BU FASS
KELİME-İ DÂVÛDİYYE'DE OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE" BEYÂNINDADIR
İmdi,
evvelki ni'met ki Allah Teâlâ onunla Dâvûd'a in'âm eyledi, ona
bir isim verdi ki, onda hurûf-i ittisâlden bir harf yoktur.
Binâenaleyh, onu âlemden kat' etti; bununla, mücerred bu isim
ile ondan bize ihbâren. O hurûf dahi dâl ve elif ve vâvdır.
Muhammed (s.a.v.)i hurûf-i ittisâl ve infisâl ile tesmiye
eyledi. Binâenaleyh, onu kendine vasl etti ve onu âlemden fasl
eyledi. Böyle olunca, Dâvûd için ma'nâ tarîkınden iki hâl
beynini cem' ettiği gibi, onun isminde iki hâl beynini cem'
eyledi ve Dâvûd'un isminde bunu yapmadı. Şu halde bu, Dâvûd
üzerine Muhammed (a.s.) için ihtisâs, ya'nî onun üzerine
ismiyle tenbîh oldu. İmdi, onun için emr, cemî'-i cihâtından
tamâm oldu ve onun "Ahmed" isminde dahi böyledir. Binâenaleyh
bu, Allâh'ın hikmetindendir. (3).
Ya'nî Hak
Teâlâ'nın Dâvûd (a.s.)’a ihsân eylediği
(verdiği, bağışladığı) ilk
ni'met, ona âlemden (evrenden)
kat' eylediğini (kestiğini)
mûş'ir olmak (haber
vermek) üzere, Hz. Dâvûd'a bir isim vermesidir ki, bu
isimde hurûf-i ittisâlden (bitişik
harflerden) bir harf yoktur. Ya'nî “Dâvûd”
ismini teşkîl eden "dâl" ve "elif' ve "vâv" harfleri
kendilerinden sonra gelen harflere bitişmez. İşte Hak Teâlâ
Dâvûd (a.s.)’a mücerred (yalnız)
bu ismi vermekle âlemden kat' ettiğini
(kestiğini) bize ihbâr eyledi
(haber verdi).
Ve Muhammed (s.a.v.)’i ise hem hurûf-i ittisâl
(bitişik yazılan harfler) ve
hem de hurûf-i infisâl (bitişik
olmayan, ayrı yazılan harfler) ile tesmiye etti
(isimlendirdi). Zîrâ
(çünkü) "mîm" ve "hâ"
harfleri mâba'dlerine (sonrakilerine)
muttasıl (bitişik)
olabilirse de "dâl" harfi mâba'dine
(sonrakine) muttasıl
(bitişik) olmaz. İşte Hak
Teâlâ onu kendi zâtına vasl
(birleştirdi) ve âlemden fasl etti
(ayırdı).
Ve bu infisâl
(ayırma) ve ittisâlden
(birleşmeden) ibâret olan iki
hâl beynini (arasını)
(S.a.v.) Efendimiz'in
(Peygamberimizin) ism-i şerîfinde cem' etti
(topladı).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) (S.a.v.)’in
(Peygamberimizin) infisâl
(ayrı oluşu) ve ittisâli
(bitişik oluşu) lafzen
(sözlü olarak) ve ma'nen
(mana olarak) vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Fakat Dâvûd (a.s.)’da bu iki hâl beynini
(arasını) ma'nâ tarîkıyla
(yoluyla) cem' etti
(topladı).
Ya'nî Dâvûd (a.s.)’ın lafz-i isminde
(isminin söylenişinde)
âlemden inkıtâ'ı (âlemden vazgeçtiği,
kesildiği) zâhir olur
(görülür) ise de, Hakk'a
ittisâli (bitişik oluşu)
zâhir değildir (görülmez).
O ittisâl (bitişiklik)
ancak Dâvûd isminin delâlet eylediği
(işaret ettiği) ma'nâda
mevcûddur. İşte Hak Teâlâ, (S.a.v.)’in ism-i şerîfi
(Peygamberimizin isminin)
hilâfına (tersi, zıddı)
olarak, Dâvûd (a.s.)’ın isminde bu ittisâl
(bitişik) ve infisâli
(ayrılığı) zâhiren
(göründüğü gibi) cem' etmedi
(toplamadı).
Ve ittisâl (bitişik)
ile infisâlin (ayrılığın)
ism-i şerîf-i Muhammedîde
(Muhammed isminde) cem'i
(toplanması),
(S.a.v.) (Peygamberimiz)
için Dâvûd (a.s.) üzerine ihtisastır
(uzmanlıktır). Ya'nî ism-i
şerifi ile bu ihtisâsa (uzmanlığına)
tenbîh olundu (dikkât
çekildi).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Muhammed (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) için emr-i cem'
(toplama işi) her cihetten
(yönden),
ya'nî lafız (söz)
ve ma'nâ cihetlerinden
(yönlerinden) tam oldu. Ve onun "Ahmed" ism-i şerîfi
dahi böyledir. Zîrâ (çünkü)
"elif' ve "dâl" hurûf-i infisâliyle
(ayrı yazılan, bitişik olmayan harfler)
"hâ" ve "mîm" hurûf-i ittisâlinden
(bitişik yazılan harflerden)
mürekkebtir (terkip edilmiştir).
İşte Muhammed ve Dâvûd (aleyhime's-selâm)’ın ism-i
şerîflerinde vâkı' olan (oluşan)
bu tenbîh (dikkâti çekme,
uyarı) hikmet-i
ilâhiyyedendir (ilahi
hikmetlerdendir).Zîrâ
(çünkü) vücûdda lafzen
(sözle) ve kitâbeten
(yazarak) ve aklen
(akılla) ve hissen
(hissederek) vâkı' olan
(oluşan) şeylerin kâffesi
(bütün hepsi) hikmet-i ilâhiyyeden
(ilahi hikmetlerden) hâlî
(boş) değildir. Bu maânî
(manalar) ukûl-i nazariyyeden
(akli görüş sahiplerinden)
mestûrdur (gizlidir, kapalıdır).
Bunu ancak nûr-i ilâhî
(ilahi nur) ile nazar eden
(bakan) erbâb-ı basîret
(basiret sahibi, kalp gözü açık olan
kimseler) müşâhede eder
(görür).
Ba'dehû,
Dâvûd (a.s.) hakkında, alâ-tarîkı'l-in'âm dağların onunla
berâber tesbîh ve tercî'ini, ona i'tâsı hakkında' dedi.' İmdi
amelleri ona mahsûs olmak için, onun tesbîhinden nâşî tesbîh
ederler. Ve kuşlar dahi bunun gibidir. Ve ona kuvvet verdi ve
onu onunla vasf etti ve ona hikmeti ve fasl-ı hitâbı verdi.
Bâ’dehû, Allah Teâlâ'nın onunla onu tahsîs eylediği minnet-i
kübrâ ve mertebe-i kurbettir ki, onun hilâfetine tansîstir. Her
ne kadar içlerinde hulefâ vâkı' oldu ise de, ebnâ-i cinsi olan
enbiyâdan birisine bunu yapmadı. İmdi
.............................. (Sâd, 38/26) ya'nî “Ey Dâvûd,
muhakkak biz seni yeryüzünde halîfe ettik. Binâenaleyh, sen hak
ve adl ile hükm et ve hevâya tâbi' olma ki, seni Allâh'ın
yolundan, ya'nî resûllere vahy ettiğim tarîktan idlâl eder” dedi
(4).
Hz. Şeyh
(r.a.) Dâvûd (a.s.) hakkındaki in'âm
(nimet) ve ifdâl-i ilâhiyyeyi ta'dâden
(ilahi bağışlardan sayarak)
beyân buyurur (bildirir)
ki: Bâlâda (yukarıda) zikr
olunan (anlatılan) ilk
ni'metten sonra Hak Teâlâ hazretleri cenâb-ı Dâvûd hakkında
.................................... (Sâd, 38/18-19) ya'nî "Biz
dağları ona teshir ettik (boyun
eğdirdik, itaat ettirdik) ki, akşam sabah onunla
berâber tesbîh ederler idi. Ve kuşları dahi teshîr ettik
(itaat ettirdik) ki,
toplanıp cümlesi (bütün hepsi)
onun tesbîhini tekrâr ederler idi" ve
........................................ (Sebe 34/10) ya'nî "Biz
Dâvûd'a indimizden (katımızda)
fazl (üstünlük, fazilet)
verdik. Ey dağlar ve kuşlar onunla berâber tesbîhi tekrâr
edin, dedik" buyurdu. Ve Hak Teâlâ Dâvûd (a.s.)a
.................................. (Sâd, 38/17) ya'nî “Kuvvet
sâhibi olan abdimiz (kulumuz)
Dâvûd'u zikr eyle!” ve ............................ (Sebe',
34/10) ya'nî "Biz ona demiri yumuşattık" âyet-i kerîmelerinde
beyan buyurduğu üzere, kuvvet i'tâ etti
(verdi) ve onu kuvvet ile
vasf eyledi (vasıflandırdı).Ve
.................................. (Sâd, 38/20) ya'nî "Biz ona
hikmeti ve fasl-ı hitâbı (zahir ve
batını birbirinden ayırma, tefrik etme yeteneğini)
verdik" âyet-i kerîmesinde beyan
(bildirdiği) buyurduğu vechile
(yönüyle) Hak Teâlâ cenâb-ı Dâvûd'a hikmeti, ya'nî
zâhirde (dışta) siyâset-i
halk (halk idaresi)
ve tedbîr-i memleket (memleket yönetim) ilimlerini ve bâtında daha hakayık-ı ilâhiyye
(ilahi hakikâtleri) ve
merâtib-i esmâiyye (esma
mertebelerini) ve kevniyye
(evrenle ilgili) ilmini i'tâ
etti (verdi).Ve fasl-ı
hitâbı (tefrik etme yeteneğini),
ya'nî hak
(gerçek) ve bâtılı
(gerçek olmayanı) tefrîk
(ayırmak) için Hak ile halk
(yaratılmış) beyninde
(arasında) vâsıta
(aracı) olmak mertebesini
verdi ki, Dâvûd (a.s.) huzûr-i Nebevîlerine
(Nebiliğinin huzuruna)
arz olunan (sunulan)
bir da'vâyı bilâ-şek
(şüphesiz) ve tevakkuf
(bekleyip) fasl eyler
(halleder, neticelendirir) idi. Bu zikrolunan
(anlatılan) ni'metten sonra
Hak Teâlâ, Cenâb-ı Dâvûd'a en büyük ihsânı
(bağışı, inayeti) ve yakınlık
mertebesini verip ............................... (Sâd, 38/26)
âyet-i kerîmesinde bu ihsânı ve bu mertebeyi nass-ı kâtı'
(kesin, açık ayet) ile beyan
buyurdu (bildirdi).
Ve bu ihsan (lütuf,
inayet) ve mertebenin kendisine mahsûs
(ait, özel) bulunduğunu, bu
vechile (yönüyle) tansîs
eyledi (savundu).
Vâkıâ (gerçi),
sâir Enbiyâ (diğer
Nebiler, Peygamberler) arasında dahi halîfeler mevcûd
idi. Fakat, Hak Teâlâ Hazretleri Dâvûd (a.s.) hakkında yaptığı
gibi onun ebnâ-yı cinsi (aynı
cinsten) olan Enbiyâdan
(Nebilerden) hiçbirisinin hilâfetini
(halifeliğini) böyle nass-ı
sârîh (kesin, açık ayet)
ile beyan buyurmadı (bildirmedi).
Ve Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede Hz. Dâvûd'un hevâya
(heveslerine),
ya'nî vahy-i ilâhîden
(ilahi vahiylerden) gayrı
(başka) olarak hatırına hutûr eden
(gelen) şeye tâbi' olmamasını
(uymamasını),
zîrâ
(çünkü) o şey Allah'ın
yolundan; ya'nî tarîk-ı vahyden (vahy
yolundan) şaşırtacağını bildirdi. Zîrâ
(çünkü) bir mes'eleye akl-ı
nazarî ile (aklın güvencesi, aklın
etkisiyle) de hükm etmek
(karar vermek) vardır. Bu hüküm ise bi't-tabi'
(tabii olarak) vahy-i ilâhîye
(ilahi vahye) benzemez.
İşte hakkında nass (kesin, açık ayet)
olmayan bir
mes'elede müctehidlerin (şeri
hükümler çıkaran din alimlerinin) hatâları akl-ı
nazarî (akılla karar vermeleri, akli
görüşleri) sebebiyledir.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-15.11.2005
http://sufizmveinsan.com
|