BU FASS
KELİME-İ DÂVÛDİYYE'DE OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE" BEYÂNINDADIR.
Ve
Resûl'ün Allah'Tan ahz ettiği şeyin aynını, halîfenin Allah'Tan
ahz etmesi dahi böyledir. Binâenaleyh, biz onun hakkında,
lisân-ı keşf ile "halîfetullâh" ve lisân-ı zâhir ile "halîfe-i
Resûlullah" deriz. Ve bundan dolayı Resûl (a.s.), muhakkak kendi
ümmetinde hilâfeti Rabb'inden ahz eden kimse olduğunu bildiği
için, hilâfette kendisinden hiçbir kimseye nass etmediği ve bir
kimseyi ta'yîn eylemediği halde vefât eyledi. Böyle olunca
hükm-i meşrû'da muvâfakatla berâber, Allah Teâlâ'dan halîfe
olur. İmdi vaktâki Sallallâhü aleyhi ve sellem bunu bildi, emri
hacr etmedi. Böyle olunca, Allah Teâlâ için onun halkında hulefâ
vardır ki, Rusül (aleyhimü'-selâm)’ın ahz ettiği şeyi, Resûl'ün
ve Rusüllerin ma'deninden alırlar. Ve burada mütekaddem olanın
fazlını ârif olurlar. Zîrâ Resûl, ziyâdeye kâbildir ve bu
halîfe, ziyâdeye kâbil değildir. Öyle ki eğer Resûl ola idi, onu
kabûl ederdi. İmdi ona teşrî' olunan şeyde, ilim ve
hükümden, ancak hâssaten Resûle teşrî' olunan şey i'tâ olunur.
"Sen İsâ (a.s.)’ı görmez misin? Vaktâki Yahûdiler, tahayyül
ettiler ki, bugün Resûl ile hilâfet hakkında bizim dediğimiz
gibi, muhakkak o, Mûsâ üzerine ziyâde etmez. Ona îmân ettiler
ve ona ikrâr eylediler. Îsâ (a.s.) Resûl olduğu için, vaktâki
bir hükmü ziyâde etti veyâhut bir hükmü nesh eyledi, ki Mûsâ
(a.s.) onu takrîr etmiş idi, buna tahammül etmediler. Zîrâ onun
hakkında i'tikadlarına muhâlefet eyledi. Ve Yahûdîler, emri
hakîkati üzere câhil oldular. Binâenaleyh, katlini taleb
eylediler (7).
Ya'nî Resûl
(a.s.)’ın Allah'tan aldığı hükmün aynını, halîfenin Allah'tan
alması, Resûl (a.s.)’ın Enbiyâ-yı sâlifenin
(geçmiş Nebilerin) ahkâmını
(hükümlerini) Allah’tan
almasına benzer. Resûl'ün o aldığı hüküm, ahzde
(almada) nasıl müstakıl
(bağımsız) ve zâhirde
(görünürde) o şerâyi'-ı
sâlifeye (geçmiş şeriatlere)
muvâfık (uygun) ise,
halîfe de ahzde (almada)
müstakıl (bağımsız) ve
zâhirde (görünürde) öylece
şerîat-i Muhammediyyeye (Hz.
Muhammed’in koyduğu şeriate) muvâfıktır
(uygundur).
Şu halde, biz o halîfe hakkında lisân-ı keşf
(kalp dili)
ile "halîfetullah"
(Allah’ın halifesi) ve lisân-ı zâhir
(konuşma dili)
ile "halîfe-i Resûlullah"dır
(Resulullah’ın halifesidir)
deriz. İşte bunun için Resûl (a.s.), kendinden sonra kimin
halîfe olacağını ta'yîn etmeksizin vefât etti. Zîrâ
(çünkü) Resûl (a.s.), kendi
ümmeti içinde hilâfeti (halifeliği)
Rabb'inden ahz eden (alan)
kimse olduğunu bilir. Böyle olunca, o halîfe zâhirde
(görünüşte, dışarıda)
Resûl'ün şerîatine muvâfakatle
(uymakla) berâber, doğrudan doğruya Allah’tan ahz
eylediği (aldığı) hükm-i
meşrû'da (gerçek hükümde)
Allah’tan halîfe olur. İşte Resûl (a.s.), bu dakîkayı
(inceliği) bildiği cihetle
(yönle),
emr-i hilâfeti
(halifelik hususunu) hacr
(yasak) ve men' etmedi. Ve
hilâfeti (halifeliği)
kendi hilâfetine (halifeliğiyle)
hasr etmedi (sınırlamadı,
kayıtlamadı). Belki
hilâfet (halifelik)
kapısını açık bırakmakla hilâfet-i İlahiyye’ye
(Allah halifeliğine) işâret
etti.
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah
Teâlâ'nın kendi halkında birtakım hulefâsı
(halifeleri) vardır ki, Rusül
alehimü's-selâmın aldığı ahkâmı
(hükümleri) onların aldığı ma'denden
(cevherden, asıldan) ve
menba'dan (kaynaktan)
alırlar. Ve bu ahz (alma)
makâmında, kendilerinden evvel kâim
(mevcut) olmuş
olan Resûl’ün fazlını
(faziletini, üstünlüğünü)
ârif olurlar (bilirler).
Çünkü, Resûl ahkâmda
(hükümlerde) ziyâdeyi
(artışı) kabûl eder, ya'nî
kendisine gelen şerîatin ahkâmı
(hükümleri),
kendinden evvel gelen Resûlün ahkâm-ı şer'iyyesinden
(şeriat hükümlerinden) ziyâde
(fazla) olur. Fakat halîfe
hakkında bu vârid değildir (olmaz).
Halîfeye ancak tâbi'
(uyduğu, bağlı) olduğu Resûlün ahkâm-ı şer'iyyesi
(şeriat hükümleri) vârid olur
(gelir, ulaşır).
O ahkâmdan
(hükümlerden) ziyâdeyi
(fazlasını) kabûl
etmez.Halbuki o halîfe, eğer Resûl olaydı, ahkâmda
(hükümlerde) ziyâdeyi
(fazlayı) kabul eder idi.
Binâenaleyh (bundan dolayı),
halîfeye ilim ve hükümden bir şey verildiği vakit,
ancak hâssaten (hususi, özel olarak)
Resûle teşrî' olunan şey
(Resul’ün şeriatine ait emirler) verilir; ondan fazla
bir şey verilmez. Sen Îsâ (a.s.)’ı görmüyor musun? Halîfe Resûle
tâbi'dir (uyar), ona
muhâlif (aykırı, zıt) bir
hüküm ile zâhir olmaz (görülmez),
dediğimiz gibi, Yahûdîler Hz. Îsâ'yı, şer'-i Mûsâ (a.s.)’ı
(Musa a.s.’ın şeriatini)
ikâmeye (yerine getirmeye)
me'mûr (vazifeli) bir
halîfe zannettiler ve Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği şerîat üzerine
bir hüküm ziyâde etmez (ilave
edilmez) tahayyül eylediler
(düşündüler).
Evvelen
(önce) îmân ettiler ve onun
Nübüvvetini (Nebiliğini)
ikrâr eylediler (tasdiklediler, kabul
ettiler). Çünkü
şerîat-i Mûsâ'da (Musa’nın
şeriatinde) bunun gibi Enbiyâ
(Nebiler) çok idi. Îsâ
(a.s.)’ı da onlardan biri zannettiler. Halbuki Îsâ (a.s.), Resûl
olduğu ve Resûl ise ziyâdeyi (artışı,
fazlayı) kabûl ettiği için, vaktâki
(ne vakit ki) şerîat-i Mûsâ
(Musa’nın şeriati) üzerine
bir hüküm ziyâde (ilave)
etti ve Hz. Mûsâ'nın şerîatinde mukarrer kılmış
(yerleşmiş, kararlaştırılmış)
olduğu bir hükmü nesh etti
(kaldırdı, hükümsüz bıraktı),
Yahûdîler bu hâle tahammül edemediler. Zîrâ
(çünkü),
Îsâ (a.s.) Yahûdîlerin kendi hakkındaki i'tikâdlarına
(inançlarına) muhâlif
(zıt) olarak zâhir oldu
(göründü).
Yahûdîler ise hakîkat-i hâli
(gerçek durumu)
bilmediklerinden Îsâ (a.s.)’ın katline
(öldürmeye) kıyâm ettîler
(kalktılar).
Bilmediler ki Îsâ (a.s.)’ın şerîat-i Mûsâ'dan
(Musa a.s’ın getirdiği şeriatten) ibkâ ettiği
(devam ettirdiği) ahkâm
(hükümler) kendi şerîati
olduğu içindir. yoksa Mûsâ (a.s.)’ın şeriati olduğu için
değildir.
Misâl:
Bilfarz (diyelim ki)
hükûmet, bir ticâret kânûnnâmesi neşr eder
(yayınlar).Bir müddet o
kânûnun ahkâmıyla (hükümleriyle)
amel olunur (iş yapılır).
Ba'dehû (daha sonra)
efrâdın (fertlerin)
muâmele-i ticâriyyesi (ticari
alışverişler)
tevessü' eder (genişler).Ve
halkın inkişâf eden (açılan, meydana
çıkan) isti'dâdât-ı ticâriyyesi
(ticaretteki istidadı) o
kânunnâme ahkâmından (hükümlerinden)
ba'zılarının neshini
(kaldırılmasını) ve ba'zılarının ibkâsını
(olduğu gibi bırakılmasını)
ve yeniden birtakım ahkâm (hükümler)
daha vaz'ını (konulmasını)
îcâb ettirir (gerektirir).Binâenaleyh
(bundan dolayı) hükûmet
yeniden bir ticâret kânûnnâmesi yapmak lüzûmunu hisseder ve bu
kânûnun sonuna bir madde ilâve edip der ki: Filan târihli
ticâret kânûnnâmesinin hükmü bu kânûn ile mefsûhdur
(hükümsüzdür).Her ne kadar
yeni kânûnda eski kânûnun birtakım ahkâmı
(hükümleri) mevcûd bulunur
ise de, artık mahkemeler o kânûndan bahisle hükmetmezler. Zîrâ
(çünkü),
efrâdın (bireylerin)
isd'dâdına göre yeni kânûn yapılmıştır ve o kânûn
müstakıldir (bağımsızdır).
Evvelki kânûn ile aslâ münâsebeti
(ilişkisi) kalmamıştır. İşte
bunun gibi nesh-i şerâyi' (şeriatin
kaldırılması) ve irsâl-i Rusül,
(Resul’ün gönderilmesi) ancak
halkın isti'dâdâtıyla alâkadâr bir keyfiyettir
(husustur).
Ve ümmet-i Muhammed'in
(Hz. Muhammed’in ümmedinin) isti'dâdâtı derece-i
kusvâya (en son dereceye)
vâsıl olduğundan (ulaştığından)
(S.a.v.) Efendimiz'in getirdiği şerîat dahi ekmel-i
şerâyi'dir (şeriatlerin en mükemmeli,
gelişmişidir) ve kıyâmete kadar bâkîdir
(kalıcıdır).
Nitekim, ondan sonra hiçbir Resûl zuhûr etmemiştir
(meydana çıkmamıştır) ve
etmeyecektir. Ve ümmet-i Muhammed'in
(Hz. Muhammed’in ümmetinin) isti'dâdâtının derecesine
fî-zamâninâ (zamanımızda)
sekene-i arzda (dünya sakinlerinde)
görülen efkâr
(fikirler,
düşünceler) ve
ihtirâât (icadlar)
şâhiddir. Zîrâ (çünkü)
arzda (dünyada) sâkin olan
(bulunan) akvâmın
(milletlerin) kâffesi
(bütün hepsi) ümmet-i
Muhammed'dir. (Hz. Muhammed’in
ümmetidir) Şu kadar ki, bir kısmı "ümmet-i da'vet"
(hâlâ hazır davet edilenler)
, diğer bir kısmı "ümmet-i
icâbet"tir (İslam’ı kabul edenlerdir).
Ya'nî bir kısmı ahkâm-ı Kur'ân'ı
(Kuran’ın hükümlerini) kabûl
etmiş, diğeri henüz etmemiştir; el'an
(halihazırda) da'vet
olunmaktadırlar. Ve Avrupalıların "Biz ümmet-i Îsâ'yız"
(İsa’nın ümmetindeniz)
demeleri makbûl değildir. Zîrâ
(çünkü) şerîat-i İseviyye
(İsa a.s.’ın getirdiği şeriat),şerîat-i Muhammediyye
(Hz. Muhammed’in getirdiği şeriat)
ile mensûhtur (hükümsüz
bırakılmıştır).
Nasıl ki hükûmet yeni bir kânûn neşrettikten
(yayımladıktan) sonra, ba'zı
mahâkim (mahkemeler):
"Hayır biz eski kanûn üzerine hükmederiz, yeni kanûn
tanımayız" diyemezler; derlerse onların bu da'vâları
nefsü'l-emirde (gerçekte)
bâtıl (boş, geçersiz)
olur.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.12.2005
http://sufizmveinsan.com
|