[BU FASS
KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE”
BEYÂNINDADIR]
İmdi
tahkîkan taht-ı Belkîs'ın husûlü mes'elesi, mes'elelerin en
müşkilindendir. Meğer ki bizim ânifen taht kıssasında
zikrettiğimiz şeyi ârif olan kimse ola. Böyle olunca tecdîdin
Süleyman (a.s.)’ın meclisinde husûlünden gayri, Âsaf için fazl
olmaz. İmdi bizim zikrettiğimiz şeyi anlayan kimse için, taht
bir mesâfe kat' etmedi ve arz onun için dürülmedi ve arzı hark
etmedi. Ve bu, Belkîs'den ve onun ashâbından hâzırîn olan
nüfûsta, Süleyman (a.s.) için, daha azim olmak için, Süleymân’ın
ba’zı ashâbının yedeyni üzere vâk’ oldu (20)
Ya'nî taht-ı
Belkîs'in (Belkıs’ın tahtının)
Süleyman (a.s.)’ın meclisinde
(bulunduğu toplumda) husûlü
(çıkması) mes'elesi
(meselesi),
akl-ı nazarî erbâbı indinde
(akli görüş sahiblerine göre) en müşkil mesâildendir
(çözülmesi en zor, en güç
meselelerdendir).
Fakat bâlâda (yukarıda)
tahtın icâdı (vücuda getirilmesi)
kıssasında (hikâyesinde)
zikrolunan (anlatılan)
şeyi, ya'nî cemî'-i zerrât-ı âlemin
(evrenin en küçük zerrelerinin)
her nefeste tecellî-i evvel (ilk
tecelli) ile ma'dûm (yok
olduğunu) ve tecelli-i sânî
(ikinci tecelli) ile mevcûd
(var) olduğunu bilen
kimse, taht-ı Belkîs'in (Belkıs’ın
tahtının) meclis-i Süleyman (a.s.)’da
(Süleyman a.s.’ın meclisinde)
teceddüd-i emsâl (bir önceki
tecellinin benzeri bir tecelli ile yeniden mevcut olması)
sûretiyle (şekliyle)
mevcûd (var) olduğunu
bilir ve bu mes'ele ona müşkil
(meseleyi çözmek, anlamak ona zor) gelmez. Şu halde
tahtın mislinin (benzerinin)
teceddüdü (yeniden mevcut olması,
yenilenmesi) başka mahalde
(yerde) vâkı' olmayıp
(oluşmayıp) ancak Süleyman
(a.s.)’ın meclisinde (bulunduğu
toplumda) husûlünden
(çıkmasından) gayri
(başka), Âsaf
bin Berhıyâ' için bir fazl (üstünlük)
olmaz. Ya'nî cenâb-ı Âsaf’ın fazlı
(üstünlüğü),
ancak bu noktaya münhasır
(mahsus, sınırlanmış) olmuş
olur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) bizim zikrettiğimiz
(anlattığımız) teceddüd-i
emsâl (önceki tecellinin bir benzeri
olarak tekrar mevcut olma) ve halk-ı cedîd
(yeniden yaratılma)
kazıyyesini (meselesini)
anlayan kimseye göre taht, Belkîs'in mekânıyla
(oturduğu yer ile),
Süleyman (a.s.)’ın meclisi arasındaki mesâfeyi kat'
etmedi (yolu almadı).
Ve tahtın o meclise gelebilmesi için, arz
(yeryüzü) dürülüp bükülmedi
ve taht mekânından (bulunduğu yerden)
arzı (yeri)
delip o meclisten zuhûr etmedi
(meydana çıkmadı).
Belki cemî'-i eşyânın (bütün
varlıkların) her ân-ı gayr-i münkasimde
(kesintisiz anlarda) ma'dûm
(yok olması) ve mevcûd
(var) olması kabîlinden
(türünden) olarak, bir ân-ı
gayr-i münkasimde (kesintisiz anda)
Sebâ şehrinde ma'dûm (yok
oldu) ve o meclisde mevcûd
(var) oldu. Zîrâ
(çünkü) Süleyman (a.s.) gibi
bir Nebiyy-i zî-şânın (şerefli bir
Nebinin, Peygamberin) terbiyesiyle cenâb-ı Âsaf
makâm-ı kemâle (tamlık, mükemmellik
makamına) vâsıl olmuş
(ulaşmış) idi. Ve Hak, Âsaf gibi kümmelin
(kamillerin) cevârih
(el, ayak gibi azalarının) ve
kuvâsının (meleki güçlerinin)
aynıdır. Binâenaleyh (bundan
dolayı) cenâb-ı Âsâf’ın kavli
(sözleri) ve fiili
(yaptıkları, işledikleri)
Hakk'ındır.
Mesnevî:
Tercüme: "Bu
uzunluk ve kısalık muhakkak cisme mahsûstur. Huda'nın
(Hakk’ın) olduğu mahalde uzun
ve kısa nedir? Vaktâki (ne vakit ki)
Hudâ (cenabı Hakk)
bir cismi tebdîl eyledi
(değiştirdi, başka hale koydu),
onun seyrini bî-fersah ve bî-mil kıldı. Ya'nî o
cismin bir yerden bir yere gitmesi için fersahlar ve miller
ka't etmesine (yol almasına)
hâcet (ihtiyaç)
yoktur."
Ve bu tahtın
îcâdı (yaradılması)
tasarrufu, ins (insan) ve
cin, vuhûş (yabani hayvanlar)
ve tuyûr (kuşlar) ve
cemâdât (cansız varlıklar)
taht-ı tasarrufunda (tasarrufu
altında) bulunan Süleyman (a.s.)’ın kendisinden vâkı'
(olmuş) olmayıp onun
ashâbından bulunan cenâb-ı Âsaf'ın iki eli üzerinde vukû'a geldi
(oluştu).
Bu da, hâzırûn (bizzat
orda bulunanların) nazarında
(görüşünde),
Süleyman (a.s.)’ın emr-i tasarrufta
(tasarruf konusunda) daha
azîm (büyük) kudrete mâlik
(sahip) olduğu zâhir olmak
(ortaya çıkmak, görünmek)
içindir. Zîrâ (çünkü) bir
hususta şâkirdin (talebesinin)
kudreti zâhir olunca (açığa
çıkınca görülünce), üstâdının
(öğretmeninin) ulüvv-i
kadr (derecesinin yüksekliği)
ve mertebesi sâbit (anlaşılmış)
olur. Diğer taraftan, Süleyman (a.s.) kemâl-i
ma'rifetinden (ilminin tam, mükemmel
oluşundan) nâşî (dolayı),
ulûhiyyete müzâhim
(aykırı) olmak istemez. Zîrâ
(çünkü) tasarrufta
isneyniyyet (ikilik)
vardır. Tasarruf mütevassıtînden
(Tasarrufa vasıta olmuş, veya olmakta)
olan erbâb-ı
himeme (irade sahiplerine)
mahsustur.
Ve bunun
sebebi, Allah Teâlâ’nın ..............................
(Sâd, 38/30) kavlinden müstebân olduğu üzere, Süleyman'ın
Dâvûd'a hibetullah olmasıdır. Ve hibe, vâhibin cezâ-i vifâk veyâ
istihkak tarîkkıyla olmayan i'tâsıdır. İmdi o, ni'met-i sâbıka
ve hüccet-i bâliğa ve darbe-i müessiredir (21).
Ya'nî
Süleyman (a.s.) ile onun musâhibi
(sohbetinde bulunan, yakın arkadaşı) olan cenâb-ı
Âsaf'daki ihtisâsın (uzmanlığın)
sebebi, Allah Teâlâ’nın' "Biz Dâvûd'a Süleymân'ı vehb
(bağışladık, hibe) ettik"
(Sâd, 38/30) kavlinden (sözlerinden)
zâhir olduğu (açığa
çıktığı, görüldüğü) vech ile
(yönüyle),
Süleyman'ın Dâvûd'a hibetullah
(Allah’ın bir hibesi)
olmasıdır. Ve hibe ise, mevhûbün-lehin
(kendisine hibe, bağış yapılan kimse)
evvelce sebk eden (önceden
yapılmış) hizmetîne mükâfâten
(karşılık olarak) veyâhut bir
sebeble kesb ettiği (kazandığı)
istihkak (hakketmek)
tarîkıyla (yoluyla)
vâki' (olmuş) olan
bir atâ (bağış, ihsan)
değildir. Belki inâyet-i ezeliyye
(ezelde ihsan olunmuş (rahmet-i hassa-i
zatıyyedir) ve rahmet-i rahmâniyye-i imtinâniyyedir
(rahmanın rahmeti ile ilgili
ihsandır).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Süleyman'ın vücûdu, Dâvûd için ni'met-i sâbıkadır
(geçmişte, ezelde verilmiş nimettir).
Zîrâ (çünkü)
hilâfet-i zâhire-i İlâhiyye (İlâhi
halifeliğin açığa çıkması) Dâvûd hakkında kâmil
(tam, eksiksiz) ve onun
ekmeliyyeti (kusursuzluğu,
mükemmelliği) Süleyman'da zâhir oldu
(açığa çıktı).
Ve gerek kendinin ve gerek
ümmetinin a'yânı (ileri
gelenleri)
üzerine yevm-i kıyâmette
(kıyamet gününde) hüccet-i bâliğadır
(kesin, apaçık delildir).
Ve muhâlifîn (zıt
düşüncede olanlar) ve küffârdan
(kâfirlerden) a'dâsı
(zalimleri)
hakkında
darbe-i müessiredir (tesirli
darbedir).Binâenaleyh
(bundan dolayı) Süleyman, Dâvûd'a Allâh'ın hibesi
(ihsanı, bağışı) olduğu için
gerek Süleyman'da ve gerek onun feyz-i hüccetiyle
(delil olan feyz’i, ilmi ile)
müstefîz (feyizlenmiş)
olan cenâb-ı Âsaf da hâsıl olan
(ortaya çıkan) ihtisâs-ı tasarruf
(tasarruftaki uzmanlığı) dahi
Allâh'ın hibesi ( ihsanı)
oldu.
Ve
Süleyman (a.s.)’ın ilmine gelince, o da hükmün nakîzıyla berâber
Hak Teâlâ'nın ........................ (Enbiyâ, 21/79) kavlidir.
Ve hüküm ile ilmi cümleye Allah Teâlâ itâ etti. Binâenaleyh
ilm-i Dâvûd, ilm-i mu'tâdır, ki, onu Allah Teâlâ verdi. Ve
mes'elede Sûleyman'ın ilmi, ilmullahdır. Zîrâ bilâ-vâsıta o
hâkim oldu. Böyle olunca Süleyman, mak'ad-i sıdkta Hakk'ın
tercümânı oldu (22).
Cenâb-ı Şeyh
(r.a.) sûre-i Enbiyâ'da .................................
(Enbiyâ, 21/78-79) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulan
(bildirilen) vak'a-i
muhâkemeye (mahkeme olayına)
işâret ederler. Bu vak'anın
(hadisenin) hulâsaten
(kısaca) beyânı
(açıklaması) budur ki: Biri koyun sürüsü ve diğeri
tarla sâhibi olmak üzere iki köylü muhâkeme olmak için Dâvûd
(a.s.)’ın huzûruna gelirler. Ve âtîdeki
(aşağıdaki) vech ile
(şekilde) muhâkeme cereyân
eder:
Tarla sâhibi
- Yâ halîfetullah! (Allah halifesi)
Bu adamın koyunları bir gece benim tarlama girip
ekinimi ekl (yemişler) ve ifsâd etmişler
(karıştırmışlar, bozguna çevirmişlerdir).
Hakkımı da'vâ ederim.
Dâvûd (a.s.)
- Ey koyunların sâhibi olan kimse! Bu da'vâ hakkında sen ne
diyorsun?
Koyun sâhibi
- Evet, böyle oldu.
Dâvûd (a.s.)
- Mâdemki ikrâr (tasdik)
ediyorsun, o halde koyunlarını tarla sâhibine ver!
Tarafeyn
(iki taraf) bu hüküm üzerine
dışarı çıktılar. Süleyman (a.s.) bu hükme vâkıf olunca
(bu kararı öğrenince) hemen
pederinin yanına girip dedi:
Başka vecih
ile (şekilde) hükm olunsa
(karar verilse) daha güzel
olurdu.
Dâvûd
(a.s.): O daha güzel hükûm, nasıldır?
Süleyman
(a.s.): Koyunlar, tarla sâhibine ve tarla dahi koyunların
sâhibine emâneten verilsin. Koyunların sâhibi, tarlayı evvelki
hâline getirinceye kadar zahmet çeksin ve bozuk mahsûl ile
intifâ' etsin (faydalansın). Hâl-i
aslisine (asıl haline)
ircâ ettikde (geri döndürüldüğünde)
iâde eylesin (geri
verilsin). Ve o
vakte kadar dahi tarla sâhibi koyunların sütü ve yağı ve yünü
ile nefi’lensin (faydalansın).
Bu sûretle her ikisi dahi behredâr
(nimetlenmiş, faydalanmış)
olsunlar.
İmdi
Süleyman (a. s.)’ın ilimdeki ihtisâsına
(uzmanlığına) gelince, bu
ihtisâs (uzmanlık) Hak
Teâlâ'nın ................... (Enbiyâ, 21/78-79) ya'nî "Biz o
tarla ve koyun hükmünü Süleyman'a tefhîm
(anlattık) ve ta'limm ettik
(öğrettik)" kavliyle
(sözüyle) zâhirdir
(açıktır). Maahâzâ
(böyle iken) bu hüküm
bâlâda (yukarıda) îzâhı
olunduğu üzere (anlatıldığı gibi)
yekdîğerinin (biri
diğerinin) nakîzı (zıddı)
idi. Fakat Hak Teâlâ "Koyun kıssasındaki
(bahsindeki) mes'eleyi
Süleymân'a biz tefhim ettik"
(bildirdik, anlattık) buyurduğu cihetle
(bakımından),
bu mes'elede Süleymân'ın ilmi Allâh'ın ilmi
olmuştur. Zîrâ (çünkü)
Süleyman (a.s.)’ın mazharında
(görüntü yerinde (vücudunda) bilâ-vâsıta
(vasıtasız) hâkim olan
(buyruğunu yürüten, egemenliğini
sürdüren) "Allah" idi. Ve Süleyman ise "mak'ad-i
sıdk"ta (sıdk makamında)
bi-hasebi'l-mazhariyye (mazhar olmak
dolayısıyla) Hakk'ın tercûmânı oldu. Ve tecellî-i
zâtî indinde (zati tecelliler
katında) cenâb-ı Süleymân'ın beşeriyyeti
(insanlığı) fânî
(ölümlü) idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) şecere-i Mûsâ
(Musa’nın ağaç) sûretinde
vücûd-i Süleyman'dan (Süleyman’ın
vücudundan) kâil
(söyleyen) ve hâkim olan
(hükmünü yürüten) Hak idi. Süleyman (a.s.)’ın hükmüne
münâkız (aykırı) olan
Dâvûd (a.s.)’ın hükmüne gelince, bu hüküm dahi Allah Teâlâ
hazretlerinin hazret-i Dâvûd'a verdiği ilim ve hükm idi. Zîrâ
(çünkü) Hak Teâlâ âyet-i
kerîmede ........................ (Enbiyâ, 21/79) ya'nî “Cümleye
(bütün her şeye) hükmü ve
ilmi biz verdik” buyurur. Fakat bu hüküm, Süleyman (a.s.)’ın
hükmü gibi bilâ-vâsıta (vasıtasız)
sâdır olan (çıkan)
hükm-i İlâhî (Hakk’ın hükmü)
değil, belki beşeriyyet
(beşerliği (insanlığı) vâsıtasıyla sâdır olan
(çıkan) ve ictihâda müstenid
(dayalı) bulunan
hükm-i Hak (Hakk’ın hükmü)
idi. İşte iki hüküm arasındaki fark budur. Ya'nî
vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın (sınırsız,
kayıtsız vücut sahibi Hakk’ın) muhtelif
(çeşitli) mertebelerinden
sâdır olan (çıkan)
hükümlerdir.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.09.2005
http://sufizmveinsan.com
|