[BU FASS
KELİME-İ SüLEYMÂNİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN “HİKMET-İ RAHMÂNİYYE”
BEYÂNINDADIR]
Ve
Süleyman (a.s.)’ın muhtas kılındığı ve onun sebebiyle kendinin
gayrisine fâzıl olduğu ve Allah Teâlâ'nın onun için, ondan sonra
bir kimseye lâyık olmayan mülkten kıldığı teshîre gelince; o,
onun "emr"inde olmadır. Binâenaleyh, Hak Teâlâ
.................................. (Sâd, 38/36) ya'nî "Biz ona
rüzgârı teshîr ettik; onun emriyle cereyân eder" dedi. Zîrâ
Allah Teâlâ, bizim hepimizin hakkında min-gayri-tahsîs
........................................ (Câsiye, 45/13) ya'nî
"Allah Teâlâ göklerde ve yerde olan şeylerin kâffesini size
müsahhar kıldı" der. Ve rüzgârın ve yıldızların ve bunun
gayrisinin teshîrini zikretti. Velâkin, bizim emrimizden değil,
belki Allâh'ın emrindendir. İmdi eğer anladın ise, cenâb-ı
Süleyman ancak cem'iyyetsiz ve himmetsiz emre, belki mücerred
emre muhtass kılındı. İşte biz ancak bunu dedik. Zîrâ biz
biliriz ki, nüfûs, makâm-ı cem'iyyette ikâme olundukta, muhakkak
ecrâm-ı âlem, onların himmetleriyle münfa'il olur. Ve muhakkak
biz bunu, bu tarîkta muâyene ettik. İmdi teshîrini murâd ettiği
kimse için, Süleyman'dan himmetsiz ve cem'iyyetsiz olarak
mücerred emr" ile telaffuz vâkı' oldu (28).
Ya'nî şu
teshîr (emrine alma, itaat ettirme)
ki, Süleyman (a.s.)’a muhtass
(mahsus) kılındı ve cenâb-ı
Süleyman o teshîr
sebebiyle, efrâd-ı âlemden (dünyadaki
fertlerden) kendisinin gayri üzerine
(kendinden başka herkesten) fâzıl
(faziletli, üstün) oldu ve
Hak Teâlâ bu teshîri (itaat
ettirmeyi, hakim olmayı),
Süleyman (a.s.)a mahsûs
(ait, özel) bir mülkten kıldı ki, ondan sonra hiçbir
kimse için bu mülk ile zuhûr (açığa
çıkmak) lâyık olmaz
(yaraşmaz).
İşte bu teshîrin (itaat ettirmenin)
cenâb-ı Süleymân'a ihtisâsı
(uzmanlığı),
onun bir şeyde "himmet"
(gayret göstermesi, çalışması)
ve "cem'iyyet-i kalb"
(bütün kalbi) ve "taslit-i vehm"
(vehmin karışması) ile
tasarruf etmesi değil, belki bu teshîrin
(itaat ettirmenin)
mücerred (sadece)
onun "emr"i ile olmasıdır. Böyle olunca Hak Teâlâ "Biz ona
rüzgârı teshîr ettik (itaat ettirdik),
onun emri ile cereyân eder" (Sâd, 38/36) dedi. Ve
rüzgârın cereyânını cenâb-ı Süleymân'ın emrine tâbi'
(bağlı) kıldığını beyan
buyurdu. Şu halde onun ihtisâsı
(uzmanlığı),
teshîrde (itaat ettirmede)
değil, belki bu teshîrin
(itaatin) onun "emr"iyle olmasındadır. Eğer teshîrde
(itaat ettirmede) ihtisâs
sâhibi (uzmanlaşmış)
idi denilir ise, bu doğru olmaz. Çünkü Hak Teâlâ
bizim hepimiz hakkında bilâ tahsîs
(mahsus kılmadan, ayırmadan) "Allah Teâlâ göklerde ve
yerde olan şeylerin kâffesini (bütün
hepsini) size müsahhar
(itaat eden, boyun eğen) kıldı" (Câsiye, 45/13)
buyurmuş ve rüzgârın ve yıldızların ve bunlardan gayrisinin
(başkasının) teshîrini
(itaat ettiğini)
zikretmiştir (anmıştır).
Velâkin cenâb-ı Süleyman
hakkında beyan buyurduğu (bildirdiği)
gibi, bunların bizim "emr"imizle müsahhar
(boyun eğen, itaat eden)
olduğunu beyân etmemiştir
(bildirmemiştir).
Belki onların bize müsahhariyyeti
(itaati, boyun eğişi) Hakk'ın
emriyledir.
Şu halde,
eğer sen bu bahsi anladın ise bildin ki, cenâb-ı Süleymân'ın
ihtisâsı (uzmanlığı),
ancak kuvâsını (meleki
güçlerini) cem' etmeksizin
(toplamaksızın) ve himmetini
(gayretini) sarf
eylemeksizin (harçamaksızın),
"emr"e ve belki mücerred
(sadece, yalnız) "emr"edir. Zîrâ
(çünkü) himmetle taasarruf
(tasarruf etmek için gayret sarf etmek),
mütevassıtların (tasarrufa
vasıta olanların)
şânıdır ve
tasarrufta (idare etmede, kullanmada)
isneyniyyet (ikilik)
vardır. Ve kümmel
(kâmiller) ise ulûhiyyete müzâhim
(aykırı) olmak istemez; meğer
ki emr-i Hak (Hakk’ın emri)
vârid ola (gelsin, erişsin).
O vakit cem'iyyet-i kalb
(kalbin bütünüyle) ve himmet ile
(gayret, çaba göstererek) tasarrufa
(idare etmeye, kullanmaya)
tasaddî eder (kalkışır, girişir).
Fakat, Süleyman (a.s.) teshîrdeki
(itaat ettirmedeki) ihtisâsı
(uzmanlığı) hasebiyle
böyle tasarruf etmedi. Ya'nî onda cem'iyyet-i kalb
(bütün kalbiyle) ve himmet
(gayret) hâsıl olmadı
(oluşmadı).
Yalnız "emr" etti; işte o kadar!
Cenâb-ı Şeyh
(r.a.), biz ancak bunu dedik; ya'nî cenâb-ı Süleyman teshîre,
cem'iyyet-i kalb (bütün kalbiyle)
ve himmet ile (gayret
göstererek) ve ervâh-ı felekiyyenin
(yıldızların ruhunun)
muâvenetiyle (yardımıyla)
ve havâss-ı umûr-i
tabîiyye
(tabii hususların keyfiyetleri, durumları)
ile
ve esmâ-i İlâhiyye (İlahi esma)
ve sâir (diğer)
emsâli (benzeri şeyler)
ile değil, mücerred (sadece)
emr (emretmek) ile
muhtass (tahsis edildi, mahsus)
kılındı dedik, buyurur. Zîrâ
(çünkü),
teshîrde iki sûret (şekil)
vâkı'dir (vardır):
Birisi böyle mücerred (sadece)
"emr" (emretmek) ile,
diğeri de "taslît-ı himmet" (himmeti
karıştırma, musallat etme) iledir. Çünkü ecrâm-ı âlem
(maddi varlıklar) nüfûs-i
kâmilenin (kâmil nefislerin,
kişilerin) himmetlerinden müteessir olur
(etkilenir).
Velâkin (amma)
ecrâm-ı âlemin (maddi cisimlerin)
bu teessür (tesirlenmesi)
ve infiâli (etkilenmesi)
nüfûs-i kâmile (kâmil
nefisler) makâm-ı cem'iyyette
(cem makamında) ikâmet
olunduğu (bulunduğu)
vakitte olur. Zîrâ (çünkü)
makâm-ı cem'iyyette (cem
makamında) muğâyeret-i i'tibârî
(gerçekte olmayıp var kabul edilen
ayrılık, nisbi gayrılık) kalkar. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu makamda,
fıil-i bende (kulun fiili)
fıil-i Hak (Hakk’ın fiili)
olur. Ve Hak Teâlâ ise her şeye kâdirdir. İşte ancak kırk
kişinin yerine vaz' edebildiği
(koyabildiği) Hayber Kalesi kapısının İmâm-ı Alî
(kerremallâhü vecheh ve r.a.) Efendimiz tarafından münferiden
(tek başına) koparılması bu
kabîldendir. (türdendir)
Nitekim, cenâb-ı Îmâm kapının yerine vaz'ında
(konulmasında) o kırk kişinin
içinde idi. Kendisine dediler ki: "Bu kapıyı yalnız başına
koparan sen değil miydin? Şimdi neden müşkilât çekiyorsun?
(zorlanıyorsun) " Cevâben buyurdular ki:
.............................. ya'nî "Vallâhi Hayber kapısını
koparan ben değilim. "
Ve cenâb-ı
Şeyh (r.a.) bu hâli (oluşu)
te'yîden (kuvvetlendirerek,
destekleyerek) "Muhakkak biz bu tarîk-ı Hak'ta
(Hakk yolunda) ecrâm-ı âlemin
(maddi cisimlerin) nüfûs-i
kâmilenin (kâmil nefislerin)
himmetleriyle (gayretleriyle)
münfail (etkilenen)
ve müteessir (tesirlenen)
olduğunu gördük" buyururlar. İşte mahzâ
(sadece) ihtisâs hasebiyle,
(uzmanlaşmış olma dolayısıyle) cenâb-ı Süleyman'dan
yalnız "emr" ile (emrederek)
telaffuz (söylemek)
vâkı' (olmuş) oldu.
Ya'nî teshîrini murad ettiği
(etkisi altına almak istediği)
kimse için, kalbinde cem'iyyet
(toplayıcılık) ve himmet
(çabalama, gayret) mevcûd olmaksızın yalnız, "Bu
böyle olsun!" diye "emr'" ile
(emrederek) telaffuz
(söylemek) vâkı' (olmuş)
oldu. Şu halde, cenâb-ı Süleyman ile nüfûs-i
kâmilenin (kâmil nefislerin,
kişilerin) teshîrleri arasındaki fark birinin
himmetsiz (hiçbir gayret, çapa sarf
etmeksizin) "emr"
(emretme, iş buyurma) lafzı
(sözcüğü, deyişi) ile ve
diğerinin himmet (gayret)
ve cem'iyyet-i kalb (bütün kalbi)
ile vâkı' (olmuş)
olmasından ibârettir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
cenâb-ı Süleymân'ın nefs-i teshîrde,
(boyun eğdirmede, eğdirmesinde)
nüfûs-i kâmileden (kâmil
nefislerden) fazla bir meziyyed
(üstünlük) yoktur. Onun
ihtisâsı (uzmanlığı)
ancak mücerred (sadece)
"emr" (emretmek)
iledir.
Ma'lûmun
olsun ki, Allah Teâlâ, kendi tarafından rûh ve tevfîk ile bizi
ve seni te'yîd eylesin! Tahkîkan böyle bir atâ, hangi abd olursa
olsun, bir abd için hâsıl olduğu vakit, o atâ, o abdin mülk-i
âhiretinden eksiltmez ve onun üzerine hesâb olunmaz. Maahâzâ,
cenâb-ı Süleyman onu Rabb'inden taleb etti. İmdi zevk-i tarîk
iktizâ eder ki, onun gayri için iddihâr olunan atâ, cenâb-ı
Süleyman için ta'cîl olundu. Onu murâd ettiği vakit, âhirette
onunla muhâsebe oluna. Böyle olunca Allah Teâlâ onun için "Bu
bizim atâmızdır" (Sâd, 38/39) dedi. Halbuki senin için ve senin
gayrin için" demedi. İmdi ihsân et, ya'nî onu ver! Yahût
bi-gayri-hisâb imsâk et! (29).
Ya'nî
Süleyman (a.s.)a bi-tarîki'l-in'âm
(nimet yoluyla) verilmiş olan mülk ve tasarruf gibi
bir atâ (bağış, ihsan), her hangi bir abde (kula)
verilirse, o atâ (bağış)
o abde (kulda)
âhirette verilecek olan mülkten hiç bir şey eksiltmez. Ya'nî o
abde (kula),
işte sana dünyâda şu ni'met
verildiği için, burada verilen ni'metlerin noksan olmuştur. Ve
dünyâda verilen bu ni'metin mahsûbu
(hesabı), âhiret
ni'metinden icrâ olunmaz (yapılmaz).
Maahâzâ (bununla beraber)
Süleyman (a.s.) ......................... (Sâd
38/35) diye bu mülk ve tasarrufu Rabb'inden taleb etmiş
(istemiş) idi. Onun bu
talebine (isteğine)
nazaran (göre) tarîk-i
Hakk'ın (Hakk yolunun)
zevkı bunu iktizâ eder (gerektirir)
ki, Süleyman(a.s.)’ın gayri
(Hz. Süleyman’dan başkası)
için âhirette iddihâr olunan
(saklanan) atâ (bağışlar),
onun için ta'cîl
(hızlandırma acele ettirme) olunduğu cihetle,
(bakımından) cenâb-ı Süleyman
onu istediği vakit âhirette bu atâ
(bağış) ile muhâsebe olunsun
(hesabı görülsün).
Zîrâ
(çünkü) zevk-ı tarîk
(zevk yoluyla) taleb
(istek) abdin
(kulun) kendi nefsinden vâkı'
(olmuş) olduğu vakit, bu
talebi (isteği) üzerine
kendisine vâsıl olan (ulaşan)
atâdan (ihsandan, bağıştan)
dolayı âhirette muhâsebe olunması
(hesaba çekilmesi) iktizâ eder
(gerekir).
Fakat cenâb-ı Süleyman'ın talebi
(isteği) üzerine vâkı'
(olmuş) olan
ta'cîl (çabuklaştırma, acele
davranma) bu kabîlden
(türden) değildir. Çünkü Allah Teâlâ Süleyman (a.s.)a
"Bu, bizim atâmızdır" (ihsanımızdır,
bağışımızdır) (Sâd, 38/39) dedi. "Senin için ve senin
gayrin (senden başkası)
için" demedi. Binâenaleyh (bundan
dolayı) sen ister ihsân et, ya'nî ver ve ister imsâk
eyle (cimrilik yap, verme)!
Bundan dolayı âhirette senin üzerine hesâb yoktur, buyurdu.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-04.10.2005
http://sufizmveinsan.com
|