İmdi, Âsaf
bin Berhıyâ amelde (işte, fiilde)
Cin'den etemm (daha
mükemmel, kusursuz) oldu. Ve Âsaf bin Berhıyâ'nın:
"Ben Belkîs'in tahtını göz açıp kapamadan evvel getiririm"
demesi, tahtı getirmesi fiilinin aynı oldu. Ya'nî kavli
(söylemesi) ile fıili bir
(aynı) zaman içinde vukû'a
geldi (gerçekleşti).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Süleyman (a.s.) Belkîs'in tahtını, bu zaman
içinde, kendi indinde (yanında)
müstekır (durur)
gördü. Süleyman (a.s.), Belkîs'in tahtını Sebâ şehrinde
mekânında bulunduğu halde min-gayr-i intikâl
(intikal etmeksizin, bir yerden bir yere
nakledilmeksizin) idrâk etmiştir, diye tahayyül
olunmamak (düşünülmemesi)
için, Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de .........................
(Neml, 27/40) ya'nî “Onu indinde
(yanında, huzurunda) müstekır
(durur) olarak gördü”
buyurdu.
Ve bizim
indimizde ittihâd-ı zaman ile intikâl vâkı' olmadı. Ancak i'dâm
ve îcâd, onu bilenin gayrı hiç bir kimsenin buna şuûru olmayacak
bir haysiyetle oldu. O da Hak Teâlâ'nın
........................... (Kâf, 50/15) kavlidir. Ve onlar
üzerine bir vakit murûr etmez ki, gördükleri şeyi görsünler. Ve
vaktâ ki bu, biziın zikr ettiğimiz gibi oldu,
binâenaleyh onun zamân-ı ademi, ya'ni tahtının mekânından ademi,
Süleyman'ın indinde, enfâs ile halkın tecdîdi kabîlinden olarak,
onun vücûdunun aynı oldu. Halbuki bu mikdâra hiç bir kimsenin
ilmi yoktur. Belki insanın, muhakkak bir nefeste ma'dûm olup
sonra mevcûd olduğuna kendi nefsinden şuûru yoktur (18).
Ya'nî bizim
indimizde (düşüncemize göre)
Belkîs'in tahtı, tarfetü'l-ayn
(göz açıp kapama) içinde ve ittihâd-ı zamân ile
(bitişik zamanlar, birleşik anlar
içinde) Sebâ
şehrinden Süleyman (a.s.)’ın mekânına
(bulunduğu yere) intikâl
etmedi (göç etmedi, geçmedi).
Zîrâ (çünkü),
intikâl (göç etmesi,
geçmesi) için, mutlaka araya az çok zaman girmek
lâzımdır. Ve sür'atle göz açıp kapamak dahi bir zaman içinde
vâkı' olur (gerçekleşir).
Ancak, bunda ittihâd-ı zaman
(birleşik zamanlar)
vardır. Zîrâ (çünkü),
basarın (gözün)
görülen şey tarafına hareketi için geçen zaman, basarın
(gözün) görülen şeye, taalluk
etmesi (ilişkisi)
zamânının aynıdır. Halbuki, cenâb-ı Âsaf: "Ben tahtı göz açıp
kapamadan evvel getiririm dedi. Binâenaleyh
(bundan dolayı),
tahtın bir mekândan bir mekâna
(bulunduğu yerden başka bir yere)
ittihâd-ı zamân ile (birleşik
anlar içinde) intikal
ettiği (geçtiği, nakledildiği)
mülâhazası vârid olamaz
(düşüncesi akla gelemez).
Zîrâ (çünkü)
murûr-i zaman (zamanın geçmesi)
vâkı' (olmuş)
değildir. Bu hal (oluş)
ancak tahtın Sebâ şehrinde i'dâmı
(yok edilmesi, varlığının ortadan kaldırılması) ve
Süleyman (a.s.)’ın mekânında
(bulunduğu yerde) îcâdı
(yaratılması, var edilmesi) sûretiyle
(şekliyle) vâki' oldu
(gerçekleşti).
Ve bu îcâd (var etme)
ve i'dâm (yok etme)
keyfiyyeti (hususiyeti),
bir haysiyyetle (itibarla)
oldu ki, buna hiçbir kimsenin vukûfu
(bilgisi) ve şuûru
(anlayışı) olmadı. Bu
keyfiyyeti (hususiyeti)
ancak ân-ı vâhidde (çok kısa zamanda,
an’da) i'dâm (yok etmeyi)
ve îcâdı (var etmeyi)
bilen ve her ân içinde halk-ı cedîdi
(yeniden yaratılmayı)
müşâhede eden (gören, seyreden)
kimse 'bilir.
Bu i'dâm
(yok etmenin) ve îcâdın
(yaratmanın) delîli
(kanıtı) dahi Hak Teâlâ hazretlerinin:
............................ (Kâf, 50/15) ya'nî "Belki onlar
halk-ı cedîdden (her an yeniden
yaratılmalardan) şübhe içindedirler" kavlidir
(sözleridir).
Ve bu halk-ı cedîdden
(her an yeniden yaratılma olayından)
şübhede olanlar üzerine bir vakit murûr etmez
(geçmez) ki gördükleri şeyi
görmesinler. Ya'nî onlar eşyâ-yı âlemden
(dünya varlıklarından)
herhangi birine nazar-ı mütemâdî atf etseler,
(devamlı bir şekilde bakışlarını ona
çevirseler) her ân-ı (çok
kısa zaman dilimini) gayr-i münkasimde
(kesiklik ve bölünmüşlük olmadan)
onu sâbit (hareketsiz,
yerinde durur) ve mevcûd görürler. Halbuki âlemin
(evrenin) halkı,
(yaradılışı) her bir nefeste
tecellî-i İlahi (İlahi tecelliler)
ile teceddüd eder.
(yenilenir, tazelenir) Zîrâ
(çünkü) âlemin
(evrenin) vücûd-i müstakılli
(kendine ait bağımsız bir vücudu)
olmadığından kendi nefsi ile ma'dûm
(yok) ve Hakk'ın vücûdu ile
mevcûddur (vardır).
Ve Hak dâimen
(sürekli olarak) ve ebeden
(devamlı olarak) tecellî
edegelir. Binâenaleyh (bundan dolayı),
birinci tecellî asla (özüne)
rücû' edince (geri
dönünce), âlem
(evren) ma'dûm
(yok) olur; ve ikinci
tecellînin müteâkıben (hemen
arkasından) zuhûrunda
(meydana çıktığında) dahi mevcûd
(var) olur. Velâkin
(ama) tecellî-i sânî
(ikinci tecelli) o kadar
sûr'atle zuhûr eder (meydana çıkar,
görünür) ki, onun nûru, tecellî-i evvelin
(ilk tecellinin) nûruna
muttasıl (bitişik, aralıksız)
olduğundan ikisinin arasını fark ve temyîz
(seçmek, ayırt etmek) mümkin
olamaz. Birinin hayâli zâil olmadan,
(kaybolmadan) onda müşâbihi
(benzeri) olan diğer tecellî
gelir. Binâenaleyh (bundan dolayı)
zâhirbinân (sadece dıştan
bakanın) nazarında
(bakışında) âlemin
(evrenin) evvelâ ma'dûm
(yok) ve ba'dehû (daha
sonra) mevcûd olması keyfiyyeti
(hususiyeti) gürülemez.
Mesnevî:
Tercüme: “O
âlem-i gayb, ancak Hakk’ın hâsslarına zâhir olur. Bâki halk-ı
âlem, bu halk-ı cedîdden şüphededirler.”
Vaktâki
(ne vakit ki) bu, ya'nî
tahtın mekân-ı Süleyman (a.s.)’da
(Süleyman a.s.’ ın bulunduğu yerde) huzûru
(hazır bulunması),
bizim zikrettiğimiz
(anlattığımız) gibi oldu,
ya'nî ittihâd-ı zaman (birbirine
birleşmiş zamanlar) ile intikâl
(göç etmek, nakletmek)
sûretiyle olmadı; binâenaleyh (bundan
dolayı) tahtın Sebâ şehrinde zamân-ı ademi
(yok olduğu zaman),
Süleyman (a.s.)’ın mekânında
(oturduğu, bulunduğu yerde),
onun zamân-ı vücûdunun (var olduğu zamanın) aynı oldu. Ya'nî tahtın Sebâ şehrinde yok
olmasıyla Süleyman (a.s.) indinde
(yanında) var olması aynı zamanda vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Ve onun yokluğu ile varlığı
yekdiğerinin (bir diğerinin)
aynı oldu. Ve tahtın ademi
(yokluğu), vücûdunun
(varlığının) aynı olması,
enfâs (nefisler) ile
halkın (yaratılmışların)
tecdîdi (tazelenmesi, yenilenmesi)
kabîlindendir
(türündendir). Halbuki
bu mikdâra (dereceye) hiç
bir kimsenin ilmi yoktur. Nasıl olsun ki, insanın nefsi
kendisine sâir (diğer)
eşyâdan (şeylerden) daha
karîb (yakın) olduğu
halde, her nefeste kendi nefsinin ma'dûm
(yok olduğunu) ve ba'dehû
(daha sonra) mevcûd
(var) olduğuna vukufu
(haberi) yoktur. Kendi
nefsinde vâki' olan (gerçekleşen)
bir hâle (oluşa)
vukûfu (haberi)
olmayan kimse, eşyâ-yı sâirede
(diğer şeylerde) vâkı' olan
(oluşan) bu halk-ı cedîde
(yeniden yaratılma olayına)
ve bu teceddüd-i emsâle (benzer yenilenme (bir önceki an’da olduğu halinin benzeri olarak ikinci
anda yeniden yaratılma olayını) nâsıl vâkıf olur
(bilir) ?
Ve sen
..... müddeti iktizâ eder, deme! Bu, sahîh değildir. Ancak .....
inde'l-arab mevâzı'-i mahsûsada rütbe-i aliyyenin tekaddümûnû
iktizâ eder. Şâirin: ................. kavli gibi.
Halbûki "hezz"in zamânı, bilâ-şek “mehzûz"ün ıztırâbı zamânının
aynıdır. Ve muhakkak "sümme"yi getirdi. Halbuki mühlet yoktur.
Bunun gibi, enfâs ile tecdîd-i halk, ademin zamânı vücûdun
zamânıdır. Eşâ'ire'nin delîlinden a'râzın tecdîdi gibi (19).
Ya'nî sen,
balâda (yukarıda) murûr
eden (geçen)
...................... ya'nî "Ma'dûm
(yok) olur, sonra mevcûd
(var) olur" kavlinde "sümme = sonra" kelimesi terâhî
(geride olma, gecikme)
içindir. Zaman mûddet iktizâ eder
(gerektirir),
deme! "Sümme" kelimesinin mutlakâ müddet iktizâ etmesi
(gerektirmesi) sahîh
(doğru) değildir. Bu "sümme"
kelimesi inde'l Arab (Araplara göre)
mevâzı’ı mahsûsada (özel
yerlerde),
rütbe-i aliyyenin (yüksek rütbelerin)
tekaddümünü (önde
olmasını) iktizâ eder
(gerektirir).
Ya'nî rütbe-i aliyyenin (yüksek
rütbelerin) tekaddümünü
(önde olduğunu) göstermek için isti'mâl olunur.
(kullanılır) Nitekim şâir
der: ......................... ya'nî "Rudeyn ismindeki haddâda
(demirciye) mensûb
(ait) olan mızrağın tahrîki
(kımıldatması) gibi. Ondan
sonra o Rudeynî olan mızrak muztarib
(rahatsız) oldu." Halbuki zamân-ı tahrîk,
(hareket ettirildiği an)
şübhesiz hareket verilen şeyin ıztırâbı
(sıkıntısı) zamânının aynıdır
(aynı zamandadır).
Zîrâ (çünkü)
tahrîk, tahrîk olunan şeyin kımıldanmasına sebeb ve illettir
(etkendir).
Ve illetin
(etkileyenin)
zamânı, ma'lûlün
(etkilenenin)
zamânının aynıdır.
Velâkin tahrîk ile tahrîk
olunan şeyin kımıldanması arasında mühlet ve müddet yoktur. İşte
......................... kavlindeki
(sözlerindeki) "sümme" dahi şâirin kavlindeki
(sözündeki) "sümme" gibidir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
enfâs (nefisler) ile
halkın (yaratılanların)
tecdîdi (yenilenmesi)
dahi böyledir. Halkın
(yaratılmışların) zamân-ı ademi
(yok olduğu zaman),
onun zamân-ı vücûdunun
(var olduğu zamanın) aynıdır.
Aralarında müddet ve mühlet yoktur. Nitekim Eşâ'ire'nin ,
delîlinde (kanıtında)
dahi, a’râzın (iki
zamanda baki olmayanın
(sıfatların) tecdîdi
(yenilenmesi) böyledir. Zîrâ
(çünkü) Eşâ'ire'nin
delîlinde (gösterdiği kanıtda)
araz, (sıfatlar)
iki zamanda bâkî
(devamlılık üzere) değildir.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-30.08.2005
http://sufizmveinsan.com
|