186. Bölüm


 

[BU FASS KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE” BEYÂNINDADIR]

Ve Süleyman (a.s.)’ın muhtas kılındığı ve onun sebebiyle kendinin gayrisine fâzıl olduğu ve Allah Teâlâ'nın onun için, ondan sonra bir kimseye lâyık olmayan mülkten kıldığı teshîre gelince; o, onun "emr"inde olmadır. Binâenaleyh, Hak Teâlâ .................................. (Sâd, 38/36) ya'nî "Biz ona rüzgârı teshîr ettik; onun emriyle cereyân eder" dedi. Zîrâ Allah Teâlâ, bizim hepimizin hakkında min-gayri-tahsîs ........................................ (Câsiye, 45/13) ya'nî "Allah Teâlâ göklerde ve yerde olan şeylerin kâffesini size müsahhar kıldı" der. Ve rüzgârın ve yıldızların ve bunun gayrisinin teshîrini zikretti. Velâkin, bizim emrimizden değil, belki Allâh'ın emrindendir. İmdi eğer anladın ise, cenâb-ı Süleyman ancak cem'iyyetsiz ve himmetsiz emre, belki mücerred emre muhtass kılındı. İşte biz ancak bunu dedik. Zîrâ biz biliriz ki, nüfûs, makâm-ı cem'iyyette ikâme olundukta, muhakkak ecrâm-ı âlem, onların himmetleriyle münfa'il olur. Ve muhakkak biz bunu, bu tarîkta muâyene ettik. İmdi teshîrini murâd ettiği kimse için, Süleyman'dan himmetsiz ve cem'iyyetsiz olarak mücerred emr" ile telaffuz vâkı' oldu (28).

Ya'nî şu teshîr (emrine alma, itaat ettirme) ki, Süleyman (a.s.)’a muhtass (mahsus) kılındı ve cenâb-ı Süleyman o teshîr sebebiyle, efrâd-ı âlemden (dünyadaki fertlerden) kendisinin gayri üzerine (kendinden başka herkesten) fâzıl (faziletli, üstün) oldu ve Hak Teâlâ bu teshîri (itaat ettirmeyi, hakim olmayı), Süleyman (a.s.)a mahsûs (ait, özel) bir mülkten kıldı ki, ondan sonra hiçbir kimse için bu mülk ile zuhûr (açığa çıkmak) lâyık olmaz (yaraşmaz). İşte bu teshîrin (itaat ettirmenin) cenâb-ı Süleymân'a ihtisâsı (uzmanlığı), onun bir şeyde "himmet" (gayret göstermesi, çalışması) ve "cem'iyyet-i kalb" (bütün kalbi) ve "taslit-i vehm" (vehmin karışması) ile tasarruf etmesi değil, belki bu teshîrin (itaat ettirmenin) mücerred (sadece) onun "emr"i ile olmasıdır. Böyle olunca Hak Teâlâ "Biz ona rüzgârı teshîr ettik (itaat ettirdik), onun emri ile cereyân eder" (Sâd, 38/36) dedi. Ve rüzgârın cereyânını cenâb-ı Süleymân'ın emrine tâbi' (bağlı) kıldığını beyan buyurdu. Şu halde onun ihtisâsı (uzmanlığı), teshîrde (itaat ettirmede) değil, belki bu teshîrin (itaatin) onun "emr"iyle olmasındadır. Eğer teshîrde (itaat ettirmede) ihtisâs sâhibi (uzmanlaşmış) idi denilir ise, bu doğru olmaz. Çünkü Hak Teâlâ bizim hepimiz hakkında bilâ tahsîs (mahsus kılmadan, ayırmadan) "Allah Teâlâ göklerde ve yerde olan şeylerin kâffesini (bütün hepsini) size müsahhar (itaat eden, boyun eğen) kıldı" (Câsiye, 45/13) buyurmuş ve rüzgârın ve yıldızların ve bunlardan gayrisinin (başkasının) teshîrini (itaat ettiğini) zikretmiştir (anmıştır).  Velâkin cenâb-ı Süleyman hakkında beyan buyurduğu (bildirdiği) gibi, bunların bizim "emr"imizle müsahhar (boyun eğen, itaat eden) olduğunu beyân etmemiştir (bildirmemiştir). Belki onların bize müsahhariyyeti (itaati, boyun eğişi) Hakk'ın emriyledir.

Şu halde, eğer sen bu bahsi anladın ise bildin ki, cenâb-ı Süleymân'ın ihtisâsı (uzmanlığı), ancak kuvâsını (meleki güçlerini) cem' etmeksizin (toplamaksızın) ve himmetini (gayretini) sarf eylemeksizin (harçamaksızın), "emr"e ve belki mücerred (sadece, yalnız) "emr"edir. Zîrâ (çünkü) himmetle taasarruf (tasarruf etmek için gayret sarf etmek), mütevassıtların (tasarrufa vasıta olanların) şânıdır ve tasarrufta (idare etmede, kullanmada) isneyniyyet (ikilik) vardır. Ve kümmel (kâmiller) ise ulûhiyyete müzâhim (aykırı) olmak istemez; meğer ki emr-i Hak (Hakk’ın emri) vârid ola (gelsin, erişsin). O vakit cem'iyyet-i kalb (kalbin bütünüyle) ve himmet ile (gayret, çaba göstererek) tasarrufa (idare etmeye, kullanmaya) tasaddî eder (kalkışır, girişir). Fakat, Süleyman (a.s.) teshîrdeki (itaat ettirmedeki) ihtisâsı (uzmanlığı) hasebiyle böyle tasarruf etmedi. Ya'nî onda cem'iyyet-i kalb (bütün kalbiyle) ve himmet (gayret) hâsıl olmadı (oluşmadı). Yalnız "emr" etti; işte o kadar!

Cenâb-ı Şeyh (r.a.), biz ancak bunu dedik; ya'nî cenâb-ı Süleyman teshîre, cem'iyyet-i kalb (bütün kalbiyle) ve himmet ile (gayret göstererek) ve ervâh-ı felekiyyenin (yıldızların ruhunun) muâvenetiyle (yardımıyla) ve havâss-ı umûr-i tabîiyye (tabii hususların keyfiyetleri, durumları) ile ve esmâ-i İlâhiyye (İlahi esma) ve sâir (diğer) emsâli (benzeri şeyler) ile değil, mücerred (sadece) emr (emretmek) ile muhtass (tahsis edildi, mahsus) kılındı dedik, buyurur. Zîrâ (çünkü), teshîrde iki sûret (şekil) vâkı'dir (vardır): Birisi böyle mücerred (sadece) "emr" (emretmek)  ile, diğeri de "taslît-ı himmet" (himmeti karıştırma, musallat etme) iledir. Çünkü ecrâm-ı âlem (maddi varlıklar) nüfûs-i kâmilenin (kâmil nefislerin, kişilerin) himmetlerinden müteessir olur (etkilenir). Velâkin (amma) ecrâm-ı âlemin (maddi cisimlerin) bu teessür (tesirlenmesi) ve infiâli (etkilenmesi) nüfûs-i kâmile (kâmil nefisler) makâm-ı cem'iyyette (cem makamında) ikâmet olunduğu (bulunduğu) vakitte olur. Zîrâ (çünkü) makâm-ı cem'iyyette (cem makamında) muğâyeret-i i'tibârî (gerçekte olmayıp var kabul edilen ayrılık, nisbi gayrılık) kalkar. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu makamda, fıil-i bende (kulun fiili) fıil-i Hak (Hakk’ın fiili) olur. Ve Hak Teâlâ ise her şeye kâdirdir. İşte ancak kırk kişinin yerine vaz' edebildiği (koyabildiği) Hayber Kalesi kapısının İmâm-ı Alî (kerremallâhü vecheh ve r.a.) Efendimiz tarafından münferiden (tek başına) koparılması bu kabîldendir. (türdendir) Nitekim, cenâb-ı Îmâm kapının yerine vaz'ında (konulmasında) o kırk kişinin içinde idi. Kendisine dediler ki: "Bu kapıyı yalnız başına koparan sen değil miydin? Şimdi neden müşkilât çekiyorsun? (zorlanıyorsun) " Cevâben buyurdular ki: .............................. ya'nî "Vallâhi Hayber kapısını koparan ben değilim. "

Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu hâli (oluşu) te'yîden (kuvvetlendirerek, destekleyerek) "Muhakkak biz bu tarîk-ı Hak'ta (Hakk yolunda) ecrâm-ı âlemin (maddi cisimlerin) nüfûs-i kâmilenin (kâmil nefislerin) himmetleriyle (gayretleriyle) münfail (etkilenen) ve müteessir (tesirlenen) olduğunu gördük" buyururlar. İşte mahzâ (sadece) ihtisâs hasebiyle, (uzmanlaşmış olma  dolayısıyle) cenâb-ı Süleyman'dan yalnız "emr" ile (emrederek) telaffuz (söylemek) vâkı' (olmuş) oldu. Ya'nî teshîrini murad ettiği (etkisi altına almak istediği)  kimse için, kalbinde cem'iyyet (toplayıcılık) ve himmet (çabalama, gayret) mevcûd olmaksızın yalnız, "Bu böyle olsun!" diye "emr'" ile (emrederek) telaffuz (söylemek) vâkı' (olmuş) oldu. Şu halde, cenâb-ı Süleyman ile nüfûs-i kâmilenin (kâmil nefislerin, kişilerin) teshîrleri arasındaki fark birinin himmetsiz (hiçbir gayret, çapa sarf etmeksizin) "emr" (emretme, iş buyurma) lafzı (sözcüğü, deyişi) ile ve diğerinin himmet (gayret) ve cem'iyyet-i kalb (bütün kalbi) ile vâkı' (olmuş) olmasından ibârettir. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Süleymân'ın nefs-i teshîrde, (boyun eğdirmede, eğdirmesinde) nüfûs-i kâmileden (kâmil nefislerden) fazla bir meziyyed (üstünlük) yoktur. Onun ihtisâsı (uzmanlığı) ancak mücerred (sadece) "emr" (emretmek) iledir.

Ma'lûmun olsun ki, Allah Teâlâ, kendi tarafından rûh ve tevfîk ile bizi ve seni te'yîd eylesin! Tahkîkan böyle bir atâ, hangi abd olursa olsun, bir abd için hâsıl olduğu vakit, o atâ, o abdin mülk-i âhiretinden eksiltmez ve onun üzerine hesâb olunmaz. Maahâzâ, cenâb-ı Süleyman onu Rabb'inden taleb etti. İmdi zevk-i tarîk iktizâ eder ki, onun gayri için iddihâr olunan atâ, cenâb-ı Süleyman için ta'cîl olundu. Onu murâd ettiği vakit, âhirette onunla muhâsebe oluna. Böyle olunca Allah Teâlâ onun için "Bu bizim atâmızdır" (Sâd, 38/39) dedi. Halbuki senin için ve senin gayrin için" demedi. İmdi ihsân et, ya'nî onu ver! Yahût bi-gayri-hisâb imsâk et! (29).

Ya'nî Süleyman (a.s.)a bi-tarîki'l-in'âm (nimet yoluyla) verilmiş olan mülk ve tasar­ruf gibi bir atâ (bağış, ihsan), her hangi bir abde (kula) verilirse, o atâ (bağış) o abde (kulda) âhirette verilecek olan mülkten hiç bir şey eksiltmez. Ya'nî o abde (kula),  işte sana dünyâda şu ni'met verildiği için, burada verilen ni'metlerin noksan olmuştur.  Ve dünyâda verilen bu ni'metin mahsûbu (hesabı),  âhiret ni'metinden icrâ olunmaz (yapılmaz). Maahâzâ (bununla beraber) Süleyman (a.s.) .........................  (Sâd 38/35) diye bu mülk ve tasarrufu Rabb'inden taleb etmiş (istemiş) idi. Onun bu talebine (isteğine) nazaran (göre) tarîk-i Hakk'ın (Hakk yolunun) zevkı bunu iktizâ eder (gerektirir) ki, Süleyman(a.s.)’ın gayri (Hz. Süleyman’dan başkası) için âhirette iddihâr olunan (saklanan) atâ (bağışlar), onun için ta'cîl (hızlandırma acele ettirme) olunduğu cihetle, (bakımından) cenâb-ı Süleyman onu istediği vakit âhirette bu atâ (bağış) ile muhâsebe olunsun (hesabı görülsün).  Zîrâ (çünkü) zevk-ı tarîk (zevk yoluyla) taleb (istek) abdin (kulun) kendi nefsinden vâkı' (olmuş) olduğu vakit, bu talebi (isteği) üzerine kendisine vâsıl olan (ulaşan) atâdan (ihsandan, bağıştan) dolayı âhirette muhâsebe olunması (hesaba çekilmesi) iktizâ eder (gerekir). Fakat cenâb-ı Süleyman'ın talebi (isteği) üzerine vâkı' (olmuş) olan ta'cîl (çabuklaştırma, acele davranma) bu kabîlden (türden) değildir. Çünkü Allah Teâlâ Süleyman (a.s.)a "Bu, bizim atâmızdır" (ihsanımızdır, bağışımızdır) (Sâd, 38/39) dedi. "Senin için ve senin gayrin (senden başkası) için" demedi. Binâenaleyh (bundan dolayı) sen ister ihsân et, ya'nî ver ve ister imsâk eyle (cimrilik yap, verme)! Bundan dolayı âhirette senin üzerine hesâb yoktur, buyurdu.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-04.10.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail