[BU FASS
KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
“HİKMET-İ
RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]
Ondan
sonra Hak Teâlâ, rahmetini bizim için, bizim zuhûrumuz
sebebiyle, kendi nefsi üzerine vâcib kıldı. Ve bize de, tahkîk,
kendisi bizim hüviyyetimiz olduğunu bildirdi. Tâ ki biz,
muhakkak rahmeti kendi nefsi üzerine ancak kendi nefsinden nâşî
vâcib kıldığını bilelim. İmdi rahmet, Hak'tan hâriç olmadı.
Binâenaleyh, kimin üzerine imtinân etti? Halbuki vücudda ondan
gayri bir şey yoktur. Ancak şu kadar vardır ki, halkın ulûmda
tefâzulu zâhir olduğu için, lisân-ı tafsîl hükmünden lâbüddür.
Hattâ ahadiyyet-i ayn ile berâber, bu bundan daha âlimdir,
denilir. Ve onun ma'nâsı, taalluk-ı ilimden, taalluk-ı irâdenin
naksı ma'nâsıdır. İmdi bu mufâzale sıfât-ı İlahiyyede vâkı'dir
ve taalluk-ı irâdenin taalluk-ı kudret üzerine, kemâli ve fazlı
ve ziyâdeliği ma'nâsıdır (10).
Ya'nî Hak
Teâlâ esmânın sûretlerini bizim a'yân-ı sâbitemizin
(ilmi suretlerimizin)
âyînelerinde (aynalarında)
peydâ ve vücûdât-ı hâriciyyemizde
(bedenlerimizde) onların
âsâr (eserlerini) ve
ahkâmını (hükümlerini)
ızhâr etmek (açığa çıkarmak)
sûretiyle, o esmâya "rahmet-i rahmâniyye-i imtinâniyye"
(rahmanın rahmetinin ihsanı)
ile rahmet ettikten sonra, bizim bize zuhûrumuz
(meydana çıkışımız)
sebebiyle kendi nefsi üzerine “rahmet-i rahîmiyye-i vücûbiyye”yi
(rahimin rahmeti gereğini)
vâcib (zaruri, yapılması
gerekli) kıldı.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
her şey, rahmet-i imtinân
(rahmanın rahmeti)
ile merhûm (rahmetlenmiş)
ise de, rahmet-i vücûbiyye
(rahimin rahmeti) ile merhûm
(rahmetlenmiş) değildir.
Zîrâ (çünkü) herkesin
kendi hakîkati, kendisine zahir
(belli, açık) olmaz. Ve herkes kendi hakîkatîni ârif
değildir (bilemez).Ve
ma'rifet-i nefs (nefsini bilmek)
ise, takvânın (Allah
korkusunun) netîcesi ve hakîkatidir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) "rahmet-i
vücûbiyye" (rahimin rahmeti)
ile merhûm olan (rahmetlenen)
ehl-i takvâdır (takva
sahipleridir).
Ve bu rahmet ancak onlara mahsûstur
(aittir, özeldir).
Fakat zannetme ki Hak, bu rahmeti kendi nefsinin
gayrisine (başkasına)
tahsîs etti (mahsus kıldı, ayırdı).
Zîrâ
(çünkü) kendisi bizim
"hüviyyet"imiz (hakikâtimiz)
olduğunu ....................... hadîs-i kudsîsinde bize
bildirdi. Ve Hakk'ın bize bunu bildirmesi, şunun içindir ki,
Hak rahmetini ancak kendi nefsinden nâşî
(dolayı),
kendi nefsi üzerine vâcib
(zaruri) kıldığını biz
bilelim. Çünkü onun nefsi, bizim "hüviyyet"imizdir
(hakikâtimizdir).
Ve onun vücûdu, vücûd-i
hakîkî (gerçek vücut) ve
bizim vücûdumuz ise, onun vücûduna muzâf
(bağlı) olan bir vücûd-i
i'tibârîdir (aslında olmayıp
varsaydığımız bir vücuttur).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) o, bizim bâtınımızdır
(ruhumuzdur).
Ve onun nefsi, bizim
bâtınımızın (ruhumuzun)
ve hüviyyetimizin (hakikâtimizin)
aynıdır. Böyle olunca rahmet, Hakk'ın vücûdundan
hâriç (vücudunun dışında)
olmadı. Şu halde, rahmet eden Hak olduğu gibi, rahmet olunan
dahi Hak'tır. Ve mâdemki "râhim" ve "merhûm" olan
(rahmetlenen) Hak'tır; binâenaleyh
(bundan dolayı) Hakk'ın
imtinânı (lütfu,rahmeti)
ve ihsânı kimin üzerine olur? Halbuki vücûdda ondan gayri
(başka) bir şey yoktur. Ve
bu gördüğümüz taayyünât-ı kesîre
(meydana çıkmış çokluk görüntüleri),
O'nun vücûd-i mutlakının
(sınırsız, kayıtsız vücudunun)
taayyün (belirmesi, meydana
çıkması) ve takayyüdünden
(kayıtlanmalarından) başka
bir şey değildir. Vâkıâ (gerçi)
bu, böyledir. Velâkin
(fakat) "halk"
(yaratılmış) dediğimiz vücûdât-ı izâfîye
(göreceli varlıklara) nazar
ettiğimiz (baktığımız)
vakit, onların ilimlerde yekdîğerinden
(birinin diğerinden
farklı olduğunu
görüyoruz.
İşte bu
tefâzul (farklılık, fazilet ve
meziyet bakımından üstün olma hali) zâhir olduğu
(görüldüğü) için, lisân-ı
tafsîlin (ayrıntılı açık anlatımla
konuşmanın) hükmü
(kaydı) vardır. Ve bu
lisân-ı tafsîlin hükmü (emri)
iktizâsınca (gereğince),
ayn-ı Hakk'ın (Hakk’ın
kendi) ahadiyyed ve
bil cümle (bütün)
kesret-i nisebiyyenin (sıfatların
çokluğu) o ayn-ı ahadiyyette
(ahadiyyetin kendinde)
izmihlâli (yok olması)
ile berâber, bu bundan daha âlimdir, denilir. Eğer
lisân-ı tafsîlin hükmü
olmasa böyle denilmez idi. Zîrâ
(çünkü) ayn-ı ahadiyyetten
(ahadiyyetin kendinden)
başka vücûdda bir şey yoktur ki, bu ve şu diye gösterilebilsin.
Ve eğer niseb-i Zâtiyyenin (zatın
sıfatlarının) nisebi
(özellikleri) olan “halk”
(yaratılmış) dediğimiz şey
olmasa lisân-ı tafsîlin hükmü bir mahall-i cereyân
(oluş mahalli) bulmaz idi.
Ve bu tefâzul (farklılık),
ya'nî sıfâtın tefâzulu
(farklı oluşu) vechi
(yönü) iledir. Ve "tefâzul"un ma'nâsı, Hakk'ın
irâdesinin bir şeye taalluku
(ilişkisi), ilminin
taallukundan (ilişkisinden)
nâkıs (noksan) olması
ma'nâsınadır. Zîrâ (çünkü),
kâffe-i eşyâ (varlıkların
bütün hepsi) her zaman Hakk'ın ma'lûmudur
(bilgisi dahilindedir).
Fakat, kâffe-i eşyâya
(varlıkların hepsine),
her zaman Hakk'ın irâdesi taalluk etmez
(bağlı, ilişkili değildir).
Ya'nî Hakk'ın bildiği
şeye, irâdesi taalluk etmez
(ilişkili, bağlı olmaz).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) ilmin ma'lûmâta
(bilinenlere) taalluku
(ilişkisi), irâdenin
ma'lûmâta (bilinenlere)
taallukundan (ilişkisinden)
daha umûmîdir (geneldir).
Birisi kâmil (tam),
diğeri nâkıstır
(noksandır).
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
................................ (Talâk, 65/12) Şu halde ilim
her zamanda her şeye müteallıktır
(taalluk edendir).Fakat
.............................. (Nahl, 16/40) âyet-i kerîmesi
mûcibince (gereğince)
Hakk'ın bir şeye olan irâdesinin taalluku
(bağlantısı, ilişkisi)
vakten-mine'l-evkât (herhangi bir
vakitte) vâkı' (olmuş)
olur. Ve ilm
ile irâde sıfât-ı İlahiyyeden
(Allah’ın sıfatlarından) olup beyinlerinde
(aralarında) kemâl
(tamlık) ve naks
(eksiklik) zâhir olmakla
(görülmekle) tefâzul
(farklılık) sâbit
(mevcut) olmuş olur. Ve
sıfât-ı İlahiyye (Hakk’ın sıfatları)
arasında bu vechile
(bakımdan) tefâzul
(farklılık) sâbit
(mevcut) olunca, onların mezâhiri
(göründükleri yer) olan
a'yân-ı halkıyyede (yaratılmışlarda)
dahi bu tefâzulun
(farklılığın) eseri zâhir olur
(görülür).
Ve kezâ
(böylece) tefâzulun
(farklılığın) ma'nâsı
Hakk'ın irâdesinin taallukunun
(ilişkisinin),
kudretinin taalluku (ilişkisi)
üzerine kemâli (tamlığı,
mükemmelliği) ve fazli
(üstünlüğü) ve ziyâdeliği
(fazlalığı) ma'nâsıdır.
Zîrâ (çünkü) evvelâ bir
şeye irâde taalluk etmeyince
(ilişkili olmayınca), ona
kudret taalluk etmez (ilişkili
olmaz).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
ilim, irâde ve irâde dahi kudret üzerine hâkimdir. İşte
görülüyor ki, sıfât arasında tefâzul
(farklılık (fazilet ve meziyet
bakımından üstün olmak) mevcûddur
Ve kezâlik sem'-i İlahi ve basar-ı İlahi ve
cemî'-i esmâ-i İlâhiyye ba'zısı ba'zısı üzerine tefâzulda
derecât üzerinedir. Ahadiyyet-i ayn ile berâber Bu, bundan daha
âlimdir" denilmekten, halkta zâhir olan tefâzul dahi böyledir.
Ve nitekim, her bir ism-i İlahiyi takdîm ettiğin vakit, onu
cemî-i esmâ ile tesmiye edersin ve onu onlar ile vasf eylersin.
Halktan zâhir olan şey dahi böyledir. Onda her şeyin ehliyyeti
vardır ki, o şey, onunla mefdûl kılındı. İmdi âlemden her bir
cüz' âlemin mecmûudur. Ya'nî o cüz' bütün âlemin hakâyık-ı
müteferrikâtına kâbildir (11).
Ya'nî sıfât-ı
İlahiyyede (Hakk’ın sıfatlarında)
mufâzale (fazilet ve
meziyet bakımından farklılık) sâbit
(mevcut) olunca, onlardan
sâdır olan (çıkan) esmâ-i
İlahiyye (İlahi esma)
arasında dahi fark ve tefâzul
(faziletli ve üstün olma) sâbit
(mevcut) olur. Ve esmâ-i
İlahiyye (İlahi esma)
beyninde (arasında)
tefâzul (farklılık) sâbit
(mevcut) olunca dahi, bu
esmânın mahall-i zuhûr-i âsârı
(eserlerinin açığa çıktığı yer) olan halk
(yaratılmışlar) arasında da
tefâzul (farklılık) zâhir
olur (görülür).Ve bu
a'yân-ı halkıyye (yaratılmışlar)
vücûd-i müstakıl
(bağımsız bir vücut) sâhibi olmayıp, Hakk'ın ayn-ı
ahadiyyeti (ahad olan Zat’ı)
ile kâim olmakla (varlık
bulmakla) berâber, mahzâ
(sadece) bu tefâzul-i nisebiyyeden
(farklı, üstün olma özelliğinden)
nâşî (dolayı),
"Bu bundan daha âlimdir" denilir. Ve böyle denilmekle
halk (yaratılmışlar)
arasındaki tefâzul (farklılık,
üstünlük) zâhir olur
(görülür).
Maahâzâ (bununla beraber),
bu niseb-i muhtelife
(çeşitli olan sıfatlar),
ayn-ı ahadiyyette (ahad
olan Zat’ında) müttehiddir
(bir olmuştur, birleşmiştir).
Nitekim sen bir ism-i İlahiyi
(İlahi ismi) alıp takdîm
etsen (tanıtsan),
ya'nî müsemmâ
(isimlenen) mevzi'ine
(yerine) vaz' etsen
(koysan), o
ismi cemî'-i esmâ-i İlahiyye (bütün
İlahi isimler) ile tesmiye edersin
(isimlendirirsin) ve onu
bütün esmâ ile vasf eylersin
(vasıflandırırsın).
Zîrâ (çünkü)
ahadiyyet (zat)
mertebesinde / bilcümle (bütün)
sıfât ve esmâ zât-ı Hakk'ın
(hakk’ın zatının) aynıdır.
Bu i'tibâr (değer) ile
her hangi bir ismi almış olsan cemî'-i esmâyı
(esmanın hepsini) almış
olursun
Misâl:
Şahs-ı vâhidin (tek kişinin)
bir çok sıfât ve esmâsı vardır. Bunların cümlesi
(bütün hepsi) onun ayn-ı
ahadiyyetinde (ahad olan zatında)
müctemi'dir
(toplanmıştır, cem olmuştur) .
Meselâ "ressâm" ismini
alsak, isimlerinin hepsini almış oluruz. Zîrâ
(çünkü) ressam dediğimiz
vakit, bu isim ile müsemmâ olan
(isimlenen) şahsın diri, bilici, işitici, görücü,
dileyici, gücü yetici, söyleyici, îcâd edici, sâni'
(yaratıcı),
âkıl, hakîm, musavvir ilh... olduğunu da söylemiş
oluruz. Ve bu sıfât ve esmâ, o şahsın zâtının aynıdır, gayri
(başka) değildir.
İşte her
bir isim nasıl ki cemî'-i esmâyı
(bütün esmayı) câmi'
(toplamış) ise, o esmânın mezâhiri bulunan
(göründüğü mahal olan) halkta
(yaratılmışta) zâhir olan
(görülen, açığa çıkan) şey
dahi böyledir. Onda her şeyin ehliyeti
(yetkisi, kabiliyeti) vardır
ki o şey, o ehliyyetle (yetkiyle,
kabiliyetle) mefdûl
(üstün) kılındı.
Ya'nî mefdûl (üstün)
olan her şey indinde
(yanında) ,
onun üzerine fâzıl
(faziletli) olan her şeyin ehliyyeti
(selahiyeti, kabiliyeti)
vardır. Binâenâleyh (bundan dolayı)
âlemden (evrenden)
her bir cüz' (parça, kısım),
âlemin (evrenin)
mecmûudur (toplanmışıdır,
hepsidir).
Ya'nî o cüz' (kısım, parça)
bütün âlemin (evrenin)
hakâyık-ı müteferrikâtına
(çeşitli, farklı hakikâtlerin hepsini) şâmildir
(kaplar, içine alır) .
Ma'lûm olsun
ki âlem (evren),
min-haysü'l-mecmû'
(tümlüğü, toplanmışlığı bakımından) âyîne
(ayna) gibidir ki, Hak
vücûh-i esmâiyyenin (esma
suretlerinin) kâffesiyle
(hepsiyle) onda tafsîlen
(bütün detayı ile) görünür.
Ve bu âlemden (evrenden)
her bir zerre dahi bir âyînedir
(aynadır) ki, Hâk o vücûh-i esmâiyyeden
(esma suretlerinden)
birisiyle onda mün'akis
(akseden) olmuştur. Zîrâ
(çünkü) her bir zerre esmâ-i İlahiyyeden
(İlahi esmadan) bir ismin
sûretidir ki, o ismin cemâli (yüzü)
onda zâhir olmuştur
(görülmüştür).
Esmâ-i cüz'iyyeden (cüz esmadan)
her bir ismin bi'l-külliyye
(tümü ile) cemî'-i esmâ
(bütün esma) ile muttasıf
(vasıflanmış) olduğu bâlâda
(yukarıda) misâl ile îzâh
olundu (anlatıldı).
İmdi bilcümle (bütün)
esmâ Zât-ı ahadiyyette
(ahad olan Zat’ında) müttehid
(birleşmiş, bir) olup
yekdîğerinden (biri diğerinden)
husûsiyyât-ı sıfât
(sıfatlarının özellikleri) ve niseb
(vasıflar) ile
ayrılmışlardır. Ve sıfât ile niseb
(vasıflar) mutlaka
bi'l-kuvve (kuvve olarak)
zâtın lâzımıdır ve aslâ zâttan münfekk
(ayrılmış) olmazlar.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
her şeyde, her şey vardır. Meselâ: Bir hardal tânesinde,
hakîkatte cemî'-i mevcûdât (bütün
mevcutlar) vardır. Velâkin
(amma) onun taayyünü
(oluşumu) zuhûra
(meydana çıkmaya, görünmeye)
mâni'dir (engeldir).
Ve buna "sırr-ı tecelliyât"
(tecellilerin sırrı)
derler ki, ârif, (bilen
kişi) her şeyde bütün eşyâyı
(şeyleri) görür. Nitekim
Mahmûd-i Şebüsterî hazretleri buyurur:
Tercüme:
"Cihânı baştan başak bir âyîne ve her bir zerrede yüz güneşi
tâbân bil !"
Devam
edecek
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-02.08.2005
http://sufizmveinsan.com
|