179. Bölüm


[BU FASS KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]

Ve bizim "Zeyd, ilimde Amr'dan aşağıdır" kavlimiz, Hakk'ın hüviyyeti, Zeyd ve Amr'ın aynı olmasına ve hüviyyetin Amr'da, Zeyd'de olandan ekmel ve a'lem olmasına kadh vermez. Ve esmâ-i İlahiyye mütefâzıl olduğu gibi, taayyün de mütefâzıl olur. Ve halbuki Hakk'ın gayri değildir. İmdi Hak Teâlâ âlim olduğu haysiyyetle taallukta, Mürid ve Kâdir olduğu haysiyyetten e'ammdır. Halbuki o, O'dur; onun gayri değildir (12).

Ya'nî Zeyd ile Amr'ın "hüviyyet"leri (hakikâtleri) Hak'tır. Ve onların hüviyyetleri (hakikâtleri) olan Hak, Zeyd ve Amr'ın aynıdır. Halbuki biz "Zeyd ilimde Amr'dan aşağıdır" demiş olsak, Amr'da zâhir olan (görülen) hüviyyet-i Hakk'ın (Hakk’ın hakikâtinin), Zeyd'de zâhir olan (görülen) hüviyyet-i Hak'tan, (Hakk’ın hakikâtinden) daha mükemmel olduğunu söylemiş oluruz. Maahâzâ (bununla beraber) bu kavl (deyiş) her ikisinin "hüviyyet"i de (hakikâti’de) Hak olmasına kadh vermez (halel vermez, etkilemez). Mâdemki esmâ-i İlahiyye (İlahi esma) arasında fâzıliyyet (faziletlik) ve mefdûliyyet (üstün olmaklık) vardır, onların mezâhiri (göründüğü mahal, yer) olan taayyünât-ı halkıyye (meydana çıkmış yaratılmışlar) arasında dahi elbette bu fâzıliyyet (faziletlik) ve mefdûliyyet (üstün olmaklık) mevcûd olmak lâzımdır. Ve esmâ Hakk'ın gayri (Hakk’tan başka, ayrı) değildir. Nitekim Hakk'ın Âlim ve Mürîd ve Kâdir isimleri arasında tefâzul (faziletli olmak) vardır. Ve Hakk'ın bir şeye ilminin taalluku (ilişkisi), irâde ve kudretinin taallukundan (ilişkisinden) daha umûmîdir (kapsamlıdır).  Zîrâ (çünkü) ind-i Hak'ta (Hakk katında) her ma'lûm olan (bilinen) şeye, her zamanda Hakk'ın irâdesi ve kudretinin taalluku (ilişkili olması) lâzım gelmez. Ya'nî Hak bir şeyi her zaman bilir; fakat onun her zamanda o şeye olan ilmi, her vakit o şeyin vukûuna (oluşmasına, gerçekleşmesine) irâdesinin ve kudretinin taallukunu (ilişkili olmasını) îcâb etmez (gerektirmez). Binâenaleyh (bundan dolayı) Alîm isminin, Mürîd ve Kâdir isimlerine fazlı (üstünlüğü) tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) olur. Halbuki Âlim ve Mürîd ve Kâdir olan Hak'tır. Ve bu isimler müsemmâ (isimlenmiş), olan Hakk'ın gayrı (başkası) değildir.

İmdi ey dostum, Hakk'ı orada câhil olarak burada âlim olma ve orada nefy ederek burada isbât etme! Meğer ki sen, Hakk'ın kendi hakkında nefy ve isbât için dediği hîndeki âyet-i câmi'a gibi, O'nu, O'nun kendi nefsini isbât ettiği, vechile isbât edesin. Ve O'nu, O'nun kendi nefsini nefy ettiği vechile ondan nefy edesin. ......................... nefy etti; .......................... (Şûrâ, 42/ 11 ) bir sıfat ile isbât etti ki, hayvandan her sâmi' ve basîre âmmdır. Ancak şu kadar vardır ki, dünyâda ba'zı nâsın idrâkinden bâtın oldu. Âhirette nâsın cümlesine zâhir olur. Zirâ âhiret dâr-ı hayevandır ve dünyâ dahi böyledir. Ancak hakâyık-ı âlemden idrâk ettikleri şey sebebiyle, ibâdullah bey­ninde ihtisâs ve mufâzale zâhir olmak için, onun hayâtı ba'zı ibâddan mestûrdur. Binâenaley Hak Telâ, idrâki âmm olan kimsede, kendisi için bu umûm hâsıl olmayan kimseden hükümde azhar olur. İmdi sen, "Tahkîkan halk Hakk'ın hüviyyetidir, diyen kimsenin kelâmı sahîh değildir" diyerek teâzul ile mahcûb olma! Ben sana esmâ-i İlahiyyede tefâzulu gösterdikten sonra, ki sen şekk etmezsin ki, esmâ-i İlahiyye Hak'tır ve onlar ile müsemmâ olan medlûl, Allah'dan gayri değildir (13).

Ya'nî ey dastum, Hakk'ı bir mazharda (görüntü yerinde (birimde) âlim (bilip), bir mazharda (görüntü yerinde (birimde) câhil olma (bilmemezlik etme) ve Hak burada zâhirdir (görülür, meydandadır) ve burada değildir, deme! Belki cemî'-i mezâhirde (bütün görüntü yerlerinde, birimlerde) isbât et! (kanıtla, vardır de!) Ve kezâ (böylece) bir mazharda (birimde) nefy edip, (yoktur deyip) diğer bir mazharda (birimde) isbât etme (vardır deme)! Bil ki Hak, her bir mazharın (birimin) kâbiliyyeti hasebiyle onda zâhir (açık, meydanda) ve sâbittir (mevcuttur).  Eğer diyecek olursan ki, Hakk'ı mezâhirde (görüntü yerlerinde,birimlerde) nefy (yok) ve isbât (var) etmek câiz (doğru) değil  midir? Evet, câizdir (doğrudur);  fakat bu nefy (yok) ve isbât, (var etmek) Hakk'ın kendi nefsini nefy ve isbât için buyurduğu ..................... (Şûra, 42/ 11) âyet-i kerîmesindeki nefy ve isbât gibi olmalıdır. Zîrâ (çünkü) bu âyet-i- kerîme "tenzîh" ve "teşbîh" beyni (arasını) câmi'dir (toplamıştır) ki, bu bahsin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Nûhî'de (Nuh bölümünde) murûr etmiştir (geçmiştir). ........................... kavliyle (sözleriyle) Hakk'ın misli (benzeri) nefy olunur (yoktur denir). ....................... kav­liyle (sözleriyle ) de Hak, semî'ıyyet (işiticilik) ve basîriyyet (görücülük) ile vasf olunur (vasıflandırılır). Bu sıfat ise, işiten ve gören her hayvan (canlı) hakkında âmmdır (geneldir, hepsinedir). Ve vücûdda (varlıkta)  hayevandan (hayattan, candan) başka yoktur. Çünkü bu gördüğümüz taayyünât-ı kesîre (çokluk görüntüleri), vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın (mutlak, kayıtsız vücut sahibi Hakk’ın) , bi-hasebi'l-esmâ (sayısız esması bakımından) taayyününden (belirmesinden, meydana çıkmasından) başka bir şey değildir. Ve onların vücûdu, vücûd-i hakîkî-i Hakk'a (gerçek vücut sahibi hakk’a) muzâf (bağlı) olmuş birer vücûd-i i'tibârîdir (aslında olmayıp var kabul edilen vücutdur). Binâenaleyh (bundan dolayı), "halk" (yaratılmış) dediğimiz bu suver-i âlemin (âlem suretlerinin) bâtını (ruhu) ve "hüviyyet"i (hakikâti) Hak'tır'. Ve onların hüviyyeti (hakikâti) Hak olunca, Hakk'ın hayât, ilim, sem', basar, irâde ve kudret gibi sıfât-ı külliyye (tüm, bütün sıfatları) ve cüz'iyyesi (kısımları) onlarda mevcûd olur. Fakat mahlûkattan ba'zılarının taayyünü (oluşumu) bu sıfâtın zuhûruna (meydana çıkmasına) mâni' (engel) olduğundan mahsüs (duyulur, hissedilir, aşıkar) olmaz.

İşte bu hakîkatten gâfil olan (hakikâtleri bilmeyen) ehl-i hicâb (perdeli kişiler) eşyâ-yı mevcûdenin (mevcut varlıkların) ba'zısında "hayat" vardır, ba'zısında da yoktur zannederler. Halbuki vücûdda (varlıkta) "hayât" sâhibi olmayan bir şey yoktur. Fakat onların hayâtı, bu dünyâda ba'zı nâsın (insanların) idrâkinden bâtın oldu (gizlendi) ve gizli kaldı. Bu hakîkat âhirette herkese bilâ-istisnâ (kuralsız) âşikâr (belli, açık) olur. Çünkü ................................ (Ankebût, 29/64) âyet-i kerîmesinde beyan buyrulduğu (bildirildiği) üzere âhiret, dâr-ı hayâttır (hayat, yaşam evidir).  Fakat sen zannetme ki, dünyâ dâr-ı hayât (hayat, yaşam evi) değildir. Dünyâ da böyledir. Şu kadar var ki, hakâyık-ı âleme (alemin hakikâtlerine) vukufları (bilgileri, anlayışları) nisbetinde, (oranında) ibâdullah (Allah kulları) arasında husûsiyyet (özellik) ve efdaliyyet (faziletlik, üstünlük) zâhir olmak (açığa çıkması) için, her şeyin hayâtı bulunduğu (canlı olduğu) ba'zı ibâddan (kullardan) gizli kalmıştır. Onun için bu hakîkati ibâdullahdan (Allah kullarından) ba'zıları bilir, ba'zıları bilmez, inkâr eder. Binâ­enaleyh (bundan dolayı) ihâta-i idrâki (anlama, kavrama kapsamı) daha çok olan kimsede Hak Teâlâ hükümde, idrâkinde (kavrayışında, anlayışında) bu umûmiyyet (çoğunluk) hâsıl olmayan (oluşmayan) kimseden daha ziyâde (fazla) zâhir olur (görünür) .  Nitekim Ali (kerremallâhü vecheh) efendimiz buyururlar ki: "Biz Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz ile seferde idik. Teveccüh ettiğimiz (yöneldiğimiz, yüzümüzü çevirdiğimiz) hiçbir taş ve ağaç yok idi ki, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz'e selâm vermesin." Şimdi, bunu işiten felâsife (felsefeciler, flozoflar), böyle şey olmaz, diye inkâr ederler. Zîrâ (çünkü) onlar hakâyık-ı eşyâdan (varlıkların hakikâtlerinden) gâfildir (habersizdirler). ......................... (Rûm, 30/7) ya'nî "Onlar hayât-ı dünyâdan (dünya hayatından, yaşamından) zâhir olanı (açıkta, meydanda olanı) bilirler"; zâhir (açık, meydanda) ve mahsüs olmayanı (duyular ile hissedilmeyeni) bilmezler.

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar ki: İşte ben sana tefâzulu (fazileti, üstünlüğü) îzâh ettim (anlattım) ve bu îzâhât (açıklama) üzerine esmâ-i İlahiyenin (İlahi isimlerin) Hak olduğuna ve esmâ-i İlahiyye (Hakk’ın isimleri) ile müsemmâ olan (isimlenen) medlûlün (delalet olunan, gösterilen şeyin) ,  Allah'ın gayrisi (Allah’tan başkası) olmadığına artık senin şübhen kalmadı. Binâenaleyh (bundan dolayı), "Halk (yaratılmış) Hakk'ın hüviyyetidir (hakikâtidir), diyen kimse doğru söylemez" diyerek Zeyd ile Amr arasındaki tefâzulu (farkı, üstünlüğü) görüp hicâba düşme (perdelenme) ve bu tefâzul-i meşhûda (görünen, şahit olunan üstünlüğe) binâen (dayanarak) onların hüviyyetlerini (hakikâtlerini, zatlarını) başka başka zannetme! Zîrâ (çünkü) onların bâtınları (ruhları) ve Rabb-i hâssları (öz isimleri) esmâ-i İlahiyyedir (Hakk’ın ismidir). Esmâ-i İlahiyye (hakk’ın esması) ise Hak'tır ve bu isimlerin medlûlü (delili) olan müsemmâ (isimlenen) Allâh'ın gayri (Allah’tan başkası) değildir. Ve onların cümlesinin (hepsinin) medlûlü (delili) vücûd-i vâhid (tek vücut) olan Allah'dır.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-16.08.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail