[BU FASS KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE
MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]
Hükmullahda musîb olan müctehid
gibi ki, Allah bir mes'elede o hüküm ile hükm eder. Eğer kendi
nefsiyle veyâhut Hakk'ın Resûlûne vahy olunan şeyle o mes'eleye
mütevellî olursa, onun için iki ecir vardır. Ve ilim ve hüküm
olmakla berâber, bu hükm-i muayyende, muhtî olan müctehid için
bir ecir vardır. İmdi bu ümmet-i Muhammediyyeye, hükümde rütbe-i
Sûleyman ve rütbe-i Dâvûd verildi. Binâenaleyh onu, sâir
ümmetten efdal kılan şey nedir? Ne şerîf ümmettir! (23).
Ya'nî Süleyman (a.s.), koyun ve
tarla mes'elesinde, hükmünde isâbet eden müctehid
(ayet ve hadislere dayalı fikir
yürüterek hüküm koyan din adamları) gibidir. Ve Allah
bir mes'elede (konuda)
müctehid-i musîbin (hükmünde isabet
eden müctehidinin) hükmettiği hükümle hükmeder. Eğer
Allah Teâlâ Hazretleri, o mes'eleye Rûh-i a'zam
(s.a.v.) sûretiyle bi-nefsihî
(kendisi) veyâhut Resûlüne
(Peygamberine) vahy olunan
şeyle mütevellî olursa,
bi-hasebi'l-mazhariyye (mazhar olması
bakımından) kendisinden hüküm sâdır olan
(çıkan) müctehid,
(hükmü koyan) bu hükmünde
musîb (isabetli) olduğu
için iki ecir (sevap)
kazanır. Bu iki ecirden (sevaptan)
birisi, hükümde doğruluğuna ve diğeri, çalışmasına
karşıdır. Ve bu hükm-i muayyende
(belirlenmiş, karar kılınmış hükümde) hatâ eden
müctehid (hükmü koyan)
için dahi bir ecir (sevap)
vardır ki, bu da onun sa'yine
(çalışmasına, gayretine) mukabildir
(karşılıktır).
Maahâzâ
(bununla beraber) hâtâ eden
müctehidin (hükmü koyanın)
bu hükmü, Hak Teâ'la'nın ............................
(Enbiyâ, 21/79) ya'nî "Cümle ye
(bütün her şeye) hükmü ve ilmi biz verdik" âyet-i
kerîmesinde beyan buyrulan
(bildirilen) hüküm ve ilimde dâhildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) müctehid-i
muhtînin (hükmünde yanılanın, hataya
düşenin) hatâsı zuhûr edinceye
(meydana çıkıncaya) kadar,
şer'an (şeriata göre) o
hüküm ile amel etmek vâcibdir
(zorunludur).
Ve şeriât-i Muhammediyye
(Muhammed’e ait olan şeriat),
iki nev'i (çeşit)
üzerinedir: Birisi "şerîat-i Muhammediyye-i asliyye",
(Hz. Muhammed’in bizzat getirdiği asıl
şeriat) diğeri "şerîat-i Muhammediyye-i
ictihâdiyye"dir (din alimlerinin
ayet’lere ve hadis’lere dayalı, fikir yürüterek çıkardıkları
manalara göre, koydukları hükümlerdir).Şerîat-i
Muhammediyye-i asliyye, (Hz.
Muhammed’in bizzat koyduğu asıl şeriat) Resûlulah
(s.a.v.) Efendimiz'in zamân-ı sâadetlerinde
(dünyada bulundukları zamanda)
hüküm buyurdukları (emrettikleri)
şerîattir ki, bunda aslâ hatâ mutasavver değildir
(düşünülemez).
Ve şerîat-i ictihâdiyye
(din alimlerinin hadis ve ayet’lerden fikir yürüterek
çıkardıkları manaya göre konan hükümler),
zamân-ı saâdetten
(Peygamberimizin yaşamından) sonra fukahâ-yı kirâmın
(şerefli din bilginlerinin)
zann-ı gâlib üzerine (güçlü,
üstün gelen zanları ile) hükmettikleri
(emrettikleri) şerîattir ki,
bu zann-ı gâlibde (güçlü, üstün
zanda) hatâ vuku' u
(olabileceği) der-kârdır.
(aşıkâr, bellidir) Ve âhir
(gelecek) zamanda zuhûr
edecek (meydana çıkacak)
olan Mehdî, şerîat-i Muhammediyye-i asliyye
(Hz. Muhammed a.s.’ın bizzat getirdiği
asıl şeriat) ile hükmedeceğinden, ictihâda
(din adamlarının hadis ve ayetlere
dayanarak koyduğu hükümlere) müstenid olan
(dayanan) mezâhib-i
muhtelifenin (çeşitli mezheplerin)
hükmü (geçerliliği, önemi)
kalmayacaktır. İşte bu ümmet-i Muhammediyyeye,
(Muhammed’in ümmetine)
hükümde, Süleyman ve Dâvûd (aleyhime'sselâm)ın rütbeleri
verilmiştir. Bir mes'ele (konu)
hakkında verdiği hükümde
(kararda) isâbet eden
(doğruyu tutturan) hâkim Süleyman ve hatâ eden dahi
Dâvûd (aleyhime's selâm)a benzer. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bak ki bu
ümmete ne derece şerâfet (şereflilik)
ihsân olunmuştur
(bağışlanmıştır, verilmiştir) !
Vaktâki Belkîs tahtını gördü,
bu'd-i mesâfeye ilmi ve o müddette onun intikâli, indinde
müstahîl olmakla "Ke-ennehu odur" (Neml, 27/42) dedi. Ve halkın
emsâl ile tecdîdinden bizim zikr / ettiğimiz şey ile, doğru
söyledi. Halbuki o, odur. Emr ise sâdıktır. Nitekim sen, zamân-ı
tecdîdde, zamân-ı mâzîde olduğunun aynısın (24).
Ya'nî" Belkîs Süleyman (a.s.)’ın
huzûruna gelip de tahtını o mecliste hazır gördüğü vakit, Sebâ
şehriyle bulunduğu mahal (yer)
arasındaki mesâfenin uzaklığını bildiği ve müddet-i cüz'iyye
(çok kısa zaman) zarfında
tahtın bu mesâfeyi kat' ederek (yol
alarak) intikâl etmesi
(geçmesi), kendisince
gayr-i mümkin (imkânsız)
bulunduğu cihetle (için),
Süleyman (a.s.) tarafından
.......................... (Neml, 27/42) ya'nî "Tahtın böyle
midir? " tarzında (şeklinde)
vâkı' (olmuş) olan
suâle (soruya) cevâben:
“Gûyâ (sanki) hemen hemen
odur” dedi; ve “Ta kendisidir” demedi. Belkîs'in bu sözü, halkın
(yaratmanın) emsâl
(benzer) ile tecdîdi
(yenilenmesi, tazelenmesi)
hakkında bizim zikr ettiğimiz
(anlattığımız) hakâyıka
(hakikâtlere) nazaran
(göre) doğru oldu. Zîrâ
(çünkü) oradaki sûret
(görünüş, biçim),
Belkîs'in mekânındaki (bulunduğu
yerdeki (sarayındaki) tahtın sûretidir
(şeklidir, biçimidir),
başka sûret (görünüşte,
biçimde) değildir. Fakat buradaki vücûd-i müşahhas
(somutlaşmış, suretlenmiş vücut)
Sebâ şehrindeki vücûd-i müşahhas
(somutlaşmış, suretlenmiş vücut) değildir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Belkîs'in sîga-i teşbîh (benzetme
kipi, fiil çekimi) ve kelime-i temsîl
(benzetme kelimesi) ile
.............. (Neml, 27/42) demesi pek muvâfik
(uygun) idi. Ve Süleyman
(a.s.) bu hakîkati bildiği için Belkîs'e: .....................
ya'nî “Tahtın bu mudur?” demedi; “Tahtın böyle midir?'” dedi. Ve
Belkîs'in cevâbı da ona muvâfık
(uygun) oldu. Ve tahtın buradaki vücûd-i müşahhâsı
(somutlaşmış, suretlenmiş vücudu),
Sebâ şehrindeki vücûd-i müşahhasına
(somutlaşmış vücuduna)
benzediği ve fakat sûreti (şekli,
biçimi), ayn-ı
sâbitesinin (ilmi suretinin)
sûreti (görünüşü, şekli)
olduğu için emr (husus)
sâdıktır (doğrudur).
Nitekim insanın zerrât-ı
vücûdu (vücudunun zerreleri,
hücreleri) beş veyâ yedi senede bir kerre kâmile
(tam olarak) teceddüd eder
(yenilenir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) sen bihasebi's-sûret
(şekil, biçim bakımından)
bugün, o eski sûretinin (görünüşünün)
aynısın. Fakat vücûd i'tibâriyle
(vücut bakımından) aynı
değilsin.
Ma'lûm olsun ki, âlemin
(evrenin) suver
(suretleri) ve nukûşu,
(nakışları) ilm-i İlâhîde
(Allah’ın ilminde) sâbit
(mevcut) olan suver
(şekiller) ve nukûşun
(nakışlardan) gayri
(başka) değildir. Ve bu
mertebede o suver (suretler,
şekiller) ve nuküş
(nakışlar) vücûd-i ilmî
(vucut ilmi) ve hayâlî ile mülebbestir
(giyinmiştir).
Vücûd-i mutlak-ı Hak
(sınırsız, kayıtsız vücut sahibi Hakk),
her mertebeye tenezzül
ettikçe (indikçe) bu
sûretlere, o mertebenin îcâbına
(gereklerine) göre bir kisve-i taayyün
(taayyün elbisesi) verir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
her bir mertebede zâhir olan
(açığa çıkan, görülen) nakş
(nakış) ve sûret,
(şekil) o sûret-i ilmiyye
(ilmi suretlerin) ve
hayâliyyenin (hayali suretlerin)
aynıdır./ Fakat vücudları biribirinin aynı değildir.
Meselâ senin şimdiki sûretin (şeklin,
görünüşün) ilm-i İlâhîdeki
(Allah’ın ilmindeki)
sûretinin (şeklinin, görünüşünün)
aynıdır. Fakat şimdiki vücûdun
(varlığın) ne âlem-i
misâldeki (hayal âlemindeki)
ve ne âlem-i şehâdeteki
(dünyadaki),
bilfarz (farz edelim ki)
yirmi sene evvelki vücûdunun aynı değildir. Velâkin
(fakat) o vücûdunun sûreti
(şekli, biçimi),
yine o ilm-i İlâhîde
(Allah’ın ilminde) sâbit
(mevcut) olan sûretindir
(şeklindir, biçimindir).
Vücûdun (vücudun
(varlığın) değişmekle sûretin
(şeklin, görünüşün)
değişmedi.
Sual:
Benim sûretim
(görünüşüm, şeklim) doğduğum vakit böyle değil idi. Sonra saçım
sakalım çıktı. İhtiyarladım yüzüm buruştu, eski tarâvetim
(gençliğim) gitti.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
vücûdumun tebeddüliyle
(değişmesiyle) sûretim
(şeklim) dahi tebeddül etmiş
(değişmiş) oldu?
Cevap:
Evvelen,
(birinci olarak) seni yedi
sene evvel tanıyan kimse, yedi sene sonra gördüğü vakit yine
tanır. Bu, senin esas sûretinin
(şeklinin) tebeddül etmediğine
(değişmediğine) delildir
(kanıttır).
Sâniyen, (ikinci olarak)
senin bu âlem-i şehâdette
(dünyada) kaç sene muammer olacağın
(ömür süreceğin) ve her
sinnde (yaşında) ne
sûrette (şekilde)
bulunacağın ilm-i İlâhîde (Allah’ın
ilminde) sâbittir
(mevcuttur).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
senin vücûdun (varlığın)
her ân-ı gayr-i münkasimde
(devamlı ve kesintisiz anlarda) ma'dûm
(yok) ve müteâkıben
(hemen arkasından) mevcûd
(var) olduğu halde, sûretin
(şeklin) sâbittir
(durur (değişmez).
Misâl:
Bir ressam bir levha tasvîr eder
(çizer).
O hâriçte
(dışta) tasvîr ettiği
(çizdiği) levha mahv olsa
(bozulsa),
o sûret (şekil)
mâdemki ressamın hayâlinde sâbittir
(mevcuttur),
ona yine vücûd verir. Bu ikinci levha vücûd
(varlık) i'tibâriyle
(bakımından) evvelkinin aynı
değildir. Fakat sûret i'tibâriyle
(şekil bakımından) aynıdır, gayrı
(başka) değildir.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-13.09.2005
http://sufizmveinsan.com
|