177. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

“HİKMET-İ RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]

     Ondan sonra Hak Teâlâ, rahmetini bizim için, bizim zuhûrumuz sebebiyle, kendi nefsi üzerine vâcib kıldı. Ve bize de, tahkîk, kendisi bizim hüviyyetimiz olduğunu bildirdi. Tâ ki biz,  muhakkak rahmeti kendi nefsi üzerine ancak kendi nefsinden nâşî vâcib kıldığını bilelim. İmdi rahmet, Hak'tan hâriç olmadı. Binâenaleyh, kimin üzerine imtinân etti? Halbuki vücudda ondan gayri bir şey yoktur. Ancak şu kadar vardır ki, halkın ulûmda tefâzulu zâhir olduğu için, lisân-ı tafsîl hükmünden lâbüddür. Hattâ ahadiyyet-i ayn ile berâber, bu bundan daha âlimdir, denilir. Ve onun ma'nâsı, taalluk-ı ilimden, taalluk-ı irâdenin naksı ma'nâsıdır. İmdi bu mufâzale sıfât-ı İlahiyyede vâkı'dir ve taalluk-ı irâdenin taalluk-ı kudret üzerine, kemâli ve fazlı ve ziyâdeliği ma'nâsıdır (10).

   Ya'nî Hak Teâlâ esmânın sûretlerini bizim a'yân-ı sâbitemizin (ilmi suretlerimizin) âyînelerinde (aynalarında) peydâ ve vücûdât-ı hâriciyyemizde (bedenlerimizde) onların âsâr (eserlerini) ve ahkâmını (hükümlerini) ızhâr etmek (açığa çıkarmak) sûretiyle, o esmâya "rahmet-i rahmâniyye-i imtinâniyye" (rahmanın rahmetinin ihsanı) ile rahmet ettikten sonra, bizim bize zuhûrumuz (meydana çıkışımız) sebebiyle kendi nefsi üzerine “rahmet-i rahîmiyye-i vücûbiyye”yi (rahimin rahmeti gereğini) vâcib (zaruri, yapılması gerekli) kıldı. Binâenaleyh (bundan dolayı) her şey, rahmet-i imtinân (rahmanın rahmeti) ile merhûm (rahmetlenmiş) ise de, rahmet-i vücûbiyye (rahimin rahmeti) ile merhûm (rahmetlenmiş) değildir. Zîrâ (çünkü) herkesin kendi hakîkati, kendisine zahir (belli, açık) olmaz. Ve herkes kendi hakîkatîni ârif değildir (bilemez).Ve ma'rifet-i nefs (nefsini bilmek) ise, takvânın (Allah korkusunun) netîcesi ve hakîkatidir. Binâenaleyh (bundan dolayı) "rahmet-i vücûbiyye" (rahimin rahmeti) ile merhûm olan (rahmetlenen) ehl-i takvâdır (takva sahipleridir). Ve bu rahmet ancak onlara mahsûstur (aittir, özeldir).  

     Fakat zannetme ki Hak, bu rahmeti kendi nefsinin gayrisine (başkasına) tahsîs etti (mahsus kıldı, ayırdı).  Zîrâ (çünkü) kendisi bizim "hüviyyet"imiz (hakikâtimiz) olduğunu ....................... hadîs-i kudsîsinde bize bildirdi. Ve Hakk'ın bize bunu bildirmesi, şu­nun içindir ki, Hak rahmetini ancak kendi nefsinden nâşî (dolayı),  kendi nefsi üzerine vâcib (zaruri) kıldığını biz bilelim. Çünkü onun nefsi, bizim "hüviyyet"imizdir (hakikâtimizdir).  Ve onun vücûdu, vücûd-i hakîkî (gerçek vücut) ve bizim vücûdumuz ise, onun vücûduna muzâf (bağlı) olan bir vücûd-i i'tibârîdir (aslında olmayıp varsaydığımız bir vücuttur). Binâenaleyh (bundan dolayı) o, bizim bâtınımızdır (ruhumuzdur).  Ve onun nefsi, bizim bâtınımızın (ruhumuzun) ve hüviyyetimizin (hakikâtimizin) aynıdır. Böyle olunca rahmet, Hakk'ın vücûdundan hâriç (vücudunun dışında) olmadı. Şu halde, rahmet eden Hak olduğu gibi, rahmet olunan dahi Hak'tır. Ve mâdemki "râhim" ve "merhûm" olan (rahmetlenen) Hak'tır; binâenaleyh (bundan dolayı) Hakk'ın imtinânı (lütfu,rahmeti) ve ihsânı kimin üzerine olur? Halbuki vücûdda ondan gayri (başka) bir şey yoktur. Ve bu gördüğümüz taayyünât-ı kesîre (meydana çıkmış çokluk görüntüleri),  O'nun vücûd-i mutlakının (sınırsız, kayıtsız vücudunun) taayyün (belirmesi, meydana çıkması) ve takayyüdünden (kayıtlanmalarından) başka bir şey değildir. Vâkıâ (gerçi) bu, böyledir. Velâkin (fakat) "halk" (yaratılmış) dediğimiz vücûdât-ı izâfîye (göreceli varlıklara) nazar ettiğimiz (baktığımız) vakit, onların ilimlerde yekdîğerinden (birinin diğerinden  farklı olduğunu görüyoruz.

     İşte bu tefâzul (farklılık, fazilet ve meziyet bakımından üstün olma hali) zâhir olduğu (görüldüğü) için, lisân-ı tafsîlin (ayrıntılı açık anlatımla konuşmanın) hükmü (kaydı) vardır. Ve bu lisân-ı tafsîlin hükmü (emri) iktizâsınca (gereğince), ayn-ı Hakk'ın (Hakk’ın kendi) ahadiyyed ve bil cümle (bütün) kesret-i nisebiyyenin (sıfatların çokluğu) o ayn-ı ahadiyyette (ahadiyyetin kendinde) izmihlâli (yok olması) ile berâber, bu bundan daha âlimdir, denilir. Eğer lisân-ı tafsîlin hükmü olmasa böyle denilmez idi. Zîrâ (çünkü) ayn-ı ahadiyyetten (ahadiyyetin kendinden) başka vücûdda bir şey yoktur ki, bu ve şu diye gösterilebilsin. Ve eğer niseb-i Zâtiyyenin (zatın sıfatlarının) nisebi (özellikleri) olan “halk” (yaratılmış) dediğimiz şey olmasa lisân-ı tafsîlin hükmü bir mahall-i cereyân (oluş mahalli) bulmaz idi. Ve bu tefâzul (farklılık), ya'nî sıfâtın tefâzulu (farklı oluşu) vechi (yönü) iledir. Ve "tefâzul"un ma'nâsı, Hakk'ın irâdesinin bir şeye taalluku (ilişkisi),  ilminin taallukundan (ilişkisinden) nâkıs (noksan) olması ma'nâsınadır. Zîrâ (çünkü), kâffe-i eşyâ (varlıkların bütün hepsi) her zaman Hakk'ın ma'lûmudur (bilgisi dahilindedir).  Fakat, kâffe-i eşyâya (varlıkların hepsine), her zaman Hakk'ın irâdesi taalluk etmez (bağlı, ilişkili değildir).  Ya'nî Hakk'ın bildiği şeye, irâdesi taalluk etmez (ilişkili, bağlı olmaz).  Binâenaleyh (bundan dolayı) ilmin ma'lûmâta (bilinenlere) taalluku (ilişkisi),  irâdenin ma'lûmâta (bilinenlere) taallukundan (ilişkisinden) daha umûmîdir (geneldir). Birisi kâmil (tam),  diğeri nâkıstır (noksandır). Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: ................................ (Talâk, 65/12) Şu halde ilim her zamanda her şeye müteallıktır (taalluk edendir).Fakat .............................. (Nahl, 16/40) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) Hakk'ın bir şeye olan irâdesinin taalluku (bağlantısı, ilişkisi) vakten-mine'l-evkât (herhangi bir vakitte) vâkı' (olmuş) olur. Ve ilm ile irâde sıfât-ı İlahiyyeden (Allah’ın sıfatlarından) olup beyinlerinde (aralarında) kemâl (tamlık) ve naks (eksiklik) zâhir olmakla (görülmekle) tefâzul (farklılık) sâbit (mevcut) olmuş olur. Ve sıfât-ı İlahiyye (Hakk’ın sıfatları) arasında bu vechile (bakımdan) tefâzul (farklılık) sâbit (mevcut) olunca, onların mezâhiri (göründükleri yer) olan a'yân-ı halkıyyede (yaratılmışlarda) dahi bu tefâzulun (farklılığın) eseri zâhir olur (görülür).  Ve kezâ (böylece) tefâzulun (farklılığın) ma'nâsı Hakk'ın irâdesinin taallukunun (ilişkisinin), kudretinin taalluku (ilişkisi) üzerine kemâli (tamlığı, mükemmelliği) ve fazli (üstünlüğü) ve ziyâdeliği (fazlalığı) ma'nâsıdır.  Zîrâ (çünkü) evvelâ bir şeye irâde taalluk etmeyince (ilişkili olmayınca),  ona kudret taalluk etmez (ilişkili olmaz). Binâenaleyh (bundan dolayı) ilim, irâde ve irâde dahi kudret üzerine hâkimdir. İşte görülüyor ki, sıfât arasında tefâzul (farklılık (fazilet ve meziyet bakımından üstün olmak) mevcûddur 

     Ve kezâlik sem'-i İlahi ve basar-ı İlahi ve cemî'-i esmâ-i İlâhiyye ba'zısı ba'zısı üzerine tefâzulda derecât üzerinedir. Ahadiyyet-i ayn ile berâber Bu, bundan daha âlimdir" denilmekten, halkta zâhir olan tefâzul dahi böyledir. Ve nitekim, her bir ism-i İlahiyi takdîm ettiğin vakit, onu cemî-i esmâ ile tesmiye edersin ve onu onlar ile vasf eylersin. Halktan zâhir olan şey dahi böyledir. Onda her şeyin ehliyyeti vardır ki, o şey, onunla mefdûl kılındı. İmdi âlemden her bir cüz' âlemin mecmûudur. Ya'nî o cüz' bütün âlemin hakâyık-ı müteferrikâtına kâbildir (11).

   Ya'nî sıfât-ı İlahiyyede (Hakk’ın sıfatlarında) mufâzale (fazilet ve meziyet bakımından farklılık) sâbit (mevcut) olunca, onlardan sâdır olan (çıkan) esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) arasında dahi fark ve tefâzul (faziletli ve üstün olma) sâbit (mevcut) olur. Ve esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) beyninde (arasında) tefâzul (farklılık) sâbit (mevcut) olunca dahi, bu esmânın mahall-i zuhûr-i âsârı (eserlerinin açığa çıktığı yer) olan halk (yaratılmışlar) arasında da tefâzul (farklılık) zâhir olur (görülür).Ve bu a'yân-ı halkıyye (yaratılmışlar) vücûd-i müstakıl (bağımsız bir vücut) sâhibi olmayıp, Hakk'ın ayn-ı ahadiyyeti (ahad olan Zat’ı) ile kâim olmakla (varlık bulmakla) berâber, mahzâ (sadece) bu tefâzul-i nisebiyyeden (farklı, üstün olma özelliğinden) nâşî (dolayı), "Bu bundan daha âlimdir" denilir. Ve böyle denilmekle halk (yaratılmışlar) arasındaki tefâzul (farklılık, üstünlük) zâhir olur (görülür). Maahâzâ (bununla beraber), bu niseb-i muhtelife (çeşitli olan sıfatlar), ayn-ı ahadiyyette (ahad olan Zat’ında) müttehiddir (bir olmuştur, birleşmiştir). Nitekim sen bir ism-i İlahiyi (İlahi ismi) alıp takdîm etsen (tanıtsan),  ya'nî müsemmâ (isimlenen) mevzi'ine (yerine) vaz' etsen (koysan),  o ismi cemî'-i esmâ-i İlahiyye (bütün İlahi isimler) ile tesmiye edersin (isimlendirirsin) ve onu bütün esmâ ile vasf eylersin (vasıflandırırsın). Zîrâ (çünkü) ahadiyyet (zat) mertebesinde / bilcümle (bütün) sıfât ve esmâ zât-ı Hakk'ın (hakk’ın zatının) aynıdır. Bu i'tibâr (değer) ile her hangi bir ismi almış olsan cemî'-i esmâyı (esmanın hepsini) almış olursun 

     Misâl: Şahs-ı vâhidin (tek kişinin) bir çok sıfât ve esmâsı vardır. Bunların cümlesi (bütün hepsi) onun ayn-ı ahadiyyetinde (ahad olan zatında) müctemi'dir (toplanmıştır, cem olmuştur) .  Meselâ "ressâm" ismini alsak, isimlerinin hepsini almış oluruz. Zîrâ (çünkü) ressam dediğimiz vakit, bu isim ile müsemmâ olan (isimlenen) şahsın diri, bilici, işitici, görücü, dileyici, gücü yetici, söyleyici, îcâd edici, sâni' (yaratıcı), âkıl, hakîm, musavvir ilh... olduğunu da söylemiş oluruz. Ve bu sıfât ve esmâ, o şahsın zâtının aynıdır, gayri (başka) değildir.

     İşte her bir isim nasıl ki cemî'-i esmâyı (bütün esmayı) câmi' (toplamış) ise, o esmânın mezâhiri bulunan (göründüğü mahal olan) halkta (yaratılmışta) zâhir olan (görülen, açığa çıkan) şey dahi böyledir. Onda her şeyin ehliyeti (yetkisi, kabiliyeti) vardır ki o şey, o ehliyyetle (yetkiyle, kabiliyetle) mefdûl (üstün) kılındı. Ya'nî mefdûl (üstün) olan her şey indinde (yanında) , onun üzerine fâzıl (faziletli) olan her şeyin ehliyyeti (selahiyeti, kabiliyeti) vardır. Binâenâleyh (bundan dolayı) âlemden (evrenden) her bir cüz' (parça, kısım), âlemin (evrenin) mecmûudur (toplanmışıdır, hepsidir). Ya'nî o cüz' (kısım, parça) bü­tün âlemin (evrenin) hakâyık-ı müteferrikâtına (çeşitli, farklı hakikâtlerin hepsini) şâmildir (kaplar, içine alır) .   

    Ma'lûm olsun ki âlem (evren), min-haysü'l-mecmû' (tümlüğü, toplanmışlığı bakımından) âyîne (ayna) gibidir ki, Hak vücûh-i esmâiyyenin (esma suretlerinin) kâffesiyle (hepsiyle)  onda tafsîlen (bütün detayı ile) görünür. Ve bu âlemden (evrenden) her bir zerre dahi bir âyînedir (aynadır) ki, Hâk o vücûh-i esmâiyyeden  (esma suretlerinden) birisiyle onda mün'akis (akseden) olmuştur. Zîrâ (çünkü) her bir zerre esmâ-i İlahiyyeden (İlahi esmadan) bir ismin sûretidir ki, o ismin cemâli (yüzü) onda zâhir olmuştur (görülmüştür). Esmâ-i cüz'iyyeden (cüz esmadan) her bir ismin bi'l-külliyye (tümü ile) cemî'-i esmâ (bütün esma) ile muttasıf (vasıflanmış) olduğu bâlâda (yukarıda) misâl ile îzâh olundu (anlatıldı). İmdi bilcümle (bütün) esmâ Zât-ı ahadiyyette (ahad olan Zat’ında) müttehid (birleşmiş, bir) olup yekdîğerinden (biri diğerinden) husûsiyyât-ı sıfât (sıfatlarının özellikleri) ve niseb (vasıflar) ile ayrılmışlardır. Ve sıfât ile niseb (vasıflar) mutlaka bi'l-kuvve (kuvve olarak) zâtın lâzımıdır ve aslâ zâttan münfekk (ayrılmış) olmazlar. Binâenaleyh (bundan dolayı) her şeyde, her şey vardır. Meselâ:  Bir hardal tânesinde, hakîkatte cemî'-i mevcûdât (bütün mevcutlar) vardır. Velâkin (amma) onun taayyünü (oluşumu) zuhûra (meydana çıkmaya, görünmeye) mâni'dir (engeldir). Ve buna "sırr-ı tecelliyât" (tecellilerin sırrı) derler ki, ârif, (bilen kişi) her şeyde bütün eşyâyı (şeyleri) görür. Nitekim Mahmûd-i Şebüsterî hazretleri buyurur:

     Tercüme: "Cihânı baştan başak bir âyîne ve her bir zerrede yüz güneşi tâbân bil !"

Devam edecek                                                           

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-02.08.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail