[BU FASS KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ
RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]
Ve bizim "Zeyd, ilimde Amr'dan aşağıdır" kavlimiz, Hakk'ın
hüviyyeti, Zeyd ve Amr'ın aynı olmasına ve hüviyyetin Amr'da,
Zeyd'de olandan ekmel ve a'lem olmasına kadh vermez. Ve esmâ-i
İlahiyye mütefâzıl olduğu gibi, taayyün de mütefâzıl olur. Ve
halbuki Hakk'ın gayri değildir. İmdi Hak Teâlâ âlim olduğu
haysiyyetle taallukta, Mürid ve Kâdir olduğu haysiyyetten
e'ammdır. Halbuki o, O'dur; onun gayri değildir (12).
Ya'nî Zeyd ile Amr'ın "hüviyyet"leri
(hakikâtleri) Hak'tır. Ve
onların hüviyyetleri (hakikâtleri)
olan Hak, Zeyd ve Amr'ın aynıdır. Halbuki biz "Zeyd
ilimde Amr'dan aşağıdır" demiş olsak, Amr'da zâhir olan
(görülen) hüviyyet-i Hakk'ın
(Hakk’ın hakikâtinin),
Zeyd'de zâhir olan
(görülen) hüviyyet-i Hak'tan,
(Hakk’ın hakikâtinden) daha mükemmel olduğunu
söylemiş oluruz. Maahâzâ (bununla
beraber) bu kavl (deyiş)
her ikisinin "hüviyyet"i de
(hakikâti’de) Hak olmasına
kadh vermez (halel vermez,
etkilemez).
Mâdemki esmâ-i İlahiyye (İlahi esma)
arasında fâzıliyyet
(faziletlik) ve mefdûliyyet
(üstün olmaklık) vardır,
onların mezâhiri (göründüğü mahal,
yer) olan taayyünât-ı halkıyye
(meydana çıkmış yaratılmışlar)
arasında dahi elbette bu fâzıliyyet
(faziletlik) ve mefdûliyyet
(üstün olmaklık) mevcûd
olmak lâzımdır. Ve esmâ Hakk'ın gayri
(Hakk’tan başka, ayrı)
değildir. Nitekim Hakk'ın Âlim ve Mürîd ve Kâdir isimleri
arasında tefâzul (faziletli olmak)
vardır. Ve Hakk'ın bir şeye ilminin taalluku
(ilişkisi),
irâde ve kudretinin taallukundan
(ilişkisinden) daha umûmîdir
(kapsamlıdır).
Zîrâ
(çünkü)
ind-i Hak'ta (Hakk
katında) her ma'lûm olan
(bilinen) şeye, her zamanda Hakk'ın irâdesi ve
kudretinin taalluku (ilişkili
olması) lâzım gelmez. Ya'nî Hak bir şeyi her zaman
bilir; fakat onun her zamanda o şeye olan ilmi, her vakit o
şeyin vukûuna (oluşmasına,
gerçekleşmesine) irâdesinin ve kudretinin taallukunu
(ilişkili olmasını) îcâb
etmez (gerektirmez).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Alîm isminin, Mürîd ve Kâdir isimlerine fazlı
(üstünlüğü) tahakkuk
etmiş (gerçekleşmiş)
olur. Halbuki Âlim ve Mürîd ve Kâdir olan Hak'tır. Ve bu isimler
müsemmâ (isimlenmiş),
olan Hakk'ın gayrı
(başkası) değildir.
İmdi ey dostum, Hakk'ı orada câhil olarak burada âlim
olma ve orada nefy ederek burada isbât etme! Meğer ki sen,
Hakk'ın kendi hakkında nefy ve isbât için dediği hîndeki âyet-i
câmi'a gibi, O'nu, O'nun kendi nefsini isbât ettiği, vechile
isbât edesin. Ve O'nu, O'nun kendi nefsini nefy ettiği vechile
ondan nefy edesin. ......................... nefy etti;
.......................... (Şûrâ, 42/ 11 ) bir sıfat ile isbât
etti ki, hayvandan her sâmi' ve basîre âmmdır. Ancak şu kadar
vardır ki, dünyâda ba'zı nâsın idrâkinden bâtın oldu. Âhirette
nâsın cümlesine zâhir olur. Zirâ âhiret dâr-ı hayevandır ve
dünyâ dahi böyledir. Ancak hakâyık-ı âlemden idrâk ettikleri şey
sebebiyle, ibâdullah beyninde ihtisâs ve mufâzale zâhir olmak
için, onun hayâtı ba'zı ibâddan mestûrdur. Binâenaley Hak Telâ,
idrâki âmm olan kimsede, kendisi için bu umûm hâsıl olmayan
kimseden hükümde azhar olur. İmdi sen, "Tahkîkan halk Hakk'ın
hüviyyetidir, diyen kimsenin kelâmı sahîh değildir" diyerek
teâzul ile mahcûb olma! Ben sana esmâ-i İlahiyyede tefâzulu
gösterdikten sonra, ki sen şekk etmezsin ki, esmâ-i İlahiyye
Hak'tır ve onlar ile müsemmâ olan medlûl, Allah'dan gayri
değildir (13).
Ya'nî ey dastum, Hakk'ı bir mazharda
(görüntü yerinde (birimde)
âlim (bilip),
bir mazharda (görüntü
yerinde (birimde) câhil olma
(bilmemezlik etme) ve Hak burada zâhirdir
(görülür, meydandadır) ve
burada değildir, deme! Belki cemî'-i mezâhirde
(bütün görüntü yerlerinde, birimlerde)
isbât et! (kanıtla,
vardır de!) Ve kezâ
(böylece) bir mazharda
(birimde) nefy edip,
(yoktur deyip) diğer bir mazharda
(birimde) isbât etme
(vardır deme)!
Bil ki Hak, her bir mazharın
(birimin) kâbiliyyeti
hasebiyle onda zâhir (açık,
meydanda) ve sâbittir
(mevcuttur). Eğer
diyecek olursan ki, Hakk'ı mezâhirde
(görüntü yerlerinde,birimlerde)
nefy (yok) ve isbât
(var) etmek câiz
(doğru) değil midir? Evet,
câizdir (doğrudur);
fakat bu nefy
(yok) ve isbât,
(var etmek) Hakk'ın kendi
nefsini nefy ve isbât için buyurduğu .....................
(Şûra, 42/ 11) âyet-i kerîmesindeki nefy
ve isbât gibi
olmalıdır. Zîrâ (çünkü)
bu âyet-i- kerîme "tenzîh" ve "teşbîh" beyni
(arasını) câmi'dir
(toplamıştır) ki, bu bahsin
(konunun) tafsîli
(geniş açıklaması) Fass-ı
Nûhî'de (Nuh bölümünde)
murûr etmiştir (geçmiştir).
........................... kavliyle
(sözleriyle) Hakk'ın misli
(benzeri) nefy
olunur (yoktur denir).
....................... kavliyle
(sözleriyle ) de Hak,
semî'ıyyet (işiticilik)
ve basîriyyet (görücülük)
ile vasf olunur
(vasıflandırılır).
Bu sıfat ise, işiten ve gören her hayvan
(canlı) hakkında âmmdır
(geneldir, hepsinedir).
Ve vücûdda (varlıkta)
hayevandan (hayattan,
candan) başka yoktur. Çünkü bu gördüğümüz taayyünât-ı
kesîre (çokluk görüntüleri),
vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın
(mutlak, kayıtsız vücut sahibi Hakk’ın) ,
bi-hasebi'l-esmâ (sayısız
esması bakımından) taayyününden
(belirmesinden, meydana çıkmasından)
başka bir şey değildir. Ve onların vücûdu, vücûd-i
hakîkî-i Hakk'a (gerçek vücut sahibi
hakk’a) muzâf (bağlı)
olmuş birer vücûd-i i'tibârîdir
(aslında olmayıp var kabul edilen
vücutdur).
Binâenaleyh (bundan dolayı),
"halk" (yaratılmış)
dediğimiz bu suver-i âlemin
(âlem suretlerinin) bâtını
(ruhu) ve "hüviyyet"i
(hakikâti) Hak'tır'. Ve
onların hüviyyeti (hakikâti)
Hak olunca, Hakk'ın hayât, ilim, sem', basar, irâde ve
kudret gibi sıfât-ı külliyye (tüm,
bütün sıfatları) ve cüz'iyyesi
(kısımları) onlarda mevcûd
olur. Fakat mahlûkattan ba'zılarının taayyünü
(oluşumu) bu sıfâtın
zuhûruna (meydana çıkmasına)
mâni' (engel)
olduğundan mahsüs (duyulur,
hissedilir, aşıkar) olmaz.
İşte bu hakîkatten gâfil olan
(hakikâtleri bilmeyen) ehl-i
hicâb (perdeli kişiler)
eşyâ-yı mevcûdenin (mevcut
varlıkların) ba'zısında "hayat" vardır, ba'zısında da
yoktur zannederler. Halbuki vücûdda
(varlıkta) "hayât" sâhibi olmayan bir şey yoktur.
Fakat onların hayâtı, bu dünyâda ba'zı nâsın
(insanların) idrâkinden
bâtın oldu (gizlendi) ve
gizli kaldı. Bu hakîkat âhirette herkese bilâ-istisnâ
(kuralsız) âşikâr
(belli, açık) olur. Çünkü
................................ (Ankebût, 29/64) âyet-i
kerîmesinde beyan buyrulduğu
(bildirildiği) üzere âhiret, dâr-ı hayâttır
(hayat, yaşam evidir).
Fakat sen zannetme ki,
dünyâ dâr-ı hayât (hayat, yaşam evi)
değildir. Dünyâ da böyledir. Şu kadar var ki,
hakâyık-ı âleme (alemin
hakikâtlerine) vukufları
(bilgileri, anlayışları) nisbetinde,
(oranında) ibâdullah
(Allah kulları) arasında
husûsiyyet (özellik) ve
efdaliyyet (faziletlik, üstünlük)
zâhir olmak (açığa
çıkması) için, her şeyin hayâtı bulunduğu
(canlı olduğu) ba'zı ibâddan
(kullardan) gizli
kalmıştır. Onun için bu hakîkati ibâdullahdan
(Allah kullarından)
ba'zıları bilir, ba'zıları bilmez, inkâr eder. Binâenaleyh
(bundan dolayı) ihâta-i
idrâki (anlama, kavrama kapsamı)
daha çok olan kimsede Hak Teâlâ hükümde, idrâkinde
(kavrayışında, anlayışında)
bu umûmiyyet (çoğunluk)
hâsıl olmayan (oluşmayan)
kimseden daha ziyâde (fazla)
zâhir olur (görünür)
. Nitekim Ali
(kerremallâhü vecheh) efendimiz buyururlar ki: "Biz Resûlullah
(s.a.v.) Efendimiz ile seferde idik. Teveccüh ettiğimiz
(yöneldiğimiz, yüzümüzü çevirdiğimiz)
hiçbir taş ve ağaç yok idi ki, Resûlullah (s.a.v)
Efendimiz'e selâm vermesin." Şimdi, bunu işiten felâsife
(felsefeciler, flozoflar),
böyle şey olmaz, diye inkâr ederler. Zîrâ
(çünkü) onlar hakâyık-ı
eşyâdan (varlıkların
hakikâtlerinden) gâfildir
(habersizdirler).
......................... (Rûm, 30/7) ya'nî
"Onlar hayât-ı dünyâdan (dünya
hayatından, yaşamından) zâhir olanı
(açıkta, meydanda olanı)
bilirler"; zâhir (açık, meydanda)
ve mahsüs olmayanı
(duyular ile hissedilmeyeni) bilmezler.
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar ki: İşte ben sana tefâzulu
(fazileti, üstünlüğü) îzâh
ettim (anlattım) ve bu
îzâhât (açıklama) üzerine
esmâ-i İlahiyenin (İlahi isimlerin)
Hak olduğuna ve esmâ-i İlahiyye
(Hakk’ın isimleri) ile
müsemmâ olan (isimlenen)
medlûlün (delalet olunan, gösterilen
şeyin) , Allah'ın
gayrisi (Allah’tan başkası)
olmadığına artık senin şübhen kalmadı. Binâenaleyh
(bundan dolayı),
"Halk (yaratılmış)
Hakk'ın hüviyyetidir
(hakikâtidir),
diyen kimse doğru söylemez" diyerek Zeyd ile Amr arasındaki
tefâzulu (farkı, üstünlüğü)
görüp hicâba düşme (perdelenme)
ve bu tefâzul-i meşhûda
(görünen, şahit olunan üstünlüğe) binâen
(dayanarak) onların
hüviyyetlerini (hakikâtlerini,
zatlarını) başka başka zannetme! Zîrâ
(çünkü) onların bâtınları
(ruhları) ve Rabb-i hâssları
(öz isimleri) esmâ-i
İlahiyyedir (Hakk’ın ismidir).
Esmâ-i İlahiyye (hakk’ın
esması) ise Hak'tır ve bu isimlerin medlûlü
(delili) olan müsemmâ
(isimlenen) Allâh'ın gayri
(Allah’tan başkası)
değildir. Ve onların cümlesinin
(hepsinin) medlûlü
(delili) vücûd-i vâhid
(tek vücut) olan Allah'dır.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-10.08.2005
http://sufizmveinsan.com
|