195. Bölüm


 

BU  FASS  KELİME-İ  DÂVÛDİYYE'DE  OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE"  BEYÂNINDADIR.

Ve Resûl'ün Allah'Tan ahz ettiği şeyin aynını, halîfenin Allah'Tan ahz etmesi dahi böyledir. Binâenaleyh, biz onun hakkında, lisân-ı keşf ile "halîfetullâh" ve lisân-ı zâhir ile "halîfe-i Resûlullah" deriz. Ve bundan dolayı Resûl (a.s.), muhakkak kendi ümmetinde hilâfeti Rabb'inden ahz eden kimse olduğunu bildiği için, hilâfette kendisinden hiçbir kimseye nass etmediği ve bir kimseyi ta'yîn eylemediği halde vefât eyledi. Böyle olunca hükm-i meşrû'da muvâfakatla berâber, Allah Teâlâ'dan halîfe olur. İmdi vaktâki Sallallâhü aleyhi ve sellem bunu bildi, emri hacr etmedi. Böyle olunca, Allah Teâlâ için onun halkında hulefâ vardır ki, Rusül (aleyhimü'-selâm)’ın ahz ettiği şeyi, Resûl'ün ve Rusüllerin ma'deninden alırlar. Ve burada müte­kaddem olanın fazlını ârif olurlar. Zîrâ Resûl, ziyâdeye kâbildir ve bu halîfe, ziyâdeye kâbil değildir. Öyle ki eğer Resûl ola idi, onu kabûl ederdi.  İmdi ona teşrî' olunan şeyde, ilim ve     hükümden, ancak hâssaten Resûle teşrî' olunan şey i'tâ olunur. "Sen İsâ (a.s.)’ı görmez misin? Vaktâki Yahûdiler, tahayyül ettiler ki,  bugün Resûl ile hilâfet hakkında bizim dediğimiz gibi, muhakkak o, Mûsâ üzerine ziyâde etmez. Ona îmân ettiler  ve ona ikrâr eylediler. Îsâ (a.s.) Resûl olduğu için, vaktâki bir hükmü ziyâde etti veyâhut bir hükmü nesh eyledi, ki Mûsâ (a.s.) onu takrîr etmiş idi, buna tahammül etmediler. Zîrâ onun hakkında i'tikadlarına muhâlefet eyledi. Ve Yahûdîler, emri hakîkati üzere câhil oldular. Binâenaleyh, katlini taleb eylediler (7).

Ya'nî Resûl (a.s.)’ın Allah'tan aldığı hükmün aynını, halîfenin Allah'tan alması, Resûl (a.s.)’ın Enbiyâ-yı sâlifenin (geçmiş Nebilerin) ahkâmını (hükümlerini) Allah’tan almasına benzer. Resûl'ün o aldığı hüküm, ahzde (almada) nasıl müstakıl (bağımsız) ve zâhirde (görünürde) o şerâyi'-ı sâlifeye (geçmiş şeriatlere) muvâfık (uygun) ise, halîfe de ahzde (almada) müstakıl (bağımsız) ve zâhirde (görünürde) öylece şerîat-i Muhammediyyeye (Hz. Muhammed’in koyduğu şeriate) muvâfıktır (uygundur). Şu halde, biz o halîfe hakkında lisân-ı keşf (kalp dili) ile "halîfetullah" (Allah’ın halifesi) ve lisân-ı zâhir (konuşma dili) ile "halîfe-i Resûlullah"dır (Resulullah’ın halifesidir) deriz. İşte bunun için Resûl (a.s.), kendinden sonra kimin halîfe olacağını ta'yîn etmeksizin vefât etti. Zîrâ (çünkü) Resûl (a.s.), kendi ümmeti içinde hilâfeti (halifeliği) Rabb'inden ahz eden (alan) kimse olduğunu bilir. Böyle olunca, o halîfe zâhirde (görünüşte, dışarıda) Resûl'ün şerîatine muvâfakatle (uymakla) berâber, doğrudan doğruya Allah’tan ahz eylediği (aldığı) hükm-i meşrû'da (gerçek hükümde) Allah’tan halîfe olur. İşte Resûl (a.s.), bu dakîkayı (inceliği) bildiği cihetle (yönle),  emr-i hilâfeti (halifelik hususunu) hacr (yasak) ve men' etmedi. Ve hilâfeti (halifeliği) kendi hilâfetine (halifeliğiyle) hasr etmedi (sınırlamadı, kayıtlamadı).  Belki hilâfet (halifelik) kapısını açık bırakmakla hilâfet-i İlahiyye’ye (Allah halifeliğine)  işâret etti.

Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ'nın kendi halkında birtakım hulefâsı (halifeleri) vardır ki, Rusül alehimü's-selâmın aldığı ahkâmı (hükümleri) onların aldığı ma'denden (cevherden, asıldan) ve menba'dan (kaynaktan) alırlar. Ve bu ahz (alma) makâmında, kendilerinden evvel kâim (mevcut) olmuş olan Resûl’ün fazlını (faziletini, üstünlüğünü) ârif olurlar (bilirler).  Çünkü, Resûl ahkâmda (hükümlerde) ziyâdeyi (artışı) kabûl eder, ya'nî kendisine gelen şerîatin ahkâmı (hükümleri), kendinden evvel gelen Resûlün ahkâm-ı şer'iyyesinden (şeriat hükümlerinden) ziyâde (fazla) olur. Fakat halîfe hakkında bu vârid değildir (olmaz). Halîfeye ancak tâbi' (uyduğu, bağlı) olduğu Resûlün ahkâm-ı şer'iyyesi (şeriat hükümleri) vârid olur (gelir, ulaşır).  O ahkâmdan (hükümlerden) ziyâdeyi (fazlasını) kabûl etmez.Halbuki o halîfe, eğer Resûl olaydı, ahkâmda (hükümlerde) ziyâdeyi (fazlayı) kabul eder idi. Binâenaleyh (bundan dolayı), halîfeye ilim ve hükümden bir şey verildiği vakit, ancak hâssaten (hususi, özel olarak) Resûle teşrî' olunan şey (Resul’ün şeriatine ait emirler) verilir; ondan fazla bir şey verilmez. Sen Îsâ (a.s.)’ı görmüyor musun? Halîfe Resûle tâbi'dir (uyar), ona muhâlif (aykırı, zıt) bir hüküm ile zâhir olmaz (görülmez), dediğimiz gibi, Yahûdîler Hz. Îsâ'yı, şer'-i Mûsâ (a.s.)’ı (Musa a.s.’ın şeriatini) ikâmeye (yerine getirmeye) me'mûr (vazifeli) bir halîfe zannettiler ve Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği şerîat üzerine bir hüküm ziyâde etmez (ilave edilmez) tahayyül eylediler (düşündüler).  Evvelen (önce) îmân ettiler ve onun Nübüvvetini (Nebiliğini) ikrâr eylediler (tasdiklediler, kabul ettiler). Çünkü şerîat-i Mûsâ'da (Musa’nın şeriatinde) bunun gibi Enbiyâ (Nebiler) çok idi. Îsâ (a.s.)’ı da onlardan biri zannettiler. Halbuki Îsâ (a.s.), Resûl olduğu ve Resûl ise ziyâdeyi (artışı, fazlayı) kabûl ettiği için, vaktâki (ne vakit ki) şerîat-i Mûsâ (Musa’nın şeriati) üzerine bir hüküm ziyâde (ilave) etti ve Hz. Mûsâ'nın şerîatinde mukarrer kılmış (yerleşmiş, kararlaştırılmış) olduğu bir hükmü nesh etti (kaldırdı, hükümsüz bıraktı), Yahûdîler bu hâle tahammül edemediler. Zîrâ (çünkü), Îsâ (a.s.) Yahûdîlerin kendi hakkındaki i'tikâdlarına (inançlarına) mu­hâlif (zıt) olarak zâhir oldu (göründü). Yahûdîler ise hakîkat-i hâli (gerçek durumu) bilmediklerinden Îsâ (a.s.)’ın katline (öldürmeye) kıyâm ettîler (kalktılar). Bilmediler ki Îsâ (a.s.)’ın şerîat-i Mûsâ'dan (Musa a.s’ın getirdiği şeriatten) ibkâ ettiği (devam ettirdiği) ahkâm (hükümler) kendi şerîati olduğu içindir. yoksa Mûsâ (a.s.)’ın şeriati olduğu için değildir.

Misâl: Bilfarz (diyelim ki) hükûmet, bir ticâret kânûnnâmesi neşr eder (yayınlar).Bir müddet o kânûnun ahkâmıyla (hükümleriyle) amel olunur (iş yapılır). Ba'dehû (daha sonra) efrâdın (fertlerin) muâmele-i ticâriyyesi (ticari alışverişler) tevessü' eder (genişler).Ve halkın inkişâf eden (açılan, meydana çıkan) isti'dâdât-ı ticâriyyesi (ticaretteki istidadı) o kânunnâme ahkâmından (hükümlerinden) ba'zılarının neshini (kaldırılmasını) ve ba'zılarının ibkâsını (olduğu gibi bırakılmasını) ve yeniden birtakım ahkâm (hükümler) daha vaz'ını (konulmasını) îcâb ettirir (gerektirir).Binâenaleyh (bundan dolayı) hükûmet yeniden bir ticâret kânûnnâmesi yapmak lüzûmunu hisseder ve bu kânûnun sonuna bir madde ilâve edip der ki: Filan târihli ticâret kânûnnâmesinin hükmü bu kânûn ile mefsûhdur (hükümsüzdür).Her ne kadar yeni kânûnda eski kânûnun birtakım ahkâmı (hükümleri) mevcûd bulunur ise de, artık mahkemeler o kânûndan bahisle hükmetmezler. Zîrâ (çünkü), efrâdın (bireylerin) isd'dâdına göre yeni kânûn yapılmıştır ve o kânûn müstakıldir (bağımsızdır). Evvelki kânûn ile aslâ münâsebeti (ilişkisi) kalmamıştır. İşte bunun gibi nesh-i şerâyi' (şeriatin kaldırılması) ve irsâl-i Rusül, (Resul’ün gönderilmesi) ancak halkın isti'dâdâtıyla alâkadâr bir keyfiyettir (husustur). Ve ümmet-i Muhammed'in (Hz. Muhammed’in ümmedinin) isti'dâdâtı derece-i kusvâya (en son dereceye) vâsıl olduğundan (ulaştığından) (S.a.v.) Efendimiz'in getirdiği şerîat dahi ekmel-i şerâyi'dir (şeriatlerin en mükemmeli, gelişmişidir) ve kıyâmete kadar bâkîdir (kalıcıdır). Nitekim, ondan sonra hiçbir Resûl zuhûr etmemiştir (meydana çıkmamıştır) ve etmeyecektir. Ve ümmet-i Muhammed'in (Hz. Muhammed’in ümmetinin) isti'dâdâtının derecesine fî-zamâninâ (zamanımızda) sekene-i arzda (dünya sakinlerinde) görülen  efkâr (fikirler, düşünceler) ve ihtirâât (icadlar) şâhiddir. Zîrâ (çünkü) arzda (dünyada) sâkin olan (bulunan) akvâmın (milletlerin) kâffesi (bütün hepsi) ümmet-i Muhammed'dir. (Hz. Muhammed’in ümmetidir) Şu kadar ki, bir kısmı "ümmet-i da'vet" (hâlâ hazır davet edilenler) , diğer bir kısmı "ümmet-i icâbet"tir (İslam’ı kabul edenlerdir). Ya'nî bir kısmı ahkâm-ı Kur'ân'ı (Kuran’ın hükümlerini) kabûl etmiş, diğeri henüz etmemiştir; el'an (halihazırda) da'vet olunmaktadırlar. Ve Avrupalıların "Biz ümmet-i Îsâ'yız" (İsa’nın ümmetindeniz) demeleri makbûl değildir. Zîrâ (çünkü) şerîat-i İseviyye (İsa a.s.’ın getirdiği şeriat),şerîat-i Muhammediyye (Hz. Muhammed’in getirdiği şeriat) ile mensûhtur (hükümsüz bırakılmıştır). Nasıl ki hükûmet yeni bir kânûn neşrettikten (yayımladıktan) sonra, ba'zı mahâkim (mahkemeler): "Hayır biz eski kanûn üzerine hükmederiz, yeni kanûn tanımayız" diyemezler; derlerse onların bu da'vâları nefsü'l-emirde (gerçekte) bâtıl (boş, geçersiz) olur.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.12.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail