182. Bölüm


 

[BU FASS KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]

İmdi tahkîkan taht-ı Belkîs'ın husûlü mes'elesi, mes'elelerin en müşkilindendir. Meğer ki bizim ânifen taht kıssasında zikrettiğimiz şeyi ârif olan kimse ola.  Böyle olunca tecdîdin Süley­man (a.s.)’ın meclisinde husûlünden gayri, Âsaf için fazl olmaz. İmdi bizim zikrettiğimiz şeyi anlayan kimse için, taht bir mesâfe kat' etmedi ve arz onun için dürülmedi ve arzı hark etmedi. Ve bu, Belkîs'den ve onun ashâbından hâzırîn olan nüfûsta, Süleyman (a.s.) için, daha azim olmak için, Süleymân’ın ba’zı ashâbının yedeyni üzere vâk’ oldu (20)

Ya'nî taht-ı Belkîs'in (Belkıs’ın tahtının) Süleyman (a.s.)’ın meclisinde (bulunduğu toplumda) husûlü (çıkması) mes'elesi (meselesi), akl-ı nazarî erbâbı indinde (akli görüş sahiblerine göre) en müşkil mesâildendir (çözülmesi en zor, en güç meselelerdendir). Fakat bâlâda (yukarıda) tahtın icâdı (vücuda getirilmesi) kıssasında (hikâyesinde) zikrolunan (anlatılan) şeyi, ya'nî cemî'-i zerrât-ı âlemin (evrenin en küçük zerrelerinin) her nefeste tecellî-i evvel (ilk tecelli) ile ma'dûm (yok olduğunu) ve tecelli-i sânî (ikinci tecelli) ile mevcûd (var) olduğunu bilen kimse, taht-ı Belkîs'in (Belkıs’ın tahtının) meclis-i Süleyman (a.s.)’da (Süleyman a.s.’ın meclisinde) teceddüd-i emsâl (bir önceki tecellinin benzeri bir tecelli ile yeniden mevcut olması) sûretiyle (şekliyle) mevcûd (var) olduğunu bilir ve bu mes'ele ona müşkil (meseleyi çözmek, anlamak ona zor) gelmez. Şu halde tahtın mislinin (benzerinin) teceddüdü (yeniden mevcut olması, yenilenmesi) başka mahalde (yerde) vâkı' olmayıp (oluşmayıp) ancak Süleyman  (a.s.)’ın meclisinde (bulunduğu toplumda) husûlünden (çıkmasından) gayri (başka), Âsaf bin Berhıyâ' için bir fazl (üstünlük) olmaz. Ya'nî cenâb-ı Âsaf’ın fazlı (üstünlüğü), ancak bu noktaya münhasır (mahsus, sınırlanmış) olmuş olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) bizim zikrettiğimiz (anlattığımız) teceddüd-i emsâl (önceki tecellinin bir benzeri olarak tekrar mevcut olma) ve halk-ı cedîd (yeniden yaratılma) kazıyyesini (meselesini) anlayan kimseye göre taht, Belkîs'in mekânıyla (oturduğu yer ile), Süleyman (a.s.)’ın meclisi arasındaki mesâfeyi kat' etmedi (yolu almadı). Ve tahtın o meclise gelebilmesi için, arz (yeryüzü) dürülüp bükülmedi ve taht mekânından (bulunduğu yerden) arzı (yeri) delip o meclisten zuhûr etmedi (meydana çıkmadı). Belki cemî'-i eşyânın (bütün varlıkların) her ân-ı gayr-i münkasimde (kesintisiz anlarda) ma'dûm (yok olması) ve mevcûd  (var) olması kabîlinden (türünden) olarak, bir ân-ı gayr-i münkasimde (kesintisiz anda) Sebâ şehrinde ma'dûm (yok oldu) ve o meclisde mevcûd (var) oldu. Zîrâ (çünkü) Süleyman (a.s.) gibi bir Nebiyy-i zî-şânın (şerefli bir Nebinin, Peygamberin) terbiyesiyle cenâb-ı Âsaf makâm-ı kemâle (tamlık, mükemmellik makamına) vâsıl olmuş (ulaşmış) idi. Ve Hak, Âsaf gibi kümmelin (kamillerin) cevârih (el, ayak gibi azalarının) ve kuvâsının (meleki güçlerinin) aynıdır. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Âsâf’ın kavli (sözleri) ve fiili (yaptıkları, işledikleri) Hakk'ındır.

Mesnevî:

Tercüme: "Bu uzunluk ve kısalık muhakkak cisme mahsûstur. Huda'nın (Hakk’ın) olduğu mahalde uzun ve kısa nedir? Vaktâki (ne vakit ki) Hudâ (cenabı Hakk) bir cismi tebdîl eyledi (değiştirdi, başka hale koydu), onun seyrini bî-fersah ve bî-mil kıldı. Ya'nî o cismin  bir yerden bir yere gitmesi için fersahlar ve miller ka't etmesine (yol almasına) hâcet (ihtiyaç) yoktur."

Ve bu tahtın îcâdı (yaradılması) tasarrufu, ins (insan) ve cin, vuhûş (yabani hayvanlar) ve tuyûr (kuşlar) ve cemâdât (cansız varlıklar) taht-ı tasarrufunda (tasarrufu altında) bulunan Süleyman (a.s.)’ın kendisinden vâkı' (olmuş) olmayıp onun ashâbından bulunan cenâb-ı Âsaf'ın iki eli üzerinde vukû'a geldi (oluştu). Bu da, hâzırûn (bizzat orda bulunanların) nazarında (görüşünde), Süleyman (a.s.)’ın emr-i tasarrufta (tasarruf konusunda) daha azîm (büyük) kudrete mâlik (sahip) olduğu zâhir olmak (ortaya çıkmak, görünmek) içindir. Zîrâ (çünkü) bir hususta şâkirdin (talebesinin) kudreti zâhir olunca (açığa çıkınca görülünce),  üstâdının (öğretmeninin) ulüvv-i kadr (derecesinin yüksekliği) ve mertebesi sâbit (anlaşılmış) olur. Diğer taraftan, Süleyman (a.s.) kemâl-i ma'rifetinden (ilminin tam, mükemmel oluşundan) nâşî (dolayı), ulûhiyyete müzâhim (aykırı) olmak istemez. Zîrâ (çünkü) tasarrufta isneyniyyet (ikilik) vardır. Tasarruf mütevassıtînden (Tasarrufa vasıta olmuş, veya olmakta) olan erbâb-ı himeme (irade sahiplerine) mahsustur.

Ve bunun sebebi, Allah Teâlâ’nın .............................. (Sâd, 38/30) kavlinden müstebân olduğu üzere, Süleyman'ın Dâvûd'a hibetullah olmasıdır. Ve hibe, vâhibin cezâ-i vifâk veyâ istihkak tarîkkıyla olmayan i'tâsıdır. İmdi o, ni'met-i sâbıka ve hüccet-i bâliğa ve darbe-i müessiredir (21).

Ya'nî Süleyman (a.s.) ile onun musâhibi (sohbetinde bulunan, yakın arkadaşı) olan cenâb-ı Âsaf'daki ihtisâsın (uzmanlığın) sebebi, Allah Teâlâ’nın' "Biz Dâvûd'a Süleymân'ı vehb (bağışladık, hibe) ettik" (Sâd, 38/30) kavlinden (sözlerinden) zâhir olduğu (açığa çıktığı, görüldüğü) vech ile (yönüyle), Süleyman'ın Dâvûd'a hibetullah (Allah’ın bir hibesi) olmasıdır. Ve hibe ise, mevhûbün-lehin (kendisine hibe, bağış yapılan kimse) evvelce sebk eden (önceden yapılmış) hizmetîne mükâfâten (karşılık olarak) veyâhut bir sebeble kesb ettiği (kazandığı) istihkak (hakketmek) tarîkıyla (yoluyla) vâki' (olmuş) olan bir atâ (bağış, ihsan) değildir. Belki inâyet-i ezeliyye (ezelde ihsan olunmuş (rahmet-i hassa-i zatıyyedir) ve rahmet-i rahmâniyye-i imtinâniyyedir (rahmanın rahmeti ile ilgili ihsandır). Binâenaleyh (bundan dolayı) Süleyman'ın vücûdu, Dâvûd için ni'met-i sâbıkadır (geçmişte, ezelde verilmiş nimettir). Zîrâ (çünkü) hilâfet-i zâhire-i İlâhiyye (İlâhi halifeliğin açığa çıkması) Dâvûd hakkında kâmil (tam, eksiksiz) ve onun ekmeliyyeti (kusursuzluğu, mükemmelliği) Süleyman'da zâhir oldu (açığa çıktı).  Ve gerek kendinin ve gerek ümmetinin a'yânı (ileri gelenleri) üzerine yevm-i kıyâmette (kıyamet gününde) hüccet-i bâliğadır (kesin, apaçık delildir). Ve muhâlifîn (zıt düşüncede olanlar) ve küffârdan (kâfirlerden) a'dâsı (zalimleri) hakkında darbe-i müessiredir (tesirli darbedir).Binâenaleyh (bundan dolayı) Süleyman, Dâvûd'a Allâh'ın hibesi (ihsanı, bağışı) olduğu için gerek Süleyman'da ve gerek onun feyz-i hüccetiyle (delil olan feyz’i, ilmi ile) müstefîz (feyizlenmiş) olan cenâb-ı Âsaf da hâsıl olan (ortaya çıkan) ihtisâs-ı tasarruf (tasarruftaki uzmanlığı) dahi Allâh'ın hibesi ( ihsanı) oldu.

Ve  Süleyman (a.s.)’ın ilmine gelince, o da hükmün nakîzıyla berâber Hak Teâlâ'nın ........................ (Enbiyâ, 21/79) kavlidir. Ve hüküm ile ilmi cümleye Allah Teâlâ itâ etti. Binâenaleyh ilm-i Dâvûd, ilm-i mu'tâdır, ki, onu Allah Teâlâ verdi. Ve mes'elede Sûleyman'ın ilmi, ilmullahdır. Zîrâ bilâ-vâsıta o hâkim oldu.   Böyle olunca Süleyman, mak'ad-i sıdkta Hakk'ın tercümânı oldu (22).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.) sûre-i Enbiyâ'da .................................
(Enbiyâ, 21/78-79) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan (bildirilen) vak'a-i muhâkemeye (mahkeme olayına) işâret ederler. Bu vak'anın (hadisenin) hulâsaten (kısaca) beyânı (açıklaması) budur ki: Biri koyun sürüsü ve diğeri tarla sâhibi olmak üzere iki köylü muhâkeme olmak için Dâvûd (a.s.)’ın huzûruna gelirler. Ve âtîdeki (aşağıdaki) vech ile (şekilde) muhâkeme cereyân eder:

Tarla sâhibi - Yâ halîfetullah! (Allah halifesi) Bu adamın koyunları bir gece benim  tarlama girip ekinimi ekl (yemişler) ve ifsâd etmişler (karıştırmışlar, bozguna çevirmişlerdir). Hakkımı da'vâ ederim.

Dâvûd (a.s.) - Ey koyunların sâhibi olan kimse! Bu da'vâ hakkında sen ne diyorsun?

Koyun sâhibi - Evet, böyle oldu.

Dâvûd (a.s.) - Mâdemki ikrâr (tasdik) ediyorsun, o halde koyunlarını tarla  sâhibine ver!

Tarafeyn (iki taraf) bu hüküm üzerine dışarı çıktılar. Süleyman (a.s.) bu hükme vâkıf olunca (bu kararı öğrenince) hemen pederinin yanına girip dedi:

Başka vecih ile (şekilde) hükm olunsa (karar verilse) daha güzel olurdu.

Dâvûd (a.s.): O daha güzel hükûm, nasıldır?

Süleyman (a.s.): Koyunlar, tarla sâhibine ve tarla dahi koyunların sâhibine emâneten verilsin. Koyunların sâhibi, tarlayı evvelki hâline getirinceye kadar zahmet çeksin ve bozuk mahsûl ile intifâ' etsin (faydalansın). Hâl-i  aslisine (asıl haline) ircâ  ettikde (geri döndürüldüğünde) iâde eylesin (geri verilsin). Ve o vakte kadar dahi tarla sâhibi koyunların sütü ve yağı ve yünü ile nefi’lensin (faydalansın). Bu sûretle her ikisi dahi behredâr (nimetlenmiş, faydalanmış) olsunlar.

İmdi Süleyman (a. s.)’ın ilimdeki ihtisâsına (uzmanlığına) gelince, bu ihtisâs (uzmanlık) Hak Te­âlâ'nın ................... (Enbiyâ, 21/78-79) ya'nî "Biz o tarla ve koyun hükmünü Süleyman'a tefhîm (anlattık) ve ta'limm ettik (öğrettik)" kavliyle (sözüyle) zâhirdir (açıktır).  Maahâzâ (böyle iken) bu hüküm bâlâda (yukarıda) îzâhı olunduğu üzere (anlatıldığı gibi) yekdîğerinin (biri diğerinin) nakîzı (zıddı) idi. Fakat Hak Teâlâ "Koyun kıssasındaki (bahsindeki) mes'eleyi Süleymân'a biz tefhim ettik" (bildirdik, anlattık) buyurduğu cihetle (bakımından), bu mes'elede Süleymân'ın ilmi Allâh'ın ilmi  olmuştur. Zîrâ (çünkü) Süleyman (a.s.)’ın mazharında (görüntü yerinde (vücudunda) bilâ-vâsıta (vasıtasız) hâkim olan (buyruğunu yürüten, egemenliğini sürdüren) "Allah" idi. Ve Süleyman ise "mak'ad-i sıdk"ta (sıdk makamında) bi-hasebi'l-mazhariyye (mazhar olmak dolayısıyla) Hakk'ın tercûmânı oldu. Ve tecellî-i zâtî indinde (zati tecelliler katında) cenâb-ı Süleymân'ın beşeriyyeti (insanlığı) fânî (ölümlü) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) şecere-i Mûsâ (Musa’nın ağaç) sûretinde vücûd-i Süleyman'dan (Süleyman’ın vücudundan) kâil (söyleyen) ve hâkim olan (hükmünü yürüten) Hak idi. Süleyman (a.s.)’ın hükmüne münâkız (aykırı) olan Dâvûd (a.s.)’ın hükmüne gelince, bu hüküm dahi Allah Teâlâ hazretlerinin hazret-i Dâvûd'a verdiği ilim ve hükm idi. Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ âyet-i kerîmede ........................ (Enbiyâ, 21/79) ya'nî “Cümleye (bütün her şeye) hükmü ve ilmi biz verdik” buyurur. Fakat bu hüküm, Süleyman (a.s.)’ın hükmü gibi bilâ-vâsıta (vasıtasız) sâdır olan (çıkan) hükm-i İlâhî (Hakk’ın hükmü) değil, belki beşeriyyet (beşerliği (insanlığı) vâsıtasıyla sâdır olan (çıkan) ve ictihâda müstenid (dayalı) bulunan hükm-i Hak (Hakk’ın hükmü) idi. İşte iki hüküm arasındaki fark budur. Ya'nî vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın  (sınırsız, kayıtsız vücut sahibi Hakk’ın) muhtelif (çeşitli) mertebelerinden sâdır olan (çıkan) hükümlerdir.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.09.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail