194. Bölüm


 

BU  FASS  KELİME-İ  DÂVÛDİYYE'DE  OLAN  "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE"  BEYÂNINDADI

Ondan sonra Dâvûd hakkında hilâfet, onun ihtisâsındandır ki Hak, onu halîfe-i hükm kıldı. Bu ise, ancak Allah'dan oldu. Böyle olunca ona ........................ (Sâd, 38/26) dedi. Ve Âdem'in hilâfeti bu mertebeden vâkı' olmaz. Binâenaleyh, onun hilâfeti, Allah'dan nâib olup O'nun halkında hükm-i İlahi ile onlar hakkında hükm etmekle değil, bundan evvel mertebe-i hilâfette vâkı' olan kimseyi hâlif olmakla vâkı' olur. Her ne kadar emr böyle vâkı' oldu ise de. Fakat bizim kelâmımız, onun üzerine tansis  ve onunla tasrîh hakkındadır. Halbuki Allâh'ın yeryüzünde, Allah'dan halîfeleri vardır ve onlar da resûllerdir. Velâkin bugün hilâfet resûllerdendir, Allah'dan değildir. Zîrâ onlar, ancak resûlün onlara şer' ettiği şeyle hükmederler; bundan dışarıya çıkmazlar. Şu kadar var ki, burada bir incelik vardır. Onu ancak bizim emsâlimiz bilir. Bu da Resûl (a.s.) için şer' olunan şeyden, onunla hükm ettikleri şeyin ahzindedir. Binâenaleyh resûlden halîfe olan kimse, hükmü, Resûlullah (s.a.v.)’den nakl ile ahz eder. Yâhud aslı, kezâlik Resûl (s.a.v.)’den menkul olan ictihâd ile alır. Ve bizim içimizde onu Allah'dan ahz eden kimse vardır. Böyle olunca bu hükmün aynı ile Allah'dan halîfe olur. İmdi onun Resûl (s.a.v.) için madde olması haysiyyetinden, onun için madde olur. Binaenaleyh o, nüzûl edip hükmettiği vakit Îsâ (a.s.) gibi, zâhirde hûkümde ona adem-i muhâlefetinden dolayı müttebi'dir. Ve Allah Teâlâ'nın "O enbiyâ Allah Teâlâ'nın hidâyet ettikleridir. Binâenaleyh, sen onların hidâyetlerine iktidâ et!" ma'nâsına olan ................................ (En'âm, 6/90) kavlinde nebî Muhammed (s.a.v.) gibidir. Ve o halîfe sûret-i ahzinden ârif olduğu şey hakkında muhtass-ı muvâfıktır. Ve o, onda, Nebî (s.a.v.)’in rusülden tekaddüm eden kimsenin şer'inden takrîr ettiği şey menzilesindedir. Onu takrîr etmekle, biz ona, ondan evvel onun gayrine şer' olduğu haysiyyetinden değil, onun takrîri haysiyyetinden tâbi' olduk (6).

Ya'nî Hz. Âdem'in hilâfeti (halifeliği) hakkında nass-ı sarîh (manası açık, kesin  delil olacak ayet) olmadığı gibi İbrâhîm (s.a.)’ın hilâfeti (halifeliği) hakkındâ da sarâhat (açıklık) yoktur. Yalnız onun imâmeti (imamlığı) tasrîh edilmiştir (açık açık bildirilmiştir). Ve "imâmet" ile "hilâfet" arasında mantıkan (mantık olarak) niseb-i erba'adan (dört sıfattan) umûm (genel, umumi olma) ve husûs-i mutlak (yalnız, sadece özel olma) nisbeti (sıfatları) vardır. Zîrâ (çünkü) her bir halîfe imamdır ve her imam ise halîfe değil, belki ba'zı imam halîfe olur. Şu halde Hak Teâlâ cenâb-ı İbrâhîm'i, "hilâfet"ten  (halifelikten) ibâret olan ehass-ı esmâsiyle (özel, has esmasıyle) zikretmedi (anmadı).  Belki "imâmet"ten (imamlıktan) ibâret olan e’amm-i esmâsiyle (genel, umumi esmasıyla) zikreyledi (andı).  Halbuki Hak Teâlâ cenâb-ı Dâvûd'u bilhassa (ayrıca) "hükümde halîfe" kıldı. O hem imâmeti (imamlığı) ve hem de hilâfeti (halifeliği) câmi'dir (toplamıştır). Ve hilâfeti (halifeliği) hakkında nass-ı sarîh (manası açık, kesin delil olan ayet) dahi vârid olduğundan (geldiğinden) aslâ tereddüde (şüpheye) mahal (yer) yoktur. Ve "hükümde hilâfet" ise, ancak kâffe-i esmâyı (esmanın hepsini) muhît (ihata eden, kuşatan) ve câmi' olan (toplayan) "Allah" ismine mazhariyetle (mazhar olmakla) olur. Ya'nî Allah'dan istihlâf (yerine geçirilmek, halife olunmak) tarîkıyledir (yoluyladır).  Zîrâ (çünkü) bu ism-i câmi'in (toplanmış, cem olmuş isimlerden) gayri (başka, ayrı) bulunan esmâ-i İlahiyye’den (İlahi isimlerden) birinin mazharı (göründüğü yer, mahal) olan kâmilde (kâmil kişide) tasarruf-i tâm (tam tasarruf) zâhir olmaz (açığa çıkmaz). Onun tasarrufu o ismin husûsiyyetine (özelliğiyle) münhasır (sınırlı) kalır. İşte cenâb-ı Dâvûd'un hilâfeti (halifeliği) Allah'dan olduğu için, Allah Teâlâ ona ......................... (Sâd, 38/26) ya'nî "Beynen-nâs (insanlar arasında) cemî'-i esmânın (bütün esmanın) ahkâmını (hükümlerini) Hak ile tatbîk eyle!"(uygula)  buyurdu. Ve Hz. Âdem'in hilâfeti (halifeliği) ise, hakkında nass-ı sarîh (apaçık delil, ayet) vârid olmuş (gelmiş) olan bir mertebeden vâkı' (olmuş) değildir. Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ'nın melâikeye (meleklere) hitâben: “Ben yeryüzünde halîfe kılıcıyım” (Bakara, 2/30) buyurmasıyla ezhânda (hafızada) tereddüd (şüphe) vâkı' olup (oluşup):   "Acabâ Hz. Âdem, kendinden evvel Hak tarafından halîfe kılınan biri tarafından mı, yoksa doğrudan doğruya Allah tarafından mı istihlâf (halife) olunmuştur?" der. Maahâzâ (bununla beraber) Hz. Âdem yeryüzünde Allâh'ın halîfesidir ve onun nâibidir (yerine geçirdiğidir, halife kıldığıdır) ve emr (iş) böyle vâkı'dir (oluşmuştur).  Fakat bizim kelâmımız (sözümüz),  Dâvûd (a.s.) hakkında nass-ı sarîh (apaçık ayet) ile hilâfetin (halifeliğin) sûret-i kat'iyyede (kesinlikle) beyan buyrulduğunu (bildirildiğini) zikretmekten (anlatmaktan) ibârettir. Yoksa Dâvûd (a.s.)’dan başka Allâh'ın yeryüzünde doğrudan doğruya Allah tarafından. istihlâf olunan (yerine geçirilen) halîfeleri vardır ki, onlar Peygamberân-ı izâm (büyük Peygamberler) aleyhimü's-selâmdır. Fakat hâtem-i enbiyâ (son Nebi, son Peygamber) (s.a.v.) Efendimiz'den sonra risâlet (resulluk) munkatı' olduğundan (arkası kesildiğinden (bittiğinden) bugün hilâfet (halifelik) Allah'dan değil, resûllerdendir. Zîrâ (çünkü) bugün ümmet-i Muhammed (Muhammet ümmeti) içinde zâhiren (göründüğü gibi) eimme-i müctehidîn (müctehid imamlar) ve bâtınen (batın olarak) evliyâ-yı kümmel (kâmil veliler) ve aktâb (kutuplar) gibi mevcûd olan hulefâ (halifeler), ancak Resûl (a.s.)’ın onlara şer' ettiği şeyle (koyduğu şeriatle) hükmeder. Onlar hükm-i şerîatten (şeriat hükümlerinden) dışarı çıkmazlar. Ancak, burada bir incelik vardır ki, o inceliği zevkan (manevi zevkle) ve hâlen (şu anda) ilim ve mertebede bizim emsâlimiz (benzerimiz) olan muhakkıkîn (gerçeğin sırrına erenler) bilir.

Bu incelik dahi budur ki: Eimme-i müctehidîn (müctehid imamlar) ve evliyâ-yı kümmel (kâmil veliler) bir mes'elede hükm ederler (karar verirler) ve bu hükmü Resûlullah (s.a.v.)’in şerîatinden alırlar. Bu sûrette onlardan Resûl'den halîfe olurlar. Zîra (çünkü), bu hükmü Resûlullah hazretlerinden naklen aldılar. Fakat bu hükmü edebilmek için tahsîl-i ilim (ilim öğrenmek) lâzımdır. Halbuki ilm-i zâhir-i şerîati (şeriati zahir ilimlerle) bilcümle dakâyıkıyla (bütün incelikleriyle) herkesin tahsîli (öğrenmesi) müşkildir (güçtür). Kümmel-i evliyâ (kâmil veliler) arasında ilm-i zâhir-i şerîatte (şeriatin zahir ilimlerinde) mütebahhir (bilgisi deniz gibi geniş ve engin) olmayan ve yalnız zarûrât-ı dîniyyesiyle (dince zaruri olanlarla) iktifâ eden (yetinen) zevât-ı kirâm (muhterem kimseler) pek çoktur. Bununla berâber, bir mes'ele-i şer’iyyenin (şeriatle ilgili bir meselenin) halli (çözümü) husûsunda kendilerine vâkı' (olmuş) olan mürâcaat üzerine, bu zevât-ı kirâm (muhterem kişiler) muvâfık-ı şer'-i Ahmedî (İslam şeriatine uygun) olmak üzere cevaplar verip ulemâyı (âlimleri) hayrete düşürürler. Ezcümle (bunun gibi) ümmî olan (okuma, yazma bilmeyen) evliyâ-yı kirâmdan (muhterem zatlardan) Şeybân-ı Râ'î hazretlerine sorarlar ki: Bir kimse beş vakit namazdan birini fevt etse; (kaçırsa) fakât fevt ettiği (kaçırdığı) namâzın hangi vakte âit olduğunu tahattur edemese (hatırlayamasa), o kimse ne yapsın? Cevâben buyururlar ki: O kimse beş vaktini gaflet içinde geçirmiştir; beş vaktini dahi kazâ etmek lâzım gelir. Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) Fîhi Mâ-fîh nâmındaki (adındaki) eser-i âlîlerinde (yüce eserlerinde) buyururlar ki: "Şeyh Nessâc-ı Buhârî (kuddise sırruhû) sâhib-dil (gönül sahibi) bir merd-i azîm (büyük adam) idi. Mollalar ve eâzım (büyük adamlar, yüksek kişiler), ziyâret kasdiyle (niyetiyle) onun nezdinde (yanına) gelirler ve iki diz üstü otururlar idi. Şeyh ümmî (okuma yazma bilmez) idi. Onun lisânından Kur'ân'ın ve ahâdîsin (hadislerin) tefsîrini (izahını, yorumunu) dinlemek isterler idi. O der idi ki: "Ben Arapça bilmem. Siz Kur'ân'ın ve hadîsin tercümesini söyleyiniz, ben de onun ma'nâsını  söyleyeyim". Onlar âyetin tercümesini söylerler; o da onun tefsîr (yorum) ve tahkîkıne başlayıp: "Mustafâ (s.a.v.) filan makamda iken bu âyet geldi; ve o makâmın ahvâli (halleri) böyledir" diyerek o makâmın derecesini ve onun yollarını ve urûcunu (yükselişini) tafsîlen (detaylı olarak) beyân eder (açıklar) idi" . İşte görülüyor ki, bu hükmü Allah'dan ahz ediyorlar (alıyorlar). Fakat ahz- ettikleri (aldıkları) ahkâm (hükümler) Resûl (a.s.)’ın şerîatinden başka bir şey değildir. "Kur'ân kıyâmete kadar münzeldir (indirilmiştir)."  dediklerinin ma'nâsı bu dakîkaya (inceliğe) müsteniddir (dayanmaktadır). Binâenaleyh (bundan dolayı) ümmet-i Muhammed içinde olan evliyâ-yı kümmel (büyük, kâmil veliler) bu hükmün aynı ile Allah'dan halîfe olur. Şu halde Allah'dan ahz (alma) husûsu, Resûlullah (s.a.v.) için mâdde (kaynak) vâkı' (olmuş) olduğu gibi, evliyâ-yı kümmel (kâmil veliler) için de mâdde (kaynak) olur. İmdi, âhir (son) zamanda Îsâ (a.s.) nüzûl edip, (inip) nasıl tamâmiyle şerîat-i Muhammediyye  üzere (Hz. Muhammed’in şeriatine göre) hükmedecek ise, o hulefâ (halifeler) dahi öylece zâhiren (göründüğü gibi) hükümde şerîat-i Muhammediyyeye (Hz. Muhammed’in getirdiği şeriate) muvâfık (uygun) olarak hükmederler. Ve onlar Resûl (a.s.)’a tâbi' (uyarlar, bağlı) olurlar. Ve bu hulefânın (halifelerin) hâli, tıpkı Allah Teâlâ'nın .................................. (En'âm, 6/90) kavline (sözüne) muhâtab olan hâtemü'l-enbiyâ (son Nebi, son Peygamber) Muhammed Mustafâ (s.a.v.) Efendimiz'in hâline benzer. Zîrâ (çünkü) (S.a.v.), hidâyet-i İlahiyye (Hakk’ın hidayeti) ile mühtedî olan (hidayete eren) enbiyâ­yı sâbıkanın (geçmiş Nebilerin, Peygamberlerin) bu hidâyetlerine iktidâ ile (uyarak, tabi olarak) me'mûr oldu (görevlendi). Halbuki, hidâyetin me'hazi (çıktığı yer, kaynağı) birdir. Enbiyâ-i sâbıka (geçmiş Nebiler, Peygamberler) o hidâyeti nereden ahz etti (aldı) ise, (S.a.v.) dahi oradan alır. Binâenaleyh (bundan dolayı) enbiyâ-yı sâbıka (geçmiş Nebiler) için mâdde (kaynak) vâkı' (olmuş) olan ahz-i husûs (alma hususu),  Sallallâhü aleyhi ve sellem için de mâdde (kaynak) vâkı' (olmuş) olur. İşte evliyâ-yı kümmelin (kâmil velilerin) şerîat-i Muhammediyyeye (Hz. Muhammed’in getirdiği şeriate) muvâfık (uygun) olarak doğruca Allah'dan ahz etmesi (alması) hâli budur. Ve o halîfe Allah'dan aldığı şeyi bilmek husûsunda resûle tâbi' (bağlı) değildir. Zîrâ (çünkü) bilişi kendi nefsine âit olan ihtisâs-i İlahidir. (İlahi hissediştir, duyuştur).Fakat almak husûsunda resûle muvâfıktır (uygundur).  Zîrâ (çünkü) resûle muhâlefeti (aykırılığı) yoktur. Ve Hak'tan aldığı şeyi ihtisâs-ı İlahi (İlahi hissediş, duyuş)  ile bilip zâhirde (dışta, görünürde) resûlün hükmüne muvâfık (uygun) olan bir hükmü, o hulefânın (halifelerin) takrîr etmesi (anlatması),Nebî (a.s.)’ın kendinden evvel gelen Peygamberlerin şerîatini, kendi şerîatinde bize takrîr etmesi (anlatması) menzilesindedir (derecesindedir). Biz enbiyâ-yı sâlifenin (geçmiş Nebilerin, Peygamberlerin) şerîatine, ancak Nebîmiz (s.a.v.)’in bize kendi şerîati sırasında takrîr ettiği (anlattığı) için tâbi' olduk (ona uyduk). Yoksa biz o şerîate Nebî'mizin gayri olan (Peygamberimizden başka) bir nebî­nin (Peygamberin) şeriati olduğu için tâbi' olmadık (uymadık).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-29.11.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail