BU FASS
KELİME-İ DÂVÛDİYYE'DE OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE" BEYÂNINDADIR
İmdi
Kitâb-ı Azîz'inde Allah Teâlâ'nın ondan ve onlardan bize ihbâr
eylediği şey, onun kıssasından vâkı' oldu. Böyle olunca, vaktâki
Resul oldu, ya mukarrer olan hükmü naks etmekle veyâhut bir
hükmü ziyâde etmekle, ziyâdeyi kabûl etti. Zîrâ naks, bilâ-şek
bir hükmün ziyâdeliğidir. Halbuki hilâfet için bugün bu mansıb
yoktur. Ve Muhammed (s.a.v.)’in müşâfehe olunduğu şer' üzerine
değil, ancak ictihâd ile takarrur eden şer' üzerine naks ve
ziyâde eyler. İmdi ba'zan halîfeden, hükümde bir hadîse muhâlif
olan şey zâhir olur. Binâenaleyh, onun ictihâddan olduğu
tahayyül olunur. Halbuki, böyle değildir. Ve ancak bu imâm
indinde, o haber keşf cihetinden
Nebîden
sâbit olmadı. Ve eğer sâbit ola idi onunla hükmederdi. Ve her ne
kadar onun hakkında olan tarîk, adlden adl oldu ise de, o adl
vehimden ve ma'nâya nakilden ma'sûm değildir. İmdi, bugün
halîfeden bunun misli vâkı' olur. Ve kezâlik, Îsâ (a.s.)’dan
vâkı' olur. Zîrâ o nüzûl ettiği vakit mukarrer olan şer'-i
ictihâddan çoğunu kaldırır. Şu halde o, ref’i ile
Resul(a.s.)’ın, onun üzerine olduğu, hakk-ı meşrû' sûretini
tebyîn eyler. Husûsiyle nâzile-i vâhidede eimmenin ahkâmı taâruz
ettikde, kat'â ma'lûm olur ki, eğer vahy nâzil ola id, elbette
vücûhun biri ile nâzil olur idi. Binâenaleyh, o vech hükm-i
İlâhîdir. Ve onun mâadâsı, her ne kadar Hak onu takrîr etti ise
de, o, bu ümmetten haracın ref’i ve hükmün ittisâ'ı için şer'-i
takrîrdir(8).
Ya'nî Allah
Teâlâ'nın Îsâ (a.s.)’dan ve Yahûdîlerden Kur'ân-ı Kerîm'de ihbâr
eylediği (haber verdiği)
emr (hususlar),
Îsâ (a.s.)’ın kıssasından
(Hz. İsa’nın anlatıldığı
bölümde) vâkı oldu (geçti).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Îsâ (a.s) ile Yâhûdîler arasındaki mâcerâyı
(olup geçen şeyleri)
tasrîh etmeyip (açık açık söylemeyip)
yalnız Allah Teâlâ Hazretlerinin Kitâb-ı Azîz'inde
(kutsal kitabında) bu kıssayı
(hikâyeyi) bize ihbâr
ettiğini (bildirdiğini)
beyân ile (açıklamakla)
iktifâ buyurdu (yetindi).
Zîrâ (çünkü) bu
bâbdaki (konudaki)
ihbârât-ı Kur'âniyyenin (Kuran
bildirilerinin) tefsîrinde
(yorumlarında) akvâl-i
muhtelife (çeşitli söylentiler)
vardır. Ve Hz. İbn Abbâs ve Talha ibn Alî (radıyâlâhü
anhümâ) .......................... (Enbiyâ, 21/34) âyet-i
kerîmesi hasebince (dolayısıyle)
............ (Âl-i-İmrân, 3/55) ve ............
(Mâide, 5/117) âyet-i kerîmelerini vefât
(ölüm) ile tefsîr
eylemişlerdir (açıklamışlardır, izah
etmişlerdir).
Ve i'tikâd-ı Nasârâ (Hıristiyanların
inancı) dahi bunun üzerinedir. Vallâhü a'lem
bi's-savâb. Ve bu babdaki
(konudaki) tafsîlât
(geniş açıklama) Fass-ı
Îsevî'de (İsevi bölümünde)
mürûr etti (geçti).
Vaktâki
(ne zaman ki) Îsâ (a.s.)
Resul oldu, ya Mûsâ
(a.s.)’ın şerîatinde mukarrer
(yerleşmiş) olan bir hükmü eksiltmekle veyâhut o
şerîat üzerine bir hükmü ziyâde
(ilave) etmek sûretiyle hükümde ziyâdeyi
(artışı) kabûl etti. Zîrâ
(çünkü) mukarrer
(karar kılınmış, yerleşmiş)
olan bir hükmü eksiltmek dahi bilâ-şek
(şüphesiz) ziyâdeyi
(ilaveyi, fazlayı) kabûl
etmektir. Çünkü, bu hüküm dahi yeni bir hükümdür. Fakat halîfe
böyle yapamaz. O (S.a.v.)’in şer'i
(şeriati) üzerine ne bir hüküm ziyâde edebilir
(ekleyebilir) ve ne de o
şerîatten bir hüküm eksiltebilir. Zîrâ
(çünkü) o şerîat, (S.a.v.)
Efendimiz'e alâ-tarîkı'l-müşâfehe
(karşı karşıya konuşmak suretiyle) vârid olmuştur
(ulaşmıştır, gelmiştir).
Ve nass-ı kâtı'dır (kesin
delildir).
Halîfe, Resul değildir ki, bu şerîat üzerine bir şey ziyâde
etsin (eklesin) veyâ ondan
bir hüküm eksiltsin. Halîfe, eimmenin
(imamların) ictihâdı
(hüküm koyması) ile
takarrur eden (karar
verilen, yerleşen),
şer'-i Resul (Resulun şeriati)
üzerine bir
hükmü ziyâde (ilave) veyâ
ondan bir hükmü naks edebilir
(eksiltebilir).
Meselâ
"mess-i nisâ" (kadınlara dokunma)
hâlinde imâm-i Şâfîî hazretlerine göre abdest
bozulur. İmâm-ı A'zam hazretlerine göre bozulmaz. Halbuki âyet-i
kerîmede .................... (Nisâ, 4/43) nassı
(delil olarak açık, kesin ayet)
vârid olmuştur (gelmiştir).
Bu şer'-i Resûl'dür (Resulun
getirdiği şeriattir).
Fakat bundaki hüküm ictihâd
(imamların verdiği hüküm) ile
takarrûr etmiştir (karar kılınmıştır, yerleşmiştir).
Abdestin mess-i nisâ
(kadınlara dokunmak) ile bozulması ve bozulmaması
yekdîğerini (biri diğerine)
münâkız (ters) olan
iki hükümdür. Ve eimme-i müctehidîn
(müctehid imamların) her iki kavl
(deyiş) hakkında da delîl
ikâme buyururlar (ortaya koyarlar).
Fakat (S.a.v.) Efendimiz'in bu husustaki amel-i
kat'îleri (kesin amelleri)
ne idi? İşte bu cihet (yön)
halîfeye alâ-tarîkı'l-keşf
(keşf yoluyla) ma'lûm oldukda
(öğrendiğinde), ictihâd
(din bilginlerinin hükümleri)
ile takarrur eden (yerleşen)
bu şer' (şeriat hükümleri)
üzerine bir hükmü ziyâde eder
(ekler) veyâ ondan bir hükmü
tenkîs eyler (eksiltir).
Ve onlar
halîfeyi nass (açık kesin delil,
ayet) muvâcehesinde
(karşısında) ictihâd etti
(hüküm koydu) tahayyül ederler
(düşünürler).Bu ise, onların
tahayyül ettikleri (düşündükleri)
gibi değildir. Belki bu hadîsin Sallallâhü aleyhi ve
sellemden (Peygamberimizden)
sudûru (çıkışı) bu
imâm indinde keşf cihetinden (keşf
yönünden) sâbit olmamıştır
da (belirlenmemiştir de)
onun için böyle hükmetmiştir. Ve eğer keşf cihetinden
(keşf yönünden) o hadîsin
Nebî (a.s.)’a nisbeti (ilişkisi,
bağıntısı) onun indinde
(katında) sâbit
(anlaşılmış, belirlenmiş) ola idi, elbette bu hadîs-i
şerîf mûcibince (gereğince)
hükm eder ve nass (apaçık delil)
mevcûd iken bi't-tabi'
(tabii olarak) o mes'elede ictihâd etmezdi
(hüküm koymazdı).
Eğer i'tirâzan (itiraz
ederek) denecek olur ise ki: "İmâm indinde
(katında) sâbit olmayan
(anlaşılmayan) hadîs, Sallalâhü aleyhi ve selleme
(Peygamberimize) varıncaya
kadar racül-i adlden (rivayet ettiği
hadise güvenilir kişiden) racül-i adle
(diğer hadis rivayet eden güvenilir
kişiye) intikal etmek
(geçmek) sûretiyle bize vâsıl olmuştur
(ulaşmıştır).
Buna adem-i i'timâd
(güvenmemek) nasıl câiz olur
(olabilir)?"
Hz. Şeyh (r.a.) bu i'tirâza cevâben buyururlar ki: O
racül-i adl (doğru hadis rivayet eden
güvenilir kişi) vehimden ve ma'nâya intikâlden
(geçmekten) ma'sûm değildir.
Ya'nî racül-i adl (rivayet ettiği
hadislere güvenilir kişi) bir hadîsi nakl ederken
(aktarırken) o kelâmda
(cümlede) tevehhüm ettiği
(zannettiği, öyle sandığı)
bir ma'nâyı ifâdeye (anlatmaya)
sa'y eder (çalışır).
Bundan kendisinin bile hâberi olmaz; hadîs-i sâf
(katıksız, temiz) nakl
ettiğini (aktardığını)
zanneder. Bu hâl, umûr-i âdiyede (her
günkü işlerde, günlük yaşantımızda) dâimâ bizim
başımızdadır. Meselâ birisi bir söz söyler. Aradan hayli vakit
geçer. Biz o sözü diğer bir kimseye naklederken
(aktarırken) tevehhüm
(sandığımız, kuruntu)
ettiğimiz ma'nâ vechile (yönüyle)
ifâde ederiz (anlatırız).
Halbuki kâilin
(sözleri söyleyenin) murâdı
(niyeti) bizim ifâde
ettiğimiz (anlattığımız)
ma'nâ değildir. İşte halîfeden herkesin nass
(açık, kesin, güvenilir)
zânnettiği şeye bu sebeble muhâlif
(karşı) hüküm vâkı' olur
(oluşur). Ve
bu hal, Îsa (a.s.)’dan dahi vâkı'
(olmuş) olur.
Zîrâ (çünkü) Îsâ (a.s.)
âhir (son) zamanda nüzûl
ettiği (indiği) vakit,
eimmenin (imamların)
ictihâdâtı (koydukları hükümler)
ile takarrur eden
(yerleşen) şer'den (şeriat
hükümlerinden) birçoklarını kaldırır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Îsâ (a.s.),
bu gibi ahkâm-ı kesîreyi (birçok
hükmü) kaldırmakla, Resul (a.s.) kendi zamân-ı
saâdetlerinde (yaşadığı dönemde),
nasıl bir hakk-ı meşrû' (şeriatin gerçek) sûreti üzerine
idiyse, o hakk-meşrû'
(şeriatin gerçek, doğru)
sûretini (şeklini)
tebyîn eder (açığa çıkarır, anlatır).
Ve ondan evvel zuhûr edecek (meydana
çıkacak) olan Hz. Mehdî dahi böyledir. Mezâhib-i
erba'ayı (dört mezhebi)
ref’ edip (kaldırıp) dîn-î
hâlis (saf, halis din)
üzerine hükm edecektir. Onun için Hz. Mehdî'ye muhâlif
(karşı, zıt) olanların pek
çoğu ulemâ-i zâhirdendir (zahir
alimlerindendir) . Ehl-i
keşf (keşif sahibi) olan
evliyâ (veliler) ise o
hazrete tâbi' olacaklardır
(uyacaklar, bağlanacaklardır).
Husûsiyle (bilhassa)
nâzil olan (inen)
bir hükümde eimmenin (imamların)
ahkâmı (hükümleri)
taâruz ederse (birbirlerine zıt
olursa), bu
ahkâm-ı müteârızanın (birbirine zıt
düşen hükümleri) ref’i
(kaldırmak) evlâ-bi't-tarîktır
(daha uygun yoldur).
Zîrâ (çünkü) bu
ihtilâfa (anlaşmazlığa)
bakılınca sûret-i kat'iyyede
(kesinlikle) ma'lûm olur
(anlaşılır) ki, eğer esâsında ihtilâf olunan
(anlaşmazlığa düşülen)
mes'ele hakkında vahy nâzil olsa
(inse) idi, vücûh-i muhtelifeden
(çeşitli sebeplerden) biri
ile nâzil olur (iner) idi
ve o vech-i vâhid (tek sebep)
dahi hükm-i İlâhî (İlahi hüküm)
olurdu. Ve hükm-i İlâhîden
(Allah’ın hükmünden) gayri
(başka) olan vecihleri
(uygun, münasip şeyleri),
her ne kadar eimmenin
(imamların) ictihâdâtı
(koydukları şer’i hükümler) hasebiyle, Hak takrîr
etmiş (karar kılmış) ise
de, o şer'-i takrîr (karar kılınmış
olan şeriat hükümleri) bu ümmetten haracın
(güçlüklerin, sıkıntıların)
ref’i (kaldırılması) ve
hükmün genişlemesi içindir. Zîrâ
(çünkü) eimmenin
(imamların) ahkâm-ı muhtelifesi
(çeşitli hükümleri) olmasa,
hükkâm (hakimler) ba'zı
mesâilde (meselelerde)
hükm (karar vermek) için
güçlük çekerler idi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
............................... (Bakara, 2/185) Ya'nî "Allah
Teâlâ size kolaylık murâd eder ve size güçlük murâd etmez." İşte
bu sebebten dolayı müctehid (Kuran’a
ve hadislere dayalı hükümler çıkaran din adamları)
ictihâdında (koydukları hükümlerde)
hatâ ederse de, yine kendisine bir sevap yazılır.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-13.12.2005
http://sufizmveinsan.com
|