[BU FASS
KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE”
BEYÂNINDADIR]
Ve
Süleyman (a.s.) bu ma'rifetten gâib değil idi. Belki bu ma'rifet
ondan sonra bir kimse için âlem-i şehâdette, onunla zuhûr lâyık
olmayan mülktendir (5).
Ya'nî bu
îzâh olunan (anlatılan)
ma'rifete (bilgileri)
Süleyman (a.s.) vâkıf (biliyor)
idi. Ve bu ma'rifet (ilim)
öyle bir mülktür ki, Süleyman (a.s.)dan sonra,
dünyâda bu mülk ile zuhûr (meydana
çıkmak),
kimseye lâyık (münasip, uygun)
değildir. Zîrâ (çünkü)
o hazret ................................ (Sâd, 38/35) yânî
"Yâ Rabbi beni mağfiret et (bağışla,
affet) ve bana mülk ihsân eyle
(ver, bağışla) ki, benden
sonra bir kimseye lâyık (yaraşır)
olmasın!" diye duâ etti. Ve bu taleb
(istek) onun ayn-ı
sâbitesinin (ilmi suretinin)
isti'dâdına muvâfık (uygun)
idi. Binâenaleyh (bundan
dolayı), vücûd-i aynîde
(madde âlemde)
saltanat-ı bâtıne ve zâhire ile (içe
ve dışa hükümdar olarak) zuhûr etti
(meydana çıktı).
Ve ma'rifet-i İlâhiyyeden
(İlahi ilimlerden) ibâret olan saltanat-ı bâtınesi
(ruhunun hükümdarlığı) olmasa
idi, saltanat-ı zâhiresi (vücudunun
hükümdarlığı) kâmil (tam,
mükemmel) olmaz idi. Şu halde Süleyman (a.s.)’ın bu
ma'rifeti (ilmi) mülk
nev'indendir (türündendir).
Ve ona "mülk" ta'bîri
(denilmesi) sahîhdir
(doğrudur).
Ve kendisinden sonra hiçbir
kimsenin bu mülk ile zuhûru (meydana
çıkışı) lâyık (uygun,
münasip) olmamasına gelince, sebebi budur ki: Hakk'ın
tecellîsi (belirmeleri, görünmeleri)
bi-hasebi'l-esmâdır
(esması bakımındandır) ve esmâ yekdîğerinden
(biri diğerinden) mümtâz
(ayrılmış) ve muhteliftir
(çeşitlidir).
Ve bi't-tabi' (doğal
olarak) onların isti'dâdlarında dahi bu ihtilâfât
(farklılık) mevcûddur. Ve Hak
iki mazhara (görüntü mahalline)
aynı tecellîyi ve bir mazhara da
(görüntü mahalline de) iki
aynı tecellîyi etmez. Ya'nî tecellîde tekrâr yoktur. Ve Süleyman
(a.s.)’ın ayn-ı sâbitesinin (ilmi
suretinin) isti'dâdı bu idi; tecelli de ona göre
oldu. İşte her bir mazhar (görüntü
mahalli) dahi cenâb-ı Süleyman (a.s.) gibi, lisân-ı
isti'dâd (istidad dili)
ile kendisinden sonra kimseye lâyık
(uygun, münasip)
olmayan bir mülkün ihsânı (bağışlanması)
talebindedir (arzusundadır).
Şu kadar ki, bu mülk-i matlûb
(arzu edilen mülk),
darlıkta ve vüs'atte
(genişlikte) muhteliftir
(çeşitlidir). Ve
hakîkat-i Süleyman (a.s.)’ın
(Süleyman a.s.’ ın hakikati) min-indillâh
(Allah tarafından) rahmet-i
âmme ve hâssanın (genel ve özel
rahmetin) bütün envâ'ına
(çeşitlerine) ihtisâsı
(uzmanlığı) hasebiyle, ona bâtın
(iç) ve zâhiri
(dışı) câmi'
(toplamak cem) olmak üzere,
bir mülk-i vesî' (çok geniş
mülk sahibi) olundu.
Ve saltanatla
(hükümdarlıkla) zâhir olup,
(açığa çıkıp) o mülk-i
vesî'de (çok geniş olan o mülkte)
tasarruf eyledi (idare
etti, yönetti, kullandı).
İmdi
ma'rifet-i İlâhiyye-i külliyye (İlahi
ilmin tümü) ile mütehakkık olan
(tahakkuk eden, gerçekleşen) kümmel
(kamiller) ve aktâb,
(kutuplar) her ne kadar
hilâfet-i İlâhiyyeyi (Hakk’ın
halifeliğini) hâiz
(taşıyıp, sahip) olup emr-i Hak
(Hakk’ın emri) ile, âlem-i
ulvî ve süflîde (yüksek ve alçak
âlemlerde) tasarruf ederler ise de, sûrî
(görünürde) olan pâdişahlık
makâmında zâhir olmazlar
(görünmezler).
Maahâzâ (bununla beraber)
ma'nâda her birisi Süleymân-ı zamandır
(kendi zamanlarının Süleymanıdır).
Mesnevî:
Tercüme: “Ey
gönül, o Süleymanlık mensûh (hükümsüz
bırakılmış, kaldırılmış) değildir. Senin başında ve
sırrında Süleymanlık etmek vardır."
İmdi
Süleyman (a.s.)’a i'tâ olunan şey, muhakkak Muhammed (s.a.v.)e
i'tâ olundu. Halbuki, onunla zâhir olmadı. Böyle olunca,
geceleyin onu katletmek için gelen İfrît'i, Allah Teâlâ temkîn-i
kahr ile temkîn eyledi. Binâenaleyh, sabâh olunca Medîne'nin
çocukları onunla oynasınlar diye, onu tutup mescidin
direklerinden bir direğe bağlamağa kasdetti. İmdi Süleyman
(a.s.)’ın duâsını yâd etti. Allah Teâlâ, İfrît'i zelîlen
reddeyledi. Böyle olunca Resûl (a.s.), üzerinde ikdâr olunduğu
şeyle zâhir olmadı. Ondan sonra Süleyman (a.s.)’ın "mülken"
kavli, âmm olmadı. Binâenaleyh, biz onun bir mülk-i hâssı murâd
ettiğini bildik. Ve biz gördük ki, Allah Teâlâ’nın ona i'tâ
eylediği mülkün her bir cüz'ünde, cenâb-ı Süleyman, muhakkak
müşârik kılındı. Böyle olunca biz bildik ki, Hz. Süleyman ancak
bunun mecmû'una muhtass kılındı (6).
Ya'nî
Süleyman (a.s.)’a verilen saltanat-ı bâtıne ve zâhire
(batında ve zahirde saltanatlık),
muhakkak Muhammed
(s.a.v.) Efendimiz'e de verildi. Böyle olduğu halde (S.a.v.)
Efendimiz, bu saltanatla zâhir olmadı
(görülmedi) ve tarîk-ı
ubûdiyyette (kulluğunun yolunda)
yürüyüp, siyâdet
(efendilik, beylik) cihetine
(tarafına) aslâ iltifât
buyurmadı (yüzünü çevirip bakmadı) ve ....................... ya'nî "Ben
veled-i Adem'in (Adem oğlunun)
seyyidiyim, (efendisiyim)
halbuki (öyle iken)
iftihâr etmem (övünmem)"
ve .................. ya'nî "Ben kadîd
(kurutulmuş et) ekl eden
(yiyen) bir kadının oğluyum"
dedi. Kendisinde bu saltanat bulunduğu halde onunla zâhir
olmamasının (görülmemesinin)
delîli (kanıtı) budur ki: Gece vakti (S.a.v.) Efendimiz'e sû'-i kasd
(canına kıymak) için bir
İfrît (kötü cin) gelmiş
idi. “İfrît" tâife-i cinnin
(cinlerden olan) habîs
(kötü) ve mütearrız olanlarına
(saldıranlarına, sataşanlarına)
verilen isimdir. Hak Teâlâ, risâlet-penâh Efendimiz'e o
İfrît'i (kötü cini)
kahretmeğe kudret verdi. Ve bu kudrete binâen
(dayanarak) mefhar-i enbiyâ
Efendimiz, (peygamberimiz)
sabah olunca Medîne-i tâhirenin
(temiz, pak medinelilerin) çocukları o İfrît
(kötü cin) ile oynamaları
için, onu tutup Mescid'in direklerinden bir direğe bağlamak
istedi. Fakat bu hînde (sırada)
risâlet-penâh Efendimiz
(Peygamberimiz), Süleyman
(a.s.)’ın ........................................ (Sâd, 38/35)
duâsını tahattur buyurdu (hatırladı).
Ve o İfrît
(kötü cin) üzerinde tasarruf
etmekten fâriğ oldu (vazgeçti).
Bunun üzerine Allah Teâlâ, İfrît'i,
(kötü cini) hiç bir şey
yapamadığı ve zelîl (horlanmış,
alçalmış) olduğu halde geri gönderdi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Resûl
(Peygamberimiz) (a.s.),
kendisine verilen saltanat ve kudret ile zâhir olmadı.
(görülmedi)
Zîrâ (çünkü),
Hak'tan bunu taleb etmedi (istemedi). Ve Süleyman
(a. s.) ise, bunu istediği için bu saltanatla zâhir oldu.
(açığa çıktı, göründü)
Fakat
Süleyman (a.s.)’ın duâsındaki "mülken" kavli
(sözü),
ya'nî "Yâ Rabbi bana bir
mülk ver ki, benden sonra hiçbir kimseye lâyık olmasın" (Sâd,
38/35) demesi, ne kadar mülk varsa hepsini bana ver, demek gibi
umûmî (genel) bir ma'nâyı
şâmil değildir (içine almaz).
Biz bundan bildik ki, Süleyman (a.s.) emlâkin
(mülklerin) umûmunu
(hepsini) murâd
(arzulamamış) ve onu taleb
etmemiş (istememiş),
belki bir mülk-i husûsîyi
(kendine ait, özel bir mülk) istemiştir. Ve biz
gördük ki, Allah Teâlâ'nın ona verdiği mülkün her bir cüz'ünde
(parçasında),
tasarruf (idare etme,
kullanma) husûsunda, cenâb-ı Süleyman ortak kılındı.
Zîrâ (çünkü) Süleyman
(a.s.), meselâ bir şahısta tasarruf buyurmak murâd ettikde
(arzuladığında),
elbette o şahsın dahi kendi
nefsinde tasarrufu vardır. Ve tasarruf ve hüküm sâhibi olan
saltanat-ı zâhire erbâbı (krallar,
hükümdarlar) için dahi bu hal mevcuddur. Nitekim, bir
kimse kölesine: “Ayağa kalk!” diye emretse, fiil-i kıyâm
(ayağa kalkma işlemi)
kölenindir, efendinin değildir. Eğer köle serkeş
(dik başlı, inatçı) ise kendi
nefsindeki kudreti, adem-i kıyâm
(ayağa kalkmamak) cânibine
(yönünde) sarf eder
(harcar).
İşte, cenâb-ı Süleyman
tasarruf husûsunda, bir şahsın kendi nefsindeki tasarrûfuna
iştirâk etmiş (ortak olmuş)
olur. Binâenaleyh (bundan dolayı)
o, zamânında mülkte müstakıllen
(yalnız kendi başına)
mutasarrıf (idare eden, kullanan)
değil idi. Belki bi'l-iştirâk
(ortak olarak) mutasarrıf
(tasarruf eden) idi. Ve onun
böyle bi'l-iştirâk (ortak olarak)
tasarrufu, ancak mülkün mecmû'-i eczâsında
(mülkün bütün parçacıklarında)
vâkı' (olmuş)
olmuştur. Ve ancak bunda ihtisâsı
(uzmanlığı) olmuştur ve bu ihtisâsı
(uzmanlığı) ile zuhûr
eylemiştir (meydana çıkmıştır).
Ve biz
hadîs-i İfrît ile bildik ki, o ancak zuhûra muhtass kılındı. Ve
muhakkak mecmû'a ve zuhûra muhtass kılınır. Ve eğer Resûlullah
Efendimiz, hadîs-i İfrît'te "Allah Teâlâ onun üzerine bana
kudret verdi" demese idi, biz, "Onu tutmağa kasdettiği vakit,
Resûl (a.s.), Allah Teâla ona İfrît'i tutmağa kudret vermediğini
bilmek için, ona Süleyman (a.s)’ın duâsını tahattur ettirdi" der
idik. İmdi, Allah Teâlâ İfrît'i zelîl olduğu halde reddeyledi.
Vaktâki “Allah Teâlâ onun üzerine bana kudret verdi” dedi,
bildik ki, muhakkak Allah Teâlâ ona onda tasarruf vehb etti.
Ba'dehû muhakkak Allah Teâlâ onu hatırlattı. Binâenaleyh
Süleyman (a.s.)’ın duâsını tezekkür eyledi. Şu halde onunla
teeddüb etti. Böyle olunca biz bundan bildik ki, Süleyman
(a.s.)’dan sonra halktan bir kimse için lâyık olmayan şey,
umûmda bununla zuhûrdur (7).
Ebâ Hüreyre
(r.a.)’in (S.a.v.) Efendimiz'den nakleylediği
(aktardığı) hadîs-i şerîfte
buyrulur ki: "Dün gece bir İfrît
(kötü cin), namazımı
kat' etmek (kesmek)
istedi. Allah Teâlâ bana, onu tutmağa kudret verdi. İstedim ki
onu tutayım ve Mescid'in direklerinden bir direğe bağlayım; tâ
ki Medîne'nin çocukları ve hepiniz ona nazar edesiniz
(bakasınız).
Fakat, birâderim Süleyman (a.s.)’ın duâsını
hatırladım ki ................................ (Sâd, 38/35)
demiş idi. Ve o İfrît'i (kötü cini),
murâdına nâil-i zafer
olmaktan
(arzuladığı zaferi kazanmaktan)
nevmîd (ümitsiz) ve
hasret-zede (hüsrana uğramış
vaziyette) olduğu halde terk ettim."
İşte bu
hadîs-i İfrît'ten (kötü cin ile ilgili hadisten) bildik ki, Süleyman (a.s.),
ancak tasarrûf ile zuhûra (meydana
çıkmaya) muhtass kılındı
(tahsis edildi).
Ve onun ihtisâsı (uzmanlığı)
muhakkak mülkün mecmû'unda
(toplamında) tasarrufta
(tasarruf etmekte) ve
tasarruf ile zuhurdadır (meydana
çıkmaktadır).
Ve eğer Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz bu hadîs-i İfrît'te
(ifrit ile ilgili hadiste)
Allah Teâlâ onu tutmağa bana kudret verdi" kaydını
(belirtisini) beyan buyurmasa
(açıklamasa) idi, biz der
idik ki: Sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
(Peygamberimiz) İfrît'i
(kötü cini) tutmak istediği
vakit, Allah Teâlâ kendilerine İfrît'i
(cini) tutmak kudretini
vermediğini bilmesi için, ona Süleyman (a.s.)’ın duâsını
hatırlattı. Fakat şimdi bunu diyemeyiz. Zîrâ
(çünkü) risâlet-penâh
Efendimiz Peygamberimiz)
kendisinde İfrît'i (kötü cini)
tutabilecek kudret olduğunu beyan buyurmuşlardır
(bildirmişlerdir).
Demek ki Allah Teâlâ Fahr-i âlem Efendimiz'e,
(Peygamberimize) İfrît'te
(kötü cinde) tasarruf için
kudret verdiği halde, Habb-i edîb-i Kibriyâ Efendimiz
(Peygamberimiz),
mahzâ
(yalnız) Süleyman (a.s.)’a
mevhûb (ihsan edilmiş, verilmiş)
olan bu nevi' (çeşit)
tasarrufta iştirâkten
(müşterek, ortak olmaktan) teeddüben
(edep olarak) tevakki
(sakındılar) ve ictinâb
buyurdular (çekindiler).
Ve edebe riâyetten
(uymaktan) nâşî (dolayı),
cenâb-ı Süleyman üzerine galebe edip
(üstün olup) tasarrufla zâhir
olmadılar (açığa çıkmadılar).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) biz bildik
ki, Süleyman (a.s.)’dan sonra halktan
(insanlardan) hiçbir kimseye
lâyık olmayan (yaraşmayan)
şey, mülkün umûmu (bütünü, hepsi)
üzerinde tasarruf ile zâhir olmak
(açığa çıkmak, görülmek)
keyfiyyetidir (hususudur).
Ya'nî Süleyman (a.
s.)’dan sonra hiçbir kimsenin umûm-i mülk
(mülkün tamamı) üzerinde
tasarruf etmesi lâyık (uygun,
münasip) olmaz. Fakat, bir mülk-i husûsî
(bazı, özel mülk) üzerinde
tasarrufu lâyık (uygun)
olur. Nitekim hudûd (sınır)
ile mahdûd olan (sınırlanmış)
memleketler üzerinde hükümrân olan pâdişahlar olduğu
gibi, efrâd-ı insâniyyeden (insan
fertlerinden) her bir ferdin dahi kendi nefsinde ve
âilesi efrâdı (fertleri)
üzerinde tasarrufâtı (tasarrufları)
vardır. Ve bu tasarrufların cümlesi
(hepsi) bir mülk-i husûsî
(kendine özgü mülkler)
üzerinde vâkı' olan (gerçekleşen)
tasarrufâttandır
(tasarruflardandır) ki, Süleyman (a.s.)’dan sonra
zâhir olmuş (açığa çıkmış, görünmüş)
ve kıyâmete kadar dahi yine öylece zâhir olacaktır
(görülecektir).
(Devam edecek)
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-19.07.2005
http://sufizmveinsan.com
|