Resûl (Peygamberimiz) (a.s.), kendisine verilen saltanat ve kudret ile zâhir olmadı. (görülmedi) Zîrâ (çünkü), Hak'tan bunu taleb etmedi (istemedi). Ve Süleyman (a. s.) ise, bunu istediği için bu saltanatla zâhir oldu. (açığa çıktı, göründü)

Fakat Süleyman (a.s.)’ın duâsındaki "mülken" kavli (sözü),  ya'nî "Yâ Rab­bi bana bir mülk ver ki, benden sonra hiçbir kimseye lâyık olmasın" (Sâd, 38/35) demesi, ne kadar mülk varsa hepsini bana ver, demek gibi umûmî (genel) bir ma'nâyı şâmil değildir (içine almaz). Biz bundan bildik ki, Süleyman (a.s.) emlâkin (mülklerin) umûmunu (hepsini) murâd (arzulamamış) ve onu taleb etmemiş (istememiş), belki bir mülk-i husûsîyi (kendine ait, özel bir mülk) istemiştir. Ve biz gördük ki, Allah Teâlâ'nın ona verdiği mülkün her bir cüz'ünde (parçasında), tasarruf (idare etme, kullanma) husûsunda, cenâb-ı Süleyman ortak kılındı. Zîrâ (çünkü) Süleyman (a.s.), meselâ bir şahısta tasarruf buyurmak murâd ettikde (arzuladığında),  elbette o şahsın dahi kendi nefsinde tasarrufu vardır. Ve tasarruf ve hüküm sâhibi olan saltanat-ı zâhire erbâbı (krallar, hükümdarlar) için dahi bu hal mevcuddur. Nitekim, bir kimse kölesine: “Ayağa kalk!” diye emretse, fiil-i kıyâm (ayağa kalkma işlemi) kölenindir, efendinin değildir. Eğer köle serkeş (dik başlı, inatçı) ise kendi nefsindeki kudreti, adem-i kıyâm (ayağa kalkmamak) cânibine (yönünde) sarf eder (harcar).  İşte, cenâb-ı Süleyman tasarruf husûsunda, bir şahsın kendi nefsindeki tasarrûfuna işti­râk etmiş (ortak olmuş) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) o, zamânında mülkte müstakıllen (yalnız kendi başına) mutasarrıf (idare eden, kullanan) değil idi. Belki bi'l-iştirâk (ortak olarak) mutasarrıf (tasarruf eden) idi. Ve onun böyle bi'l-iştirâk (ortak olarak) tasarrufu, ancak mülkün mecmû'-i eczâsında (mülkün bütün parçacıklarında) vâkı' (olmuş) olmuştur. Ve ancak  bunda ihtisâsı (uzmanlığı) olmuştur ve bu ihtisâsı (uzmanlığı) ile zuhûr eylemiştir (meydana çıkmıştır).

Ve biz hadîs-i İfrît ile bildik ki, o ancak zuhûra muhtass kılındı. Ve muhakkak mecmû'a ve zuhûra muhtass kılınır. Ve eğer Resûlullah Efendimiz, hadîs-i İfrît'te "Allah Teâlâ onun üzerine bana kudret verdi" demese idi, biz, "Onu tutmağa kasdettiği vakit, Resûl (a.s.), Allah Teâla ona İfrît'i tutmağa kudret vermediğini bilmek için, ona Süleyman (a.s)’ın duâsını tahattur ettirdi" der idik. İmdi, Allah Teâlâ İfrît'i zelîl olduğu halde reddeyledi. Vaktâki “Allah Teâlâ onun üzerine bana kudret verdi” dedi, bildik ki, muhakkak Allah Teâlâ ona onda tasarruf vehb etti. Ba'dehû muhakkak Allah Teâlâ onu hatırlattı. Binâenaleyh Süleyman (a.s.)’ın duâsını tezekkür eyledi. Şu halde onunla teeddüb etti. Böyle olunca biz bundan bildik ki, Süleyman (a.s.)’dan sonra halktan bir kimse için lâyık olmayan şey, umûmda bununla zuhûrdur (7).

Ebâ Hüreyre (r.a.)’in (S.a.v.) Efendimiz'den nakleylediği (aktardığı) hadîs-i şerîfte buyrulur ki: "Dün gece bir İfrît (kötü cin),  namazımı kat' etmek (kesmek) istedi. Allah Teâlâ bana, onu tutmağa kudret verdi. İstedim ki onu tutayım ve Mescid'in direklerinden bir direğe bağlayım; tâ ki Medîne'nin çocukları ve hepiniz ona nazar edesiniz (bakasınız). Fakat, birâderim Süleyman (a.s.)’ın duâsını hatırladım ki ................................ (Sâd, 38/35) demiş idi. Ve o İfrît'i (kötü cini),  murâdına nâil-i zafer  olmaktan (arzuladığı zaferi kazanmaktan) nevmîd (ümitsiz) ve hasret-zede (hüsrana uğramış vaziyette) olduğu halde terk ettim."

İşte bu hadîs-i İfrît'ten (kötü cin ile ilgili  hadisten) bildik ki, Süleyman (a.s.), ancak tasarrûf ile zuhûra (meydana çıkmaya) muhtass kılındı (tahsis edildi). Ve onun ihtisâsı (uzmanlığı) muhakkak mülkün mecmû'unda (toplamında) tasarrufta (tasarruf etmekte) ve tasarruf ile zuhurdadır (meydana çıkmaktadır). Ve eğer Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bu hadîs-i İfrît'te (ifrit ile ilgili hadiste) Allah Teâlâ onu tutmağa bana kudret verdi" kaydını (belirtisini) beyan buyurmasa (açıklamasa) idi, biz der idik ki: Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz (Peygamberimiz) İfrît'i (kötü cini) tutmak istediği vakit, Allah Teâlâ kendilerine İfrît'i (cini) tutmak kudretini vermediğini bilmesi için, ona Süleyman (a.s.)’ın duâsını hatırlattı. Fakat şimdi bunu diyemeyiz.  Zîrâ (çünkü) risâlet-penâh Efendimiz Peygamberimiz) kendisinde İfrît'i (kötü cini) tutabilecek kudret olduğunu beyan buyurmuş­lardır (bildirmişlerdir). Demek ki Allah Teâlâ Fahr-i âlem Efendimiz'e, (Peygamberimize) İfrît'te (kötü cinde) tasarruf için kudret verdiği halde, Habb-i edîb-i Kibriyâ Efendimiz (Peygamberimiz),  mahzâ (yalnız) Süleyman (a.s.)’a mevhûb (ihsan edilmiş, verilmiş) olan bu nevi' (çeşit) tasarrufta iştirâkten (müşterek, ortak olmaktan) teeddüben (edep olarak) tevakki (sakındılar) ve ictinâb buyurdular (çekindiler). Ve edebe riâyetten (uymaktan) nâşî (dolayı), cenâb-ı Süleyman üzerine galebe edip (üstün olup) tasarrufla zâhir olmadılar (açığa çıkmadılar).  Binâenaleyh (bundan dolayı) biz bildik ki, Süleyman (a.s.)’dan sonra halktan (insanlardan) hiçbir kimseye lâyık olmayan (yaraşmayan) şey, mülkün umûmu (bütünü, hepsi) üzerinde tasarruf ile zâhir olmak (açığa çıkmak, görülmek) keyfiyyetidir (hususudur).  Ya'nî Süleyman (a. s.)’dan sonra hiçbir kimsenin umûm-i mülk (mülkün tamamı) üzerinde tasarruf etmesi lâyık (uygun, münasip) olmaz. Fakat, bir mülk-i husûsî (bazı, özel mülk) üzerinde tasarrufu lâyık (uygun) olur. Nitekim hudûd (sınır) ile mahdûd olan (sınırlanmış) memleketler üzerinde hükümrân olan pâdişahlar olduğu gibi, efrâd-ı insâniyyeden (insan fertlerinden) her bir ferdin dahi kendi nefsinde ve âilesi efrâdı (fertleri) üzerinde tasarrufâtı (tasarrufları) vardır. Ve bu tasarrufların cümlesi (hepsi) bir mülk-i husûsî (kendine özgü mülkler) üzerinde vâkı' olan (gerçekleşen) tasarrufâttandır (tasarruflardandır) ki, Süleyman (a.s.)’dan sonra zâhir olmuş (açığa çıkmış, görünmüş) ve kıyâmete kadar dahi yine öylece zâhir olacaktır (görülecektir).

(Devam edecek)   

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-19.07.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail