181. Bölüm


 

İmdi, Âsaf bin Berhıyâ amelde (işte, fiilde) Cin'den etemm (daha mükemmel, kusursuz) oldu. Ve Âsaf bin Berhıyâ'nın: "Ben Belkîs'in tahtını göz açıp kapamadan evvel getiririm" demesi, tahtı getirmesi fiilinin aynı oldu. Ya'nî kavli (söylemesi) ile fıili bir (aynı) zaman içinde vukû'a geldi (gerçekleşti).  Binâenaleyh (bundan dolayı) Süleyman (a.s.) Belkîs'in tahtını, bu zaman içinde, kendi indinde (yanında) müstekır (durur) gördü. Süleyman (a.s.), Belkîs'in tahtını Sebâ şehrinde mekânında bulunduğu halde min-gayr-i intikâl (intikal etmeksizin, bir yerden bir yere nakledilmeksizin) id­râk etmiştir, diye tahayyül olunmamak (düşünülmemesi)  için, Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de ......................... (Neml, 27/40) ya'nî “Onu indinde (yanında, huzurunda) müstekır (durur) olarak gördü” buyurdu.

Ve bizim indimizde ittihâd-ı zaman ile intikâl vâkı' olmadı. Ancak i'dâm ve îcâd, onu bilenin gayrı hiç bir kimsenin buna şuûru olmayacak bir haysiyetle oldu. O da Hak Teâlâ'nın ........................... (Kâf, 50/15) kavlidir. Ve onlar üzerine bir vakit murûr etmez ki, gördükleri şeyi görsünler. Ve vaktâ ki bu, biziın zikr ettiğimiz gibi oldu, binâenaleyh onun zamân-ı ademi, ya'ni tahtının mekânından ademi, Süleyman'ın indinde, enfâs ile halkın tecdîdi kabîlinden olarak, onun vücûdunun aynı oldu. Halbuki bu mikdâra hiç bir kimsenin ilmi yoktur. Belki insanın, muhakkak bir nefeste ma'dûm olup sonra mevcûd olduğuna kendi nefsinden şuûru yoktur (18).

Ya'nî bizim indimizde (düşüncemize göre) Belkîs'in tahtı, tarfetü'l-ayn (göz açıp kapama) içinde ve ittihâd-ı  zamân ile (bitişik zamanlar, birleşik anlar içinde) Sebâ şehrinden Süleyman (a.s.)’ın mekânına (bulunduğu yere) intikâl etmedi (göç etmedi, geçmedi). Zîrâ (çünkü), intikâl (göç etmesi, geçmesi) için, mutlaka araya az çok zaman girmek lâzımdır. Ve sür'atle göz açıp kapamak dahi bir zaman içinde vâkı' olur (gerçekleşir). Ancak, bunda ittihâd-ı zaman (birleşik zamanlar) vardır. Zîrâ (çünkü), basarın (gözün) görülen şey tarafına hareketi için geçen zaman, basarın (gözün) görülen şeye, taalluk etmesi (ilişkisi) zamânının aynıdır. Halbuki, cenâb-ı Âsaf: "Ben tahtı göz açıp kapamadan evvel getiririm dedi. Binâenaleyh (bundan dolayı), tahtın bir mekândan bir mekâna (bulunduğu yerden başka bir yere) ittihâd-ı zamân ile (birleşik anlar içinde) intikal ettiği (geçtiği, nakledildiği) mülâhazası vârid olamaz (düşüncesi akla gelemez).  Zîrâ (çünkü) murûr-i zaman (zamanın geçmesi) vâkı' (olmuş) değildir. Bu hal (oluş) ancak tahtın Sebâ şehrinde i'dâmı (yok edilmesi, varlığının ortadan kaldırılması) ve Süleyman (a.s.)’ın mekânında (bulunduğu yerde) îcâdı (yaratılması, var edilmesi) sûretiyle (şekliyle) vâki' oldu (gerçekleşti). Ve bu îcâd (var etme) ve i'dâm (yok etme) keyfiyyeti (hususiyeti), bir haysiyyetle (itibarla) oldu ki, buna hiçbir kimsenin vukûfu (bilgisi) ve şuûru (anlayışı) olmadı. Bu keyfiyyeti (hususiyeti) ancak ân-ı vâhidde (çok kısa zamanda, an’da) i'dâm (yok etmeyi) ve îcâdı (var etmeyi) bilen ve her ân içinde halk-ı cedîdi (yeniden yaratılmayı) müşâhede eden (gören, seyreden) kimse 'bilir.

Bu i'dâm (yok etmenin) ve îcâdın (yaratmanın) delîli (kanıtı) dahi Hak Teâlâ hazretlerinin: ............................ (Kâf, 50/15) ya'nî "Belki onlar halk-ı cedîdden (her an yeniden yaratılmalardan) şübhe içindedirler" kavlidir (sözleridir).  Ve bu halk-ı cedîdden (her an yeniden yaratılma olayından) şübhede olanlar üzerine bir vakit murûr etmez (geçmez) ki gördükleri şeyi görmesinler. Ya'nî onlar eşyâ-yı âlemden (dünya varlıklarından) herhangi birine nazar-ı mütemâdî atf etseler, (devamlı bir şekilde bakışlarını ona çevirseler) her ân-ı (çok kısa zaman dilimini) gayr-i münkasimde (kesiklik ve  bölünmüşlük olmadan) onu sâbit (hareketsiz, yerinde durur) ve mevcûd görürler. Halbuki âlemin (evrenin) halkı, (yaradılışı) her bir nefeste tecellî-i İlahi (İlahi tecelliler) ile teceddüd eder. (yenilenir, tazelenir) Zîrâ (çünkü) âlemin (evrenin) vücûd-i müstakılli (kendine ait bağımsız bir vücudu) olmadığından kendi nefsi ile ma'dûm (yok) ve Hakk'ın vücûdu ile mevcûddur (vardır).  Ve Hak dâimen (sürekli olarak) ve ebeden (devamlı olarak) tecellî edegelir. Binâenaleyh (bundan dolayı), birinci tecellî asla (özüne) rücû' edince (geri dönünce),  âlem (evren) ma'dûm (yok) olur; ve ikinci tecellînin müteâkıben (hemen arkasından) zuhûrunda (meydana çıktığında) dahi mevcûd (var) olur. Velâkin (ama) tecellî-i sânî (ikinci tecelli) o kadar sûr'atle zuhûr eder (meydana çıkar, görünür) ki, onun nûru, tecellî-i evvelin (ilk tecellinin) nûruna muttasıl (bitişik, aralıksız) olduğundan ikisinin arasını fark ve temyîz (seçmek, ayırt etmek) mümkin olamaz. Birinin hayâli zâil olmadan, (kaybolmadan) onda müşâbihi (benzeri) olan diğer tecellî gelir. Binâenaleyh (bundan dolayı) zâhirbinân (sadece dıştan bakanın) nazarında (bakışında) âlemin (evrenin) evvelâ ma'dûm (yok) ve ba'dehû (daha sonra) mevcûd olması keyfiyyeti (hususiyeti) gürülemez.

Mesnevî:

Tercüme: “O âlem-i gayb, ancak Hakk’ın hâsslarına zâhir olur. Bâki halk-ı âlem, bu halk-ı cedîdden şüphededirler.”

Vaktâki (ne vakit ki) bu, ya'nî tahtın mekân-ı Süleyman (a.s.)’da (Süleyman a.s.’ ın bulunduğu yerde) huzûru (hazır bulunması),  bizim zikrettiğimiz (anlattığımız) gibi oldu, ya'nî ittihâd-ı zaman (birbirine birleşmiş zamanlar) ile intikâl (göç etmek, nakletmek) sûretiyle olmadı; binâenaleyh (bundan dolayı) tahtın Sebâ şehrinde zamân-ı ademi (yok olduğu zaman), Süleyman (a.s.)’ın mekânında (oturduğu, bulunduğu yerde), onun zamân-ı vücûdunun (var olduğu zamanın) aynı oldu. Ya'nî tahtın Sebâ şehrinde yok olmasıyla Süleyman (a.s.) indinde (yanında) var olması aynı zamanda vâkı' oldu (gerçekleşti).  Ve onun yokluğu ile varlığı yekdiğerinin (bir diğerinin) aynı oldu. Ve tahtın ademi (yokluğu),  vücûdunun (varlığının) aynı olması, enfâs (nefisler) ile halkın (yaratılmışların) tecdîdi (tazelenmesi, yenilenmesi) kabîlindendir (türündendir).  Halbuki bu mikdâra (dereceye) hiç bir kimsenin ilmi yoktur. Nasıl olsun ki, insanın nefsi kendisine sâir (diğer) eşyâdan (şeylerden) daha karîb (yakın) olduğu halde, her nefeste kendi nefsinin ma'dûm (yok olduğunu) ve ba'dehû (daha sonra) mevcûd (var) olduğuna vukufu (haberi) yoktur. Kendi nefsinde vâki' olan (gerçekleşen) bir hâle (oluşa) vukûfu (haberi) olmayan kimse, eşyâ-yı sâi­rede (diğer şeylerde) vâkı' olan (oluşan)  bu halk-ı cedîde (yeniden yaratılma olayına) ve bu teceddüd-i emsâle (benzer yenilenme (bir önceki an’da olduğu  halinin benzeri olarak ikinci anda  yeniden yaratılma olayını) nâsıl vâkıf olur (bilir) ?

Ve sen ..... müddeti iktizâ eder, deme! Bu, sahîh değildir. Ancak ..... inde'l-arab mevâzı'-i mahsûsada rütbe-i aliyyenin tekaddümûnû iktizâ eder. Şâirin: ................. kavli gibi. Halbûki "hezz"in zamânı, bilâ-şek “mehzûz"ün ıztırâbı zamânının aynıdır. Ve muhakkak "sümme"yi getirdi. Halbuki mühlet yoktur. Bunun gibi, enfâs ile tecdîd-i halk, ademin zamânı vücûdun zamânıdır. Eşâ'ire'nin delîlinden a'râzın tecdîdi gibi (19).

Ya'nî sen, balâda (yukarıda) murûr eden (geçen) ...................... ya'nî "Ma'dûm (yok) olur, sonra mevcûd (var) olur" kavlinde "sümme = sonra" kelimesi terâhî (geride olma, gecikme) içindir. Zaman mûddet iktizâ eder (gerektirir), deme! "Sümme" kelimesinin mutlakâ müddet iktizâ etmesi (gerektirmesi) sahîh (doğru) değildir. Bu "sümme" kelimesi inde'l Arab (Araplara göre) mevâzı’ı mahsûsada (özel yerlerde), rütbe-i aliyyenin (yüksek rütbelerin) tekaddümünü (önde olmasını) iktizâ eder (gerektirir). Ya'nî rütbe-i aliyyenin (yüksek rütbelerin) tekaddümünü (önde olduğunu) göstermek için isti'mâl olunur. (kullanılır) Nitekim şâir der: ......................... ya'nî "Rudeyn ismindeki haddâda (demirciye) mensûb (ait) olan mızrağın tahrîki (kımıldatması) gibi. Ondan sonra o Rudeynî olan mızrak muztarib (rahatsız) oldu." Halbuki zamân-ı tahrîk, (hareket ettirildiği an) şübhesiz hareket verilen şeyin ıztırâbı (sıkıntısı) zamânının aynıdır (aynı zamandadır). Zîrâ (çünkü) tahrîk, tahrîk olunan şeyin kımıldanmasına sebeb ve illettir (etkendir).  Ve illetin (etkileyenin) zamânı, ma'lûlün (etkilenenin)  zamânının aynıdır. Velâkin tahrîk ile tahrîk olunan şeyin kımıldanması arasında mühlet ve müddet yoktur. İşte ......................... kavlindeki (sözlerindeki) "sümme" dahi şâirin kavlindeki (sözündeki) "sümme" gibidir. Binâenaleyh (bundan dolayı) enfâs (nefisler) ile halkın (yaratılanların) tecdîdi (yenilenmesi)  dahi  böyledir. Halkın (yaratılmışların) zamân-ı ademi (yok olduğu zaman),  onun zamân-ı vücûdunun (var olduğu zamanın) aynıdır. Aralarında müddet ve mühlet yoktur. Nitekim Eşâ'ire'nin , delîlinde (kanıtında) dahi,      a’râzın (iki zamanda baki olmayanın (sıfatların) tecdîdi (yenilenmesi) böyledir. Zîrâ (çünkü) Eşâ'ire'nin delîlinde (gösterdiği kanıtda) araz, (sıfatlar) iki zamanda bâkî (devamlılık üzere) değildir.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-30.08.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail