BU FASS
KELİME-İ DÂVÛDİYYE'DE OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE" BEYÂNINDADIR
Ma'lûm
olsun ki, vaktâki nübüvvet ve risâlet ihtisâs-ı İlâhî oldu,
onlarda ya'nî nübüvvet-i teşrî'de iktisâbdan bir şey yoktur.
Allah Teâlâ'nın onlara olan atâyâsı, bu kabîlden mevâhib oldu ki
cezâ değildir. Ve onun üzerine onlardan Cezâ taleb etmez.
Binâenaleyh, onun onlara i'tâsı in'âm ve ifdâl tarîkı üzeredir.
Böyle olunca "Biz ona İshak ve Ya'kûb'u vehb ettik" (En'âm,
6/84) dedi, ya'nî İbrâhîm Halîl (a.s.)’a. Ve Eyyûb hakkında
"Biz ona ehlini ve onlarla berâber onların mislini vehb ettik"
(Sâd, 38/42) dedi. Ve Mûsâ hakkında dahi "Biz ona rahmetimizden
birâderi Hârûn'u nebî olarak bahş ettik) (Meryem, 19/53) dedi;
emsâline varıncaya kadar. İmdi onları evvelen tevellî eden isim,
ahvâllerinin umûmunda veyâhut ekserinde, onları âhiren dahi
tevellî eder. Halbuki o isim, onun Vehhâb isminden gayri
değildir. Ve Dâvûd hakkında "Biz Dâvûd'a indimizden fazl i'tâ
eyledik" . (Sebe, 34/ 10) dedi ve ona cezâyı mukârin kılmadı ki,
onu ondan taleb ede. Ve bu zikrettiği şeyi muhakkak ona cezâ
olarak verdiğini ihbâr etmedi ( 1 )
Ya'nî
nübüvvet (nebilik) ve
risâlet (resulluk),
hiçbir amel mukâbilinde
(karşılığında) kazanılmamış olan inâyet-i ezeliyyeden
(ezelde hükmolmuş ihsandan,
rahmetten) ibârettir. Ve nübüvvet-i teşrî'de
(nübüvvette, peygamberlikte)
aslâ kesb (çalışma)
ve sa'yin (gayret göstermenin)
dahli (tesiri)
yoktur. Hak Teâlâ hazretlerinin enbiyâ
(nebiler)
(aleyhimü's-selâm)’ya olan atâları
(ihsanları), sebk
eden (geçmiş) amellerine
mükâfâten (mükâfat olarak)
onlar hakkında bezl olunan (bol
bol saçılan, verilen) mevâhib
(bağışlar) kabîlinden
(türünden) değildir. Ve Hak
Teâlâ onlara bahş ettiği
(bağışladığı, ihsan ettiği) nübüvvet
(nebilik (peygamberlik)
üzerine enbiyâ (aleyhimü's-selâm)’dan
(nebilerden) amel
(iş) taleb etmez
(istemez).
O mertebe, onlara bilâ-ivaz
(karşılıksız) verilmiştir.
Şu halde nübüvvet (nebilik) ve risâletin (resulluk)
enbiyâ (nebiler)
ve rusül (resuller)
(aleyhimüs-selâm)’a verilmesi mahzâ
(sadece) in'âm (nimet,
iyilik) ve ifdâl (lutuf,
ihsan) tarîkıyle dir
(yoluyladır). Bu ancak, rahmet-i hâssa-i zâtiyyedir
(seçkin kullarına olan zati
rahmetidir, rahimin rahmetidir),
ki bu bâbdaki
(konudaki) îzâhât
(açıklama) Fass-ı
Süleymanî'de (Süleyman bölümünde)
geçti. Vâkıâ (gerçekte)
onlar çok şükrederler ve çok amel
(iş) işlerler. Fakat bu in'âm
(iyilik) ve ifdâl
(ihsan, bağış) mukâbilinde
(karşılığında) onlardan ıvaz
taleb olunmaz (karşılık beklenmez).
Onlar bunu mahzâ
(sadece) abdiyyetlerinin
(kulluklarının) zuhûru
(açığa çıkması) için
yaparlar. Bunlar hakkındaki atâyânın
(bağışların) mevâhib
(bağış) kabîlinden
(türünden) olduğu bâlâda
(yukarıda) zikrolunan (adı
geçen) âyât-ı kerîme
(ayetler) ile âyât-ı mümâsileden
(benzer ayetlerden)
anlaşılır. Binâenaleyh (bundan
dolayı), Hak Teâlâ
enbiyâ (nebilere)
(aleyhimü's-selâm)’a verdiği atâyâyı
(ihsanları, bağışları) onlardan sebk eden
(önceden geçmiş) bir hizmet
muâbilinde (karşılığında)
vermediği gibi, verdikten sonra dahi onlardan bir hizmet ve ıvaz
(karşılık) taleb etmez
(istemez).
İmdi zât-ı
ahadiyyenin (ahad olan zatının)
kendi zâtına tecellîsi indinde
(tecelli ettiği, belirdiği sırada),
evvelen
(önceden) enbiyânın
(nebilerin) a'yân-ı
sâbitelerinde (ilmi suretlerinde)
mutasarrıf olan (tasarruf
eden) isim, bu a'yân-ı sâbitelerinin
(ilmi suretlerinin) muktezâsı
(gerektirdikleri) üzere,
sonra da a'yân-ı hâriciyyelerini
(kendilerini aşikâr eden, gösteren suretlerini) îcâd
etmekle (yaratmakla, meydana
getirmekle) onlarda mutasarrıf
(tasarruf eden) oldu. Halbuki
onları tevellî eden (idaresini
yüklenen) ve onlarda mutasarrıf olan
(tasarruf eden, kullanan) isim "Vehhâb" isminden
gayri (başkası) değildir.
A'yân-ı sâbite (ilmi suretler)
ve Hakk'ın iş-bu (işte bu)
a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) talebleri
(istekleri) üzerine hüküm ve kazâsı
(takdiri) bahsi
(konusu) Fass-ı Uzeyrî
(uzeyri bölümünün)
evâilinde (başlangıcında)
murûr etti (geçti).
Beyit:
………………………………………………………………………… Tercüme: “Hadden efzûn olan senin
feyzinin fazlı ne hoştur! Senin ifdâlin kemmiyyet ve keyfiyyete
sığmaz. Atâ-yı İlâhîn şâibe-i garazdan münezzeh ve ihsân-ı
rabbânîn ıvaza nâiliyyetten müberrâdır."
Ve buna
amel ile şükrü taleb ettikde, onu âl-i Dâvûd'dan taleb etti ve
Dâvûd'un zikrine taarruz etmedi. Tâ ki âl, Dâvûd'a in'âm olunan
şeye şükrede. İmdi o, hakk-ı Dâvûd'da ni'meten ve ifdâlen
atâdır. Ve onun âli hakkında, taleb-i muâvazadan nâşî, bunun
gayri üzerinedir. Binâenaleyh Hak Teâlâ
..................................... (Sebe, 34/13) ya'nî "Ey
âl-i Dâvûd, şükren amel ediniz ve benim şekûr olan ibâdım azdır"
buyurdu. Vâkıâ enbiyâ (aleyhimü's-selâm), Hakk'ın onlara in'âm
ettiği ve vehb eylediği şeye şükrettiler. Bu, Allah tarafından
talebden nâşî vâkı' olmadı. Belki bununla kendi nefislerinden
teberru ettiler. Nitekim, Resûllulah (s.a.v.), Allah Teâlâ onun
geçmiş ve gelecek olan günâhının gafrine şükren, iki ayakları
şişinceye kadar kâim oldu. Ona bunun hakkında denildiği vakit
.......................... ya'nî "Ben abd-i şekûr olmayayım mı?"
buyurdu. Ve Nûh hakkında da ...........................
(İsrâ; 17/3) dedi. Halbuki Allâh’ın kullarından şekûr olan azdır
(2).
Ya'nî Hak
Teâlâ, Dâvûd (a.s,)a olan inâyet-i ezeliyyesine mukabil
(karşılık),
ameli ve şükrü taleb ettiği
(istediği) vakit, bu ameli ve
şükrü Hz. Dâvûd'dan taleb etmedi
(istemedi),
âl-i Dâvûd'dan (Davud’un
yakınlarından, ailesinden) taleb etti
(istedi).
Zîrâ (çünkü)
enbiyâ (nebiler)
(aleyhimü's-selâm) âl (sülalesi,
ailesi) ve ashâbı
(yakınları) ve kavmi arasında, karanlıkta îkâd olunan
(yakılan) bir sirâc-ı
münîr (kandilin, mumun ışığı)
gibidir. Sirâc-ı münîr (kandilin
ışığı) ise karanlıkta kalanlar için bir ni'mettir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
şükür ondan münevver
(aydınlanmış) olanların uhdesine
(sorumlu olmalarını) terettüb
eder (gerektirir) ve o
sirâcı (kandili, mumu)
îkâd edene (yakana)
teşekkür etmek lâzım gelir. Şu halde, Dâvûd (a.s.) hakkındaki
atâ (bağışlar),
ona ni'meten
(nimet olarak) ve ifdâlen
(lutuf, bağış olarak) vâkı'
olmuştur (gerçekleşmiştir).
Ve onun âlinden
(ailesinden, sülalesinden)
amel ve şükür ıvazı (karşılığı)
taleb olunduğundan,
(istendiğinden) onlar hakkında atâ
(verilen),
in'âm (nimetler)
ve ifdâl (bağış)
tarîkiyle (yoluyla)
değildir. Onun için Hak Teâlâ "Ey âl-i Dâvûd
(ey Davud’un yakınları, sülalesi),
şükren (şükrederek)
amel ediniz! Ve benim mübâlağa ile
(çok fazla) şâkir olan
(şükreden) kullarım azdır" (Sebe', 34/13) buyurdu.
Vâkıâ (gerçekte),
enbiyâ (nebiler)
(a.s.) Hakk'ın kendilerine in'âm
(ihsan) ve vehb eylediği
(bağışladığı) atâyâya
(ihsanlara) şükrettiler; ve şükren
(şükrederek) amel-i kesîr
(çok amel) ifâ eylediler
(yaptılar).
Fakat, onların bu şükür ve
amelleri, Hak tarafından taleb olunduğu
(istendiği) için değil idi.
Belki kendileri tarafından teberru
(bağış) idi. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz
................................ (Feth, 48/2) ya'nî "Allah Teâlâ
senin geçmiş ve gelecek günahlarını gafr
(mağfiret etti, affetti) ve
setr eyledi" (örttü)
âyet-i kerîmesi nâzil olduğu (indiği)
vakit, mübârek ayakları şişinceye kadar gece vakti
kâim oldu (namaz kıldı).
Ona dediler ki: "Yâ Resûlallah, Hak Teâlâ geçmiş ve
gelecek zünûbunu (günahlarını)
mağfiret eylediğini (affettiğini)
ihbâr buyurdu (haber
verdi). Niçin bu kadar nefs-i nefîsinize
(kendi nefsinize) cefâ
(eziyet) ediyorsunuz?" Kemâl-i saâdetle
(mutlu bir olgunlukla)
buyurdular ki: "Ben mübâlağa ile
(çok fazla) şükr eden bir kul olmayayım mı?".
Suâl:
Enbiyâda (nebilerde)
zünûbdan (günahlardan)
ismet (masum, temiz olmak)
şart değil midir? Husûsiyle
(özellikle) Sallallâhü aleyhi ve sellemden
(peygamberimizden) hiçbir
zelle (küçük günah) sâdır
olmadığı (çıkmadığı)
zâhirdir (açıktır).
Böyle iken onun evvelen (önceden) ve âhiren (sonradan)
ne gibi günahları var idi ki, Allah Teâlâ onları gafr
(affedeceğini) ve setr buyuracağını
(örteceğini) va'd eyledi
(söz verdi) ?
Cevap:
Bu husûsta akvâl-i kesîre (birçok
görüş, söz) vardır. Hz: Mevlânâ (r.a) Fîhi Mâ
fîh nâmındaki (adındaki)
kitâb-ı münîflerinde
(meşhur, kıymetli kitabında) bu âyet-i kerîmenin
tefsîrinde (izahında)
böyle buyururlar: "İbn-i Atâ der ki: Mustafâ (s.a.v.) mi'râcda
Sidretü'l müntehâ'ya (en yüksek
makama) vâsıl olduğu
(ulaştığı) vakit ki, orası bâlâ-yı Arş'tır
(arşın üstüdür) ve hazret-i
Cibrîl'in (Cebrail a.s.’ın)
âşiyânesidir (meskenidir),
bu makamdan dahi mürûr
etmek (geçmek) istedi.
Refîkı (yol arkadaşı) olan
Hz. Cibrîl (Cebrail a.s.)
adımını geri aldı. Hz. Fahr-i âlem Efendimiz
(Peygamberimiz) buyurdular,
ki: Ey karındaşım (kardeşim)
Cebrâîl, bu heybetli (ulu,
azametli) mevzi'de (yerde)
beni yalnız mı bırakıyorsun? Nidâ
(ses) geldi ve Hak Teâlâ
itâben (azarlayarak)
buyurdu ki: Bu iki üç adımda onunla mı ülfet ettin
(dostluk, ahbaplık kurdun) ?
İşte bu "Li yağfıra lek' Allâhu" ilh... (Feth, 48/2)
âyet-i kerîmesinde işâret buyrulan günahdan murâd bu günahdır.
Ya'nî seni ülfetten (dostluktan,
ahbaplıktan) ve gayrin ünsiyyetinden
(başkasının ahbaplığından)
pâk (temiz, saf) ettik ve
gayriden (başkadan)
müstağnî (doygun, tok)
kıldık, demektir. Ve derler ki, Peygamber aleyhi's-sâlâtü ve's
selâm Efendimizin istiğfârı (tövbe
etmesi) ayıklık hâlinde hâlet-i mestîden
(kendinden geçmişlik, sarhoşluk hali)
idi. Ve ba'zılar derler ki, belki mestlik
(sarhoşluk) hâlinde ayıklık
hâlinden istiğfâr eyledi (tövbe etti).
Ve ba'zıları her iki halden müstağfir idi
(istiğfar eyledi). Zîrâ
(çünkü) onun nazarı
(bakışı) Hakk'a idi. Ve sekr
(sarhoşluk) ve sahv
(ayıklık) ise kâbil-i
televvün olan (renkten renge
girebilen) bendegâna
(kullara) mahsûstur. O
hazrete nisbetle (göre) ne
sekir (sorhoşluk) ne de
sahv (ayıklık) vardır.
İmdi mâdemki Hakk'a nâzır (bakan)
idi, her iki halden dahi müstağfir idi
(istiğfar eyledi, tövbe etti).
Zîrâ
(çünkü) bu sekir
(sarhoşluk) ve sahv
(ayıklık) iki renktir. O ise
rengin eserinde mahv (yok)
olduğu vakit, her ikisinden de müstağfir olup
(istiğfar edip, tövbe edip)
kabza-i ilâhîde bulunur (Allah’a
tutunur) idi, derler.
"
Velhâsıl
enbiyâ (aleyhimü's-selâm)ın
(nebilerin) istiğfarları,
(tövbeleri) ehl-i nefs
(nefis sahibi) olan kimselerden sâdır olan
(çıkan) günahlara karşı vâkı'
(olmuş) olan istigfâr
(tövbe) gibi değildir. Belki
"Hasenâtü'l-ebrâr seyyiâtü'l-mukarrabîn" ya'nî "Ebrârın
(hayır sahiplerinin, dindarların)
hasenâtı (sevapları)
mukarrabînin (Allah’a yakın
olanların, büyük velilerin) seyyiâtıdır"
(günahlarıdır) mûcibince
(gereğince) kendi makâmât-ı
aliyyeleri (makamlarının yüksekliği)
iktizâsınca (gereğince)
zünûb (günahlar)
addolunan (diye adlandırılan)
ba'zı ahvâldendir
(hallerdendir). İşte Fahr-i âlem Efendimiz'in
(Peygamberimizin) bu ahvâl-i
mahsûsanın (özel, hususi halinin)
setr (örtme) ve
gafrı (mağfireti, affı)
va'd olunduğuna (söz verildiği için)
şükren (şükrederek)
nefs-i nefîslerine (kendi
nefislerine) meşakkat
(zorluk, sıkıntı) verdîler. Bu ise şükr-i teklîfî
(teklif edilen şükür) değil,
belki teberru'î-dir (bağışla
alakalıdır).
Fakat, enbiyâya (nebilere,
peygamberlere) tâbi' olanların
(uyanların) şükrü, atâyâ-yı
İlâhiyyeye (İlahi ihsanlara)
karşı şükr-i teklîfîdir (teklif edilen şükürdür) ki farzdır. Bu şükrü terk ederlerse
farzı terk etmiş olurlar. Ve Hak Teâlâ Nûh (a.s.) hakkında dahi
..................... (İsrâ, 17/3) ya'nî "Muhakkak Nûh (a.s.)
pek çok şükreden bir abddir" (kuldur)
buyurdu. Ve şükr-i teberru'î
(teberruen, bağış olarak yapılan şükür),
şükr-i teklîfîden (teklif
edilen, teklifi şükürden) a'lâdır
(yücedir, yüksektir).
Ve bu şükür diğerinden ekmeldir(daha
mükemmeldir, tamdır).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-08.11.2005
http://sufizmveinsan.com
|