| 
                 
                   
                  
				
				[BU FASS 
				KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE” 
				BEYÂNINDADIR] 
				
				Ve ammâ 
				sınıf-ı insânîden esrâr-ı tasarrufu ve havâss-ı eşyâyı âlimin, 
				Cin'den olan âlim üzerine fazlı, kadr-i zam ile ma'lûmdur. Zîrâ 
				bakışın rücû'u, onunla nâzır olan kimseye, kâimin meclisinden 
				kıyâmından daha çabuktur. Çünkü basarın idrâkte, idrâk ettiği 
				şeye hareketi, cismin ondan müteharrik olduğu şeyde hareketinden 
				daha serî'dir. Zîrâ basarın onda müteharrik olduğu zaman, nâzır 
				ile manzûr beyninde bu'd-i mesâfe olmakla berâber, basarın 
				mübsara taalluk ettiği zamanın aynıdır. Zîrâ basarın açılması 
				zamânı, onun kevâkib-i sâbite feleğine taallukunun zamânıdır. Ve 
				onun bakışının ona rücû'u zamânı, onun adem-i idrâki zamânının 
				aynıdır. Halbuki makâm-ı insandan kıyâm böyle değildir. Ya'nî 
				onun için bu sür'at yoktur. Binâenaleyh Âsaf bin Berhıyâ amelde 
				Cin'den etemm oldu. Böyle olunca Âsaf bin Berhıyâ kavlinin aynı, 
				zamân-ı vâhidde fiilin aynı oldu. İmdi o zamanda Süleyman (a.s.) 
				Belkıs'ın tahtını, min-gayr-i intikâl mekânında olduğu halde, 
				idrâk ettiği tahayyül olunmamak için, ayniyle kendi indinde 
				müstekır gördü (17). 
				
				Kur'ân-ı 
				Kerim'de sûre-i Neml'de (Neml 
				suresinde) beyân olunduğu 
				(bildirildiği) üzere Belkîs, Süleyman (a.s.)’ın 
				mektûbunu aldıktan sonra, vüzerâsını 
				(vezirlerini) toplayıp: “bana vacibü’l-ikrâm 
				(ikram ve hürmet edilmesi gereken)
				bir mektûp ilkâ olundu 
				(bırakıldı) ki, Süleyman’dandır ve onun mazmûnu 
				(anlamı) da şudur: Ey eşrâf
				(ileri gelenler, saygın muhterem 
				kişiler), bana 
				bu işin fetvâsını (şeri hükmünü, 
				kararını) verin! Siz bilirsiniz ki, ben sizinle 
				müşâvere etmedikçe (konu üzerinde 
				konuşmadıkça) bir iş hakkında karâr-ı kat’î 
				(kesin karar) vermem dedi. 
				Eşrâf (itibar sahibi kişiler, ileri 
				gelenler) dahi cevâben dediler ki: “Biz kuvvet ve 
				şiddet sâhibiyiz, emir senindir. Biz senin emrine mutî’iz” 
				(itiat ederiz, boyun eğeriz) 
				(Neml, 27/29-33). 
				
				Belkîs: 
				“Padişâhlar bir şehre harben (harb 
				etmek suretiyle) girerlerse orasını harab ederler ve 
				ahâlîsinin eşrâfını (ileri 
				gelenlerini) zelîl 
				(horlar) ve esîr ederler. Onlar bunu mutlaka 
				yaparlar. Ben şimdi onlara hediye gönderirim. Bakalım elçilerimi 
				nasıl iâde eder (geri gönderir)?”
				 (Neml, 27/34-35) Ya’nî 
				hediyelerimi kabûl ederse, bilirim ki pâdişâhdır. O vakit harp 
				ederim. Ve eğer kabûl etmeyip da’vetinde musırr olursa, 
				(direnirse) anlarım ki 
				Peygamberdir. 
				
				Bu karâr 
				üzerine hareket olundu. Belkîs’in elçisi, Süleyman (a.s.)’ a 
				hediye ile vâsıl oldukda (geldiğinde),
				 Cenâb-ı Süleyman buyurdu: 
				“Bana mal ile mi yardım ediyorsunuz? Benim hediyeye ihtiyâcım 
				yoktur, Allahü zü’l-Celâl hazretlerinin bana ihsân ettiği 
				(bağışladığı, verdiği) şey, sizin getirdiğiniz şeylerden 
				hayırlıdır. Bu gibi hediyeler ile ancak sizin gibi adamlar 
				memnûn olur. Sen şimdi hediyelerinle berâber kavmine git. Bu 
				tarafa gelmelerini söyle! Eğer gelmezler ise, biz onlar üzerine 
				mukavemet edemeyecekleri (karşı 
				koyamayacakları) bir asker ile gider ve onları sâkin 
				oldukları (oturdukları) 
				Sebâ şehrinden zelîl olarak 
				(horlayarak) çıkarırız.” (Neml. 27736-37) 
				
				Bu haber 
				Belkîs’e vâsıl olunca (ulaşınca),
				 Süleyman (a.s.) ‘ın 
				Peygamber olduğunu anladı ve tahtını metîn 
				(sağlam) bir yere koyup 
				kilitleyerek askeriyle berâber, Süleyman (a.s.)’ a müteveccih 
				oldu (tarafına yöneldi).
				Onlar geledursunlar, bu tarafta Süleyman (a.s.) 
				hâzır-bi’l-meclis olanlara (mecliste 
				hazır bulunanlara) hitâben 
				(konuşarak) buyururlar ki: 
				
				“Ey nâs, 
				(insanlar) Belkîs ve kavmi 
				gelip Müslüman olmazdan mukaddem 
				(önce), onun 
				tahtını bana hanginiz getirirsiniz?” 
				Cin tâifesinden bir İfrît (kötü cin)
				dedi: “Sen makamından kalkmadan evvel, o tahtı ben 
				sana getiririm. Ben bunu icrâya 
				(yapmaya) kadirim (gücüm 
				var) ve kudretime  
				(gücüme) emniyetim 
				(güvenim) vardır.” (Neml, 27/39). 
				
				Süleyman 
				(a.s.)’ın vezîri olan cenâp-ı Âsaf bin Berhıyâ’ buyurdu: 
				..................................... (Neml, 27/40) Ya'nî "Ben o 
				tahtı, nazarın (bakışın) 
				senin cânibine (tarafına) 
				rücû'dan (dönmesinden) 
				evvel getiririm". Bunun üzerine Süleyman (a.s.) o tahtı derhal, 
				yanında durur gördü. İşte cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu vak'anın 
				(olayın) hakîkatini beyânen
				(anlatarak) buyururlar ki: 
				
				Sınıf-ı 
				insânîden (insan sınıfından) 
				olup esrâr-ı tasarrufu (tasarruf 
				sırlarını) ve eşyânın 
				(varlıkların) havâssını 
				(hususiyetlerini) bilen Âsaf’ın, tâife-i Cin'den 
				(cin halkından) olup bu esrâr
				(sırrı) ve havâssı 
				(hususiyetleri) bilen kimse 
				üzerine  fazlı (üstünlüğü, fazileti)
				sâbittir (mevcuttur).
				 Ve bu fazl 
				(fazilet, üstünlük) dahi 
				kadr-i zamânî (zaman ölçüsü) 
				ile mâ'lûmdur (bilinir).
				Ya'nî her ikisinin yaptığı iş arasındaki zamânın 
				mikdârı bu fazlı (üstünlüğü) 
				gösterir. Çünkü bir kimse bir şeye nazar edip 
				(bakıp) nazarını 
				(bakışını) geri alsa, onun bu 
				nazarı (bakışı), 
				 oturan kimsenin oturduğu 
				mahalden (yerden) ayağa 
				kalkmasından daha çabuk bir zaman zarfında kendisine rücû' eder
				(geri döner).
				 Halbuki tâife-i Cin'den 
				(cinlerden) olup esrâr-ı tasarrufu 
				(tasarruf sırlarını) bilen 
				İfrît (cin): (Neml, 27/39) 
				ya'nî "Ben o tahtı sana makâmından kıyâmından 
				(kalkmadan) evvel getiririm" 
				dedi. Bu esrârı (sırları) 
				bilen ve sınıf-ı insânîden (insan 
				sınıfından) bulunan cenâb-ı Âsaf ise: "Ben göz açıp 
				kapayıncaya kadar getiririm" dedi. Binâenaleyh 
				(bundan dolayı) İfrît 
				(cin) ile Âsaf arasında, 
				esrâr-ı tasarrufu (tasarruf 
				sırlarını) ve havâss-ı eşyâyı 
				(varlıkların özelliklerini) 
				bilmek husûsunda fark sâbit (mevcut)
				oldu. Ve efdaliyyet 
				(üstünlük) Âsaf’a râci' 
				(ait) oldu. Bu, da ikisinin fıili arasında geçecek 
				olan zamânın mikdarı (ölcüsü) 
				ile ma'lûm oldu (bilindi).
				Zîrâ (çünkü), 
				İfrît'in (cinin) fiili 
				daha çok ve Âsaf'ın fiili ise daha az zamâna muhtaçtır. Ve 
				basarın (gözün) idrâk 
				ettiği şey tarafına hareketi, cismin bulunduğu mekândan 
				(yerden) hareketinden daha 
				çabuktur. Çünkü basarın (gözün)
				hareketi için sarf olunan 
				(harcanan) zaman, basarın 
				(gözün) görülen şeye taalluk ettiği 
				(bağlandığı) zamânın aynıdır. 
				Maahâzâ (bununla beraber),
				gören ile görülen şey arasında uzak bir mesâfe 
				vardır. Basar (göz) ile 
				mübsar (görülen şeyin) 
				arasında böyle uzak mesâfe olduğu halde, basarın 
				(gözün) açılmasıyla, taalluk 
				ettiği (ilişkili olduğu) 
				şeyi görmesi aynı zamân içinde vâkı' olur 
				(oluşur).
				Çünkü basarın (gözün)
				açılması zamânı, basarın 
				(gözün) kevâkib-i sâbite 
				(sabit yıldızlar) feleğine 
				(semasına) taalluku 
				(ilişkisi) zamânıdır. Ya'nî 
				gözün açılmasıyla kevâkib-i sâbite 
				(sabit yıldızlar) feleğine 
				(semasına) taalluku 
				(ilişkisi, bağlanması) bir 
				(aynı) zamanda vâkı' olur 
				(oluşur).
				Ve basarın (gözün) 
				geri dönmesi zamânı dahi, basarın 
				(gözün) adem-i idrâki 
				(idraksizlik) zamânının 
				aynıdır. Ya'nî göz açmak ile kevâkib-i sâbiteyi 
				(sabit yıldızları) görmek bir
				(aynı) zamanda vâkı' 
				olduğu (gerçekleştiği) 
				gibi, gözü kapamak ile kevâkib-i sâbiteyi 
				(sabit yıldızları) görmemek 
				dahi aynı zamanda vâkı' (olmuş)
				olur. 
				Binâenaleyh (bundan dolayı) 
				basarın (gözün) 
				hareketi hâriçte (dışta) 
				inkısâmı (bölünmeyi) kabûl 
				etmeyecek derecede anîdir. Fakat, insanın yerinden kalkması 
				böyle değildir; ya'nî onda bu kadar sür'at yoktur. Zîrâ 
				(çünkü) cismin hareketi 
				zamânîdir (zamanla alakalıdır).
				 Ve bu zaman hâriçte 
				(dışta) inkısâmı 
				(bölünmeyi) kabûl eder. 
				Nitekim insanın her türlü evzâ' 
				(vaziyetleri, duruşları) ve 'harekâtı "enstantane" 
				dedikleri fotoğraf makinesi ile zabt olunup, 
				(yakalanıp) bu evzâ'-ı 
				mazbûta (yakalanmış, kaydedilmiş 
				duruşlar) bir perde üzerine elektrik ziyâsı 
				(ışığı) vâsıtasıyla aks 
				ettirilerek, sür'atle tedvîr olunmak 
				(döndürmek) sûretiyle "sinema" dedikleri hayâlâtı 
				(hayaletleri) temâşâ 
				ettirirler. (seyrettirirler) 
				Bu, cismin hareketi zamânının kâbil-i inkısâm 
				(kesik kesik, bölünmüş) 
				olduğuna bir delîl-i bâhirdir (apaçık 
				delildir, kanıttır. 
                
                
                Derleyen: 
                Asliye Tavşanlı 
                asliye@hotmail.com 
                
                İstanbul-23.08.2005 
                
                http://sufizmveinsan.com 
                 
                |