196. Bölüm


 

BU  FASS  KELİME-İ  DÂVÛDİYYE'DE  OLAN  "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE"  BEYÂNINDADIR

İmdi Kitâb-ı Azîz'inde Allah Teâlâ'nın ondan ve onlardan bize ihbâr eylediği şey, onun kıssasından vâkı' oldu. Böyle olunca, vaktâki Resul oldu, ya mukarrer olan hükmü naks etmekle veyâhut bir hükmü ziyâde etmekle, ziyâdeyi kabûl etti. Zîrâ naks, bilâ-şek bir hükmün ziyâdeliğidir. Halbuki hilâfet için bugün bu mansıb yoktur. Ve Muhammed (s.a.v.)’in müşâfehe olunduğu şer' üzerine değil, ancak ictihâd ile takarrur eden şer' üzerine naks ve ziyâde eyler. İmdi ba'zan halîfeden, hükümde bir hadîse muhâlif olan şey zâhir olur. Binâenaleyh, onun ictihâddan olduğu tahayyül olunur. Halbuki, böyle değildir. Ve ancak bu imâm indinde, o haber keşf cihetinden  Nebîden sâbit olmadı. Ve eğer sâbit ola idi onunla hükmederdi. Ve her ne kadar onun hakkında olan tarîk, adlden adl oldu ise de, o adl vehimden ve ma'nâya nakilden ma'sûm değildir. İmdi, bugün halîfeden bunun misli vâkı' olur. Ve kezâlik, Îsâ (a.s.)’dan vâkı' olur. Zîrâ o nüzûl ettiği vakit mukarrer olan şer'-i ictihâddan çoğunu kaldırır. Şu halde o, ref’i ile Resul(a.s.)’ın, onun üzerine olduğu, hakk-ı meşrû' sûretini tebyîn eyler. Husûsiyle nâzile-i vâhidede eimmenin ahkâmı taâruz ettikde, kat'â ma'lûm olur ki, eğer vahy nâzil ola id, elbette vücûhun biri ile nâzil olur idi. Binâenaleyh, o vech hükm-i İlâhîdir. Ve onun mâadâsı, her ne kadar Hak onu takrîr etti ise de, o, bu ümmetten haracın ref’i ve hükmün ittisâ'ı için şer'-i takrîrdir(8).

Ya'nî Allah Teâlâ'nın Îsâ (a.s.)’dan ve Yahûdîlerden Kur'ân-ı Kerîm'de ihbâr eylediği (haber verdiği) emr (hususlar), Îsâ (a.s.)’ın kıssasından (Hz. İsa’nın anlatıldığı bölümde) vâkı oldu (geçti). Cenâb-ı Şeyh (r.a.) Îsâ (a.s) ile Yâhûdîler arasındaki mâcerâyı (olup geçen şeyleri) tasrîh etmeyip (açık açık söylemeyip) yalnız Allah Teâlâ Hazretlerinin Kitâb-ı Azîz'inde (kutsal kitabında) bu kıssayı (hikâyeyi) bize ihbâr ettiğini (bildirdiğini) beyân ile (açıklamakla) iktifâ buyurdu (yetindi). Zîrâ (çünkü) bu bâbdaki (konudaki) ihbârât-ı Kur'âniyyenin (Kuran bildirilerinin) tefsîrinde (yorumlarında) akvâl-i muhtelife (çeşitli söylentiler) vardır. Ve Hz. İbn Abbâs ve Talha ibn Alî (radıyâlâhü anhümâ) .......................... (Enbiyâ, 21/34) âyet-i kerîmesi hasebince (dolayısıyle) ............ (Âl-i-İmrân, 3/55) ve ............ (Mâide, 5/117) âyet-i kerîmelerini vefât (ölüm) ile tefsîr eylemişlerdir (açıklamışlardır, izah etmişlerdir). Ve i'tikâd-ı Nasârâ (Hıristiyanların inancı) dahi bunun üzerinedir. Vallâhü a'lem bi's-savâb. Ve bu babdaki (konudaki) tafsîlât (geniş açıklama) Fass-ı Îsevî'de (İsevi bölümünde) mürûr etti (geçti).

Vaktâki (ne zaman ki) Îsâ (a.s.) Resul oldu, ya Mûsâ (a.s.)’ın şerîatinde mukarrer (yerleşmiş) olan bir hükmü eksiltmekle veyâhut o şerîat üzerine bir hükmü ziyâde (ilave) etmek sûretiyle hükümde ziyâdeyi (artışı) kabûl etti. Zîrâ (çünkü) mukarrer (karar kılınmış, yerleşmiş) olan bir hükmü eksiltmek dahi bilâ-şek (şüphesiz) ziyâdeyi (ilaveyi, fazlayı) kabûl etmektir. Çünkü, bu hüküm dahi yeni bir hükümdür. Fakat halîfe böyle yapamaz. O (S.a.v.)’in şer'i (şeriati) üzerine ne bir hüküm ziyâde edebilir (ekleyebilir) ve ne de o şerîatten bir hüküm eksiltebilir. Zîrâ (çünkü) o şerîat, (S.a.v.) Efendimiz'e alâ-tarîkı'l-müşâfehe (karşı karşıya konuşmak suretiyle) vârid olmuştur (ulaşmıştır, gelmiştir). Ve  nass-ı kâtı'dır (kesin delildir). Halîfe, Resul değildir ki, bu şerîat üzerine bir şey ziyâde etsin (eklesin) veyâ ondan bir hüküm eksiltsin. Halîfe, eimmenin (imamların) ictihâdı (hüküm koyması) ile takarrur eden (karar verilen, yerleşen), şer'-i Resul (Resulun şeriati) üzerine bir hükmü ziyâde (ilave) veyâ ondan bir hükmü naks edebilir (eksiltebilir).

Meselâ "mess-i nisâ" (kadınlara dokunma) hâlinde imâm-i Şâfîî hazretlerine göre abdest bozulur. İmâm-ı A'zam hazretlerine göre bozulmaz. Halbuki âyet-i kerîmede .................... (Nisâ, 4/43) nassı (delil olarak açık, kesin ayet) vârid olmuştur (gelmiştir). Bu şer'-i Re­sûl'dür (Resulun getirdiği şeriattir). Fakat bundaki hüküm ictihâd (imamların verdiği hüküm) ile takarrûr etmiştir (karar kılınmıştır, yerleşmiştir). Abdestin mess-i nisâ (kadınlara dokunmak) ile bozulması ve bozulmaması yekdîğerini (biri diğerine) münâkız (ters) olan  iki hükümdür. Ve eimme-i müctehidîn (müctehid imamların) her iki kavl (deyiş) hakkında da delîl ikâme buyururlar (ortaya koyarlar). Fakat (S.a.v.) Efendimiz'in bu husustaki amel-i kat'îleri (kesin amelleri) ne idi? İşte bu cihet (yön) halîfeye alâ-tarîkı'l-keşf (keşf yoluyla) ma'lûm oldukda (öğrendiğinde),  ictihâd (din bilginlerinin hükümleri) ile takarrur eden (yerleşen) bu şer' (şeriat hükümleri) üzerine bir hükmü ziyâde eder (ekler) veyâ ondan bir hükmü tenkîs eyler (eksiltir).

Ve onlar halîfeyi nass (açık kesin delil, ayet) muvâcehesinde (karşısında) ictihâd etti (hüküm koydu) tahayyül ederler (düşünürler).Bu ise, onların tahayyül ettikleri (düşündükleri) gibi değildir. Belki bu hadîsin Sallallâhü aleyhi ve sellemden (Peygamberimizden) sudûru (çıkışı) bu imâm indinde keşf cihetinden (keşf yönünden) sâbit olmamıştır da (belirlenmemiştir de) onun için böyle hükmetmiştir. Ve eğer keşf cihetinden (keşf yönünden) o hadîsin Nebî (a.s.)’a nisbeti (ilişkisi, bağıntısı) onun indinde (katında) sâbit (anlaşılmış, belirlenmiş) ola idi, elbette bu hadîs-i şerîf mûcibince (gereğince) hükm eder ve nass (apaçık delil) mevcûd iken bi't-tabi' (tabii olarak) o mes'elede ictihâd etmezdi (hüküm koymazdı). Eğer i'tirâzan (itiraz ederek) denecek olur ise ki: "İmâm indinde (katında) sâbit olmayan (anlaşılmayan) hadîs, Sallalâhü aleyhi ve selleme (Peygamberimize) varıncaya kadar racül-i adlden (rivayet ettiği hadise güvenilir kişiden) racül-i adle (diğer hadis rivayet eden güvenilir kişiye) intikal etmek (geçmek) sûretiyle bize vâsıl olmuştur (ulaşmıştır). Buna  adem-i i'timâd (güvenmemek) nasıl câiz olur (olabilir)?" Hz. Şeyh (r.a.) bu i'tirâza cevâben buyururlar ki: O racül-i adl (doğru hadis rivayet eden güvenilir kişi) vehimden ve ma'nâya intikâlden (geçmekten) ma'sûm değildir. Ya'nî racül-i adl (rivayet ettiği hadislere güvenilir kişi) bir hadîsi nakl ederken (aktarırken) o kelâmda (cümlede) tevehhüm ettiği (zannettiği, öyle sandığı) bir ma'nâyı ifâdeye (anlatmaya) sa'y eder (çalışır). Bundan kendisinin bile hâberi olmaz; hadîs-i sâf (katıksız, temiz) nakl ettiğini (aktardığını) zanneder. Bu hâl, umûr-i âdiyede (her günkü işlerde, günlük yaşantımızda) dâimâ bizim başımızdadır. Meselâ birisi bir söz söyler. Aradan hayli vakit geçer. Biz o sözü diğer bir kimseye naklederken (aktarırken) tevehhüm (sandığımız, kuruntu) ettiğimiz ma'nâ vechile (yönüyle) ifâde ederiz (anlatırız).  Halbuki kâilin (sözleri söyleyenin) murâdı (niyeti) bizim ifâde ettiğimiz (anlattığımız) ma'nâ değildir. İşte halîfeden herkesin nass (açık, kesin, güvenilir) zânnettiği  şeye bu sebeble muhâlif (karşı) hüküm vâkı' olur (oluşur).  Ve bu hal, Îsa (a.s.)’dan dahi vâkı' (olmuş) olur. Zîrâ (çünkü) Îsâ (a.s.) âhir (son) zamanda nüzûl ettiği (indiği) vakit, eimmenin (imamların) ictihâdâtı (koydukları hükümler) ile takarrur eden (yerleşen) şer'den (şeriat hükümlerinden) birçoklarını kaldırır. Binâenaleyh (bundan dolayı) Îsâ (a.s.), bu gibi ahkâm-ı kesîreyi (birçok hükmü) kaldırmakla, Resul (a.s.) kendi zamân-ı saâdetlerinde (yaşadığı dönemde), nasıl bir hakk-ı meşrû' (şeriatin gerçek) sûreti üzerine idiyse, o hakk-meşrû' (şeriatin gerçek, doğru) sûretini (şeklini) tebyîn eder (açığa çıkarır, anlatır). Ve ondan evvel zuhûr edecek (meydana çıkacak) olan Hz. Mehdî dahi böyledir. Mezâhib-i erba'ayı (dört mezhebi) ref’ edip (kaldırıp) dîn-î hâlis (saf, halis din) üzerine hükm edecektir. Onun için Hz. Mehdî'ye muhâlif (karşı, zıt) olanların pek çoğu ulemâ-i zâhirdendir (zahir alimlerindendir) .  Ehl-i keşf (keşif sahibi) olan evliyâ (veliler) ise o hazrete tâbi' olacaklardır (uyacaklar, bağlanacaklardır). Husûsiyle (bilhassa) nâzil olan (inen) bir hükümde eimmenin (imamların) ahkâmı (hükümleri) taâruz ederse (birbirlerine zıt olursa), bu ahkâm-ı müteârızanın (birbirine zıt düşen hükümleri) ref’i (kaldırmak) evlâ-bi't-tarîktır (daha uygun yoldur). Zîrâ (çünkü) bu ihtilâfa (anlaşmazlığa) bakılınca sûret-i kat'iyyede (kesinlikle) ma'lûm olur (anlaşılır) ki, eğer esâsında ihtilâf olunan (anlaşmazlığa düşülen) mes'ele hakkında  vahy nâzil olsa (inse) idi, vücûh-i muhtelifeden (çeşitli sebeplerden) biri ile nâzil olur (iner) idi ve o  vech-i vâhid (tek sebep) dahi hükm-i İlâhî (İlahi hüküm) olurdu. Ve hükm-i İlâhîden (Allah’ın hükmünden) gayri (başka) olan vecihleri (uygun, münasip şeyleri), her ne kadar eimmenin (imamların) ictihâdâtı (koydukları şer’i hükümler) hasebiyle, Hak takrîr etmiş (karar kılmış) ise de, o şer'-i takrîr (karar kılınmış olan şeriat hükümleri) bu ümmetten haracın (güçlüklerin, sıkıntıların) ref’i (kaldırılması) ve hükmün genişlemesi içindir. Zîrâ (çünkü) eimmenin (imamların) ahkâm-ı muhtelifesi (çeşitli hükümleri) olmasa, hükkâm (hakimler) ba'zı mesâilde (meselelerde) hükm (karar vermek) için güçlük çekerler idi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: ............................... (Bakara, 2/185) Ya'nî "Allah Teâlâ size kolaylık murâd eder ve size güçlük murâd etmez." İşte bu sebebten dolayı müctehid (Kuran’a ve hadislere dayalı hükümler çıkaran din adamları) ictihâdında (koydukları hükümlerde) hatâ ederse de, yine kendisine bir sevap yazılır.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-13.12.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail