[BU FASS
KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
“HİKMET-İ
RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]
Ve bizim bu
mes'eleden garazımız, Süleyman (a.s.)ın zikr eylediği iki isimde
olan iki rahmete kelâm ve tenbîhden gayri değildir ki, onların
lisân-ı arab ile tefsîri "er-Rahmân", "er- Rahîm"dir. Böyle
olunca Allah Teâlâ rahmet-i vücûbu takyîd eyledi ve rahmet-i
'imtinânı dahî ............................... (A'râf, 7/156)
kavlinde, hattâ esmâ-yı İlahiyye’ye, ya'nî hâkâyık-ı nisebe
ıtlâk etti. Binâenaleyh, onların üzerine bizim ile imtinân
eyledi (8).
Cenâb-ı Şeyh
(r.a.)’in bu kelâm-ı âlîleri (yüce,
kıymetli sözleri) bir suâl-i mukadderin
(sorulması muhtemel olan bir sorunun)
cevâbıdır. Meselâ biri çıkıp diyebilir ki: Hz.
Süleymân'ın tekellüm ettiği
(konuştuğu) lisân-ı Arabî
(Arap dili) değil, belki
ibrânî (İbranice,Yahudilerin dili)
idi. Binâenaleyh (bundan
dolayı), Belkîs'e
yazmış olduğu mektûbun baş tarafına, lisân-ı Arabî
(Arapça) üzere nâzil olan
(inen) Kur'ân-ı Kerîm'in bir
âyet-i bulunan besmele-i şerîfeyi yazması nasıl olabilir? Hz.
Şeyh, buna cevâben buyururlar ki: Belkîs'e gönderilen mektûbda
lisân-ı arabla (Arapça ile)
aynen "er-Rahmân" "er-Rahîm" isimleri muharrer
(yazılı) değil idi. Belki
ibrânî (yahudilerin)
lisânında (dilinde) bu
iki ism-i Arabînin (Arapça ismin)
mukâbili (karşılığı)
olan isimler yazılmış idi. Ve maksad, Süleyman
(a.s.)’ın o iki isimde Hakk'ın iki rahmetini zikreylediğini
(anlattığını) beyandan
(açıklamaktan) ibârettir.
İmdi, Hak
Teâlâ ............................ (En'âm, 6/12) âyet-i
kerîmesiyle kendi nefsi üzerine vâcib
(zaruri) kıldığı için
"rahmet-i vücûb" (iyi ameller
karşılığında kazanılan rahmet (rahimin rahmeti)
denilen rahme ti, ........................ (A'râf, 7/156)
âyet-i kerîmesinde beyan buyurduğu
(bildirdiği) vechile
(yönüyle),
amel-i sâlih (güzel işler)
işleyen ehl-i takvâya (korunan,
sakınan kişilere) mahsûs
(ait) kılmak sûretiyle takyîd eyledi
(kayıtladı, şarta bağladı)
ve .......................... (A'râf, 7/156) âyet-i kerîmesinde,
onlardan hiçbir hizmet mesbûk olmadığı
(geçmediği) halde, her şeye,
hattâ esmâ-yı İlahiyyeye, İlahi
esmaya) ya'nî nisebi zâtiyyenin
(Zat’ın sıfatlarının)
hakâyıkına (hakikatlerini)
şâmil kıldığı (içine aldığı,
kapladığı) için, "rahmet-i imtinân"
(rahmanın rahmeti) denilen
rahmeti dahi ıtlâk etti
(kayıtlamadı, şarta bağlamadı).
Ma'lûm
olsun ki, Allah'ın isimleri, kendi nisbetlerinin
(sıfatlarının) hakâyıkıdır
(hakikatleridir).
Ve "niseb" (sıfatlar,
özellikler) dahi esmâ-yı İlahiyyeyi
(İlahi esmayı) yekdîğerinden
(birbirinden) ayıran
şeydir. Çünkü her bir İsm-i İlahi
(İlahi isim) iki şeye delâlet
(işaret) eder. Bu
delâletlerden (işaretlerden)
birisi doğrudan doğruya Zât'a, diğeri zâtın husûsiyyetinedir
(özelliklerinedir).Ve
“İsim” bu husûsiyyet-i zâtiyye
(kendi özelliği, zatına ait özellik) ile diğer
İsim'den ayrılır. Ve medlûl-i Zât oldukda
(zata delalet eden olduğundan),
onun ahadiyyeti i'tibâriyle
(bakımından) o İsim, Zât'ın
ve Zât dahi, o İsm'in âynıdır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) mertebe-i
ahadiyyette (zat mertebesinde)
mahv (yok olmuş)
ve müstehlek (bitmiş, tükenmiş)
olmak i'tibâriyle
(bakımından) zât-ı ahadiyyenin
(ahad olan Zat’ın) aynı olan
esmâ hakkında, “rahmet-i imtinân
(rahmanın rahmeti)
ile merhûmdur” (rahmetlenmiştir)
demek câiz (doğru)
değildir. Çünkü o mertebede zuhur
(meydana çıkmak) yoktur ki,
rahmet mevzû'-i bahs olabilsin.
(rahmetten söz edilebilsin) “Rahmet-i imtinân
(rahmanın rahmeti) ile
merhûm (rahmetlenmiş)
olan” ancak esmânın niseb-i ademiyyesi
(açığa çıkmamış sıfatları, özellikleri)
ve hakâyık-ı mümeyyizesidir.
(birbirinden ayrılmamış, seçilmemiş
hakikatleridir) Bu da ismin medlûl-i sânîsidir
(ikinci delaletidir, ikinci işaret
ettiğidir).
İşte bu niseb-i ademiyye (açığa
çıkmamış sıfatlar) ve hakâyık-ı mümeyyize,
(birbirinden ayrılmamış, seçilmemiş
hakikatler) nefes-i
rahmânî (rahmanın nefes vermesi)
ile dıyk-ı ademiyyetten
(yokluk sıkıntısından) halâs olup
(kurtulup) her birisinin
sûreti, istî'dâd-ı zâtîsi (kendi
istidatları) muktezâsınca,
(gereğince) vücûdda
(varlıkta) zâhir olur
(açığa çıkar).
Ve
"niseb" (sıfatlar) iki
vecih (şekil) üzeredir.
Birisi, hayat, ilim, sem', basar, kudret gibi Hakk'a mensûb
(ait) olan niseb-i
Zâtiyyedir (Zati sıfatlarıdır).
Bunların taayyünât-ı
i'tibâriyyeden (varsayımsal
belirmelerden, oluşumlardan)
ibâret olan a'yân-ı kevniyyede
(kozmik oluşumda, evrende)
tahakkuku,
(gerçekleşmesi) ancak Zât-ı Hak
(Hakk’ın Zat2ı) iledir. Zîrâ
(çünkü) bu taayyünât
(oluşumlar, belirmeler)
umûr-i ademiyyedir (yokluk,
belirginsizlik durumundadır).
Kendilerinin vücûd-ı
müstakılli (kendilerine ait bağımsız
bir vücutları) yoktur ki ilim, sem', basar gibi
kendilerinde zâhir olan (açığa
çıkan görülen) nisebin
(sıfatların),
kendilerine mensûb (ait)
addi (saymak) mümkin
olabilsin. Belki onlarda zâhir olan
(açığa çıkan) bu niseb,
(sıfatlar) niseb-i zâtiyyenin
(Zatın sıfatlarının)
nisebidir (özellikleridir).
Zîrâ
(çünkü) suver-i âlem
(Âlem suretleri),
a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) zıllidir
(gölgesidir). Ve
a'yân-ı sâbite (ilmi suretler)
ise, şuûnât-ı Zâtiyye
(Zatın işleri, fiilleri) olan esmânın zıllidir
(gölgesidir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) suver-i âlem
(âlem suretleri) zıllin zılli
(gölgenin gölgesi) olur.
Böyle olunca “Benim rahmetim her şeye vâsi'adır
(geniştir). ”
(A'râf, 7/156) kavli
(sözleri) muktezâsınca
(gereğince) esmâ-yı İlahiyye
(İlahi esma),
ya'nî hakâyık-ı niseb
(sıfatların hakikatleri) dahi "rahmet-i imtinân"
(rahmanın rahmeti) tahtına
(hükmü altına) girer. Şu
halde Hak esmâya bizim ile ihsân eyledi
(lutufta bulundu).
Zîrâ
(çünkü) esmâ-yı İlahiyye
(İlahi esma),
Zât-ı Hak'ta (Hakk’ın
Zat’ında) müstehlek
(bitmiş, tükenmiş) idi. Onların suver-i ilmiyyesi
(ilmi suretleri) nefes-i
rahmânî (rahmanın nefes vermesi)
ile, a'yân-ı sâbitemizin
(ilmi suretlerimizin) âyînelerinde
(aynalarında) müteayyin olup
(meydana çıkıp, görülüp)
birbirinden ayrıldı. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak, bizim ademdeki
(yokluktaki (hakikat-i adem
mertebesindeki) hakâyık-ı gaybiyyemiz
(gaybteki hakikatlerimiz)
ile, esmâ üzerine ihsân (lutuf
(rahmet) etti.
İmdi biz
esmâ-yı İlahiyye’ye ve niseb-i rabbâniyyeye olan rahmet-i
imtinânın netîcesiyiz (9).
Zîrâ
(çünkü) Hak, dıyk-ı
ademiyyetten (yok olmanın, açığa
çıkmamış olmanın sıkıntısından) halâs etmek
(kurtarmak) sûretiyle,
esmâya rahmet etti. A'yân-ı sâbitemizin
(ilmi suretlerimizin)
âyînelerinde (aynalarında)
onların suver-i ilmiyyeleri
(ilmi suretleri) zâhir oldu
(açığa çıktı, göründü).
Ve vücûd-i mutlak-ı Hak
(Mutlak Zat) bi't-tenezzül
(inerek),
bu sûretlerin muktezâsına
(gerektirdiklerine) göre,
müteayyin olmakla (meydana çıkmakla,
belirmekle) vücûdât-ı kevniyyemiz
(kevni vücutlarımız, madde
vücutlarımız) peydâ olarak, bu vücûdlarda, o esmânın
âsâr (eserleri) ve ahkâmı
(hükümleri) zuhûra geldi
(meydana çıktı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) biz
esmâ-yı İlahiyye (İlahi esmaya)
ve niseb-i rabbâniyyeye
(Rabbani sıfatlara) olan rahmet-i imtinânın
(rahmanın rahmetinin)
netîcesi olduk.
Devam
edecek
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-26.07.2005
http://sufizmveinsan.com
|