[BU FASS
KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE”
BEYÂNINDADIR]
Ve
Fir'avn, "Benî İsrâîl'in îmân ettikleri şeye îmân ettim" (Yûnus,
10/90) dediği haysiyyetle, vaktin hükmü tahtında idi.
Binâenaleyh tahsîs etti. Ve ancak sehare Allâh'a îmanlarında
"Rabb-i Mûsâ ve Hârûn" dediklerini gördüğü için tahsîs etti.İmdi
Belkîs'in İslamı; "ma'a Süleyman" dediği için, İslam-ı Süleyman
oldu. Böyle olunca ona tâbi' oldu. Binâenaleyh Belkîs, ancak
akâidden Süleymân'ın yanından geçtiği şeyin yanından geçti.
Nitekim biz, Rab Teâlâ'nın üzerinde bulunduğu sırât-ı müstakîm
üzerindeyiz. Zîrâ bizim nâsıyelerimiz onun yedindedir. Ve bizim
ondan müfârakatimiz müstahîldir. Böyle olunca biz O'nunla tazmîn
ile ve O bizimle tasrîh iledir. Zîrâ muhakkak O
.............................. (Hadîd, 57/4) dedi. Ve Hak bizim
nâsıyelerimizi âhiz olmakla, biz Hak ile berâberiz. İmdi Hak
Teâlâ, sırât-ı müstakîminden bizim ile mâşî olduğu haysiyyetle,
kendi nefsiyledir. Böyle olunca âlemden hiçbir kimse yoktur,
illâ ki sırât-ı müstakîm üzeredir. O da Rab Teâlâ'nın sırâtıdır.
Ve Belkîs Süleyman'dan dahi böyle bildi,
........................ (Neml, 27/44) dedi; ve âlemden bir
âlemi tahsîs etmedi (27).
Ya'nî Fir'avn, Benî İsrâîl'in
(İsrailoğullarının) garktan
(boğulmaktan) necâtı
(kurtuluşu) ve kendi üzerine
galebeleri (üstün gelmeleri)
vaktinde, "Benî İsrâîl'in
(İsrailoğullarının) îmân ettikleri şeye îmân ettim"
(Yûnus, 10/90) dedi. Ve onun îmânı vaktin hükmüne tebean
(uyarak) vâkı'
(olmuş) oldu.
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Beni İsrâîl'den
(İsrailoğullarından) olan sihirbazların Allah
Teâlâ'ya imanlarında "Rabb-i Mûsâ ve Hârûn"
(Musa ve Harun’un Rabbi)
(A'râf, 7/122) deyip îmanlarını tahsîs ettiklerini
(mahsus kıldıklarını, Musa ve Harun’un
Rablerine iman etmekle sınırladıklarını) ve bu tahsîs
ettikleri (mahsus kıldıkları)
îmân sebebiyle garktan
(boğulmaktan) kurtulduklarını gördüğü için, Fir'avn
dahi, onların bu îmân ile nâil oldukları
(ulaştıkları) necâta
(kurtuluşa) nâil oalacağını
(ulaşacağını) ümîd ederek,
îmânını Beni İsrâîl'in
(İsrailoğullarının) îmânıyla tahsîs etti.
(mahsus kıldı, sınırladı)
Halbuki bu kıyâsında iki vecihle
(bakımdan) hatâ etti. Zîrâ
(çünkü) sehare
(sihirbazlar) .......................... (A'râf, 7/121) demek
sûretiyle îmanlarını evvelen (ilk
önce) ıtlâk
(kayıtlamamışlar,serbest bırakmışlar) ve ta'mîm
(umumileştirmişler) ve badehû
(daha sonra)
......................... (A'râf, 7/122) diyerek
Nebîlerinin (Peygamberlerinin)
îmâniyle tahsîs etmiş (mahsus
kılmış, ayırmış) idiler. Fir'avn bunun farkına
varmadı. İkincisi Fir'âvn, îmânını seharenin
(sihirbazların) îmânı gibi,
Nebîlerinin (Peygamberlerinin)
îmâniyle de takyîd edemeyip
(kayıtlayamayıp) Benî İsrâîl'in
(İsrailoğullarının) îmâniyle
tahsîs etti (mahsus kıldı, ayırdı).
Fakat Belkîs, "İslâm-ı Süleymân
(Süleyman’ın İslamiyeti) ile
Rabbü'l-âlemîn (âlemlerin Rabbi)
olan Allâh'a teslîm ve münkâd oldum"
(boyun eğdim) (Neml, 27/44)
dediği için, onun İslamı, Süleyman (a.s.)ın İslamı oldu.
Binâenaleyh (bundan dolayı) Belkîs emr-i teslîm
(teslim hususunda) ve inkıyâdda
(boyun eğmede) tamâmiyle
Süleyman (a.s.) tâbi' olmuş (uymuş,
bağlanmış) oldu. Ve bu tebaiyyeti
(bağlanışı) sebebiyle,
Süleyman (a.s.) i'tikâddan
(inancından) nasıl bir i'tikâdın
(inancın) yanından geçti ise,
Belkîs dahi o i'tikâdın (inancın)
yanından geçti. Zîrâ
(çünkü) yol bilmeyen bir kimse, yol bilen bir rehbere
(yol göstericiye) tâbi'
olup (uyup) onunla berâber
gittiği vakit, tamâmiyle rehberin geçtiği yollardan geçer ve
aslâ ondan ayrılmaz. Ve tâbi' olan
(uyan, bağlı olan) Belkîs'in, metbû' olan
(uyduğu, bağlı olduğu)
Süleyman (a.s.)’a tebaiyyeti (uyması,
bağlanması) şuna benzer ki, bizim rûhumuz ve
müdebbirimiz (tedbir edicimiz, idare
edicimiz) olan Rabb-i hâsslarımız,
(öz rablerimiz, has isimlerimiz)
her birerlerimizin nâsıyelerinden
(alınlarından) tutup, bizi
kendi sırât-ı müstakımi (doğru yolu)
üzerinde çeker, götürür. Bizim ondan ayrılmamız
mümkün değildir; zîrâ (çünkü)
biz ona tâbi'iz (bağlıyız),
o bizim metbû'umuzdur
(uyduğumuz, bağlı olduğumuzdur).
Ve bizim nâsıyelerimiz
(alınlarımız) o ism-i hâssın
(has ismin (terkibimizdeki ağırlıklı
ismin) yedindedir
(elindedir).
Şu halde
Rabb-i hâss (has Rabbimiz,
terkibimizdeki ağırlıklı isim) bizim bâtınımız
(ruhumuz) olduğu için biz
zımnen (kapalı, gizli olarak)
O'nunla berâberiz. Ve biz O'nun zâhiri
(dış görünüşü) olduğumuz
için, O sarîhan (açıkça, aşıkar)
bizimle berâberdir. Ve bu, zımnen
(gizli, kapalı olarak) bizim
O'nunla ve sarîhan (açıkça, aşikarca)
O'nun bizimle berâber olduğumuzun delîli
(kanıtı),
Hak Teâlâ hazretlerinin
.............................. (Hadîd, 57/4) ya'nî "Siz nerede
olsanız o sizinle berâberdir" kavl-i şerîfidir
(kutsal sözüdür).
Zîrâ (çünkü)
nerede olur isek olalım, O'nun bizimle berâber olması, O bizim
bâtınımız, (ruhumuz) biz
O'nun zâhiri (görünen yüzü, dış
görünüşü) olmamıza mütevakkıftır
(bağlıdır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Hak, esmâsı yediyle
(eliyle) bizim nâsıyelerimizi
(alınlarımızı) tuttuğu
için biz Hak ile berâberiz. Ve bizim vücûdât-ı müteayyinemiz
(oluşmuş, meydana çıkmış vücutlarımız),
vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın
(sınırsız, kayıtsız vücut sahibi
Hakk’ın) bu esmâsı hasebiyle taayyünü
(belirişi, meydana çıkışı) ve
takayyüdünden (bağlanmasından,
kayıtlanmasından) ibâret olup, O'nun vücûdunun gayri
(başka) olmadığından, her
bir ismin sırât-ı müstakîminde (doğru
yolunda) bizimle berâber yürüyen Hak'tır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak, kendi
nefsiyle berâberdir. Ve mâdemki suver-i âlemden
(evren suretlerinden) her
birisi bir ismin mazharıdır
(göründüğü mahaldir, yerdir) ve o isim kendi
mazharını (göründüğü yeri)
nâsıyesinden (alnından)
tutup kendi sırât-ı müstakîmi
(doğru yolu) üzerinde götürür, şu halde efrâd-ı
âlemden (âlem fertlerinden),
sırât-ı müstakım (doğru
yol) üzerinde olmayan hiçbir ferd yoktur ve bu sırât
(yol) dahi Rabb-i mutlakın
(mutlak Rabbin, Hakk’ın)
esmâsına mahsûs (özel, ait)
olan sırâttır (yoldur).
Ve Belkîs, cenâb-ı Süleyman'ın zımnen
(kapalı olarak) ve tebean
(bağlı olarak) Allah ile
olduğunu bildi; ........................ (Neml, 27/44) dedi. Ve
Allah cemî'-i âlemlerin (bütün
âlemlerin) mürebbîsi
(terbiye edicisi) olduğu için, âlemden birini tahsîs
etmedi (ayırmadı, mahsus kılmadı).
Zîrâ
(çünkü) cenâb-ı
Süleyman,İinsân-ı kâmildir. Ve İnsân-ı kâmil ism-i câmi'in
(bütün isimlerin) mazharıdır.
(göründüğü yerdir)
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Süleyman (a.s.)’a tebaiyyet,
(bağlanmak, uymak) erbâb-ı müteferikayı
(ayrı ayrı Rabları) câmi'
olan (toplayan) Rabb-i
mutlakın (mutlak Rabb’in, Hakk’ın)
sırât-ı müstakîmi (doğru
yolu) üzerinde meşyi
(yürümeyi) iktizâ eder
(gerektirir).
Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:
............................................. (Yûsuf, 12/39)
ya'nî "Erbâb-ı müteferrika mı (ayrı
ayrı Rablar mı) hayırlıdır, yoksa Vâhid Kahhâr
(tek kahhar) olan Allah mı
hayırlıdır?" Binâenaleyh (bundan
dolayı) Belkîs, îmânında ta'mîm etti
(umumileştirdi, genelleştirdi),
tahsîs etmedi
(mahsus kılmadı, sınırlamadı).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-27.09.2005
http://sufizmveinsan.com
|