BU FASS
KELİME-İ DÂVÛDİYYE'DE OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE" BEYÂNINDADIR
Ve
Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz'in
.......................... ve bir rivâyette
......................... ya'nî "İki halîfeye biat olunduğu
vakit onlardan diğerini katl ediniz!" kavline gelince; bu,
kendisi için kılıç olan hilâfet-i zâhire hakkındadır. Ve her ne
kadar ittifâk etseler bile, hilâfet-i ma'neviyye hilâfına
olarak, elbette ikisinden birisinin katli lâzımdır. Zîrâ,
hilâfet-i ma'neviyyede katl yoktur ve katl ancak hilâfet-i
zâhire hakkında geldi. Ve her ne kadar bu halîfede, bu makam yok
ise de, eğer adâlet ederse, o halîfe-i Resûlullah'dır. İmdi
aslın hükmündendir ki, onunla iki ilâhın vücûdu tahayyül olunur.
Halbuki ....................... (Enbiyâ, 21/22) ya'nî: Her ne
kadâr ittifâk etseler dahi, "Eğer yerde ve gökte, Allah'dan
başka ilâhlar olsa idi zemîn ve âsumân fesâda varırdı." Böyle
olunca biz biliriz ki, eğer ikisi takdîren ihtilâfa düşerlerse,
elbette onlardan birinin hükmü nâfız olur idi. Binâenaleyh,
hükmü nâfiz olan hakîkatte ilâhdır; ve hükmü nâfız olmayan ise
ilâh değildir. Ve biz buradan biliriz ki, bugün âlemde nâfiz
olan her bir hüküm muhakkak Allah'ın hükmüdür; her ne kadar şer'
denilen zâhirde mukarrer hükme muhâlif olursa da. Zîrâ nefs-i
emirde ancak Allâh'ın hükmü nâfizdir. Çünkü âlemde vâkı' olan
emr, meşiyyet-i İlâhiyye hükmü üzeredir. Her ne kadar şer'in
takrîri meşiyyetten vâkı' oldu ise de, şer'-i mukarrer hükmü
üzere değildir. Ve bunun için hâssaten şer'in takrîri nüfiz
oldu. Zîrâ meşiyyet için, şer' hakkında ancak takrîr' vardır;
şer'in getirdiği şeyle amel yoktur ( 9 )
Ya'nî birisi
i'tirâz edip dese ki: "Bir asırda ehl-i keşf evliyânın
(keşif sahibi velilerin)
taaddüdü (çoğaldığı)
görülüyor. Bunlar hükmü Allah'tan ahz ettiklerine
(aldıklarına) göre, her biri
bir halîfedir. Ya'nî zâhirde (dışta)
"halîfe-i Resûlullah"
(Resullullah halifesi),
bâtında (içte)
"halifetullah"tır (Allah halifesidir).
Halbuki (S.a.v.) Efendimiz: "İki halîfeye bîat
olunduğu (egemenliği kabul görüldüğü)
vakit, onlardan birini katlediniz
(öldürünüz)!"
buyuruyor. Bu zevâtın
(zatların) zamân-ı vâhid
(belli bir zaman) içinde
taaddüd edip (çoğalıp)
icrâ-yı hilâfetleri
(halifelik vazifelerini yapmaları)
nasıl olur?"
Hz. Şeyh
(r.a.) bu i'tirâz-ı mukaddere (itiraz
edene) cevâben buyururlar ki: Bu hadîs-i şerîf
sâhib-i seyf (kılıç sahibi)
olan hilâfet-i zâhire erbâbı
(zahirde halife olan kişiler) hakkındadır. Zîrâ
(çünkü) sâhib-i seyf
(kılıç sahibi) olan iki
halîfe zuhûr ettiği (meydana çıktığı)
vakit, aralarında ihtilâf zuhûrundan
(anlaşmazlık çıkacağından)
dolayı, beyne'n-nâs (insanlar
arasında) sefk-i dimâ'
(kan dökücü) vâkı' (olmuş)
olur ve
ibâdullâhın (Allah kullarının)
râhatı münselib (kaçmış)
olup memleket umûru (işleri)
fesâda varır (bozulur,
karışır).
Beyt:
Tercüme:
"Şehr (şehir) içindeki bir
mahallede ya sen olursun, ya ben. Zîrâ
(çünkü) iki hükümdâr ile
vilâyetin işi müşevveş (karmakarışık)
olur."
Binâenaleyh
(bundan dolayı) zuhûr eden
(meydana çıkan) ikinci
halîfenin katli (öldürülmesi)
lâzım gelir. Eğer onlar aralarında ittifâk etseler
(anlaşsalar) bile, bu
ittifakları (anlaşmaları)
makbûl değildir. Çünkü, her ikisi de bir memlekette tasarrufa
(yönetime) kıyâm
edeceklerinden (kalkışacaklarından),
dâimâ ihtilâf
(anlaşmazlığın) zuhûru (çıkması) tabîîdir (doğaldır).Halbuki,
hilâfet-i ma'neviyye (manefi
halifelik) böyle değildir. Onlar seyf
(kılıç) ile zâhir
olmadıklarından (görünmediklerinden)
taaddüdleri (çoğalmaları)
hâlinde, fesâd-ı ümmet
(milletin fesat olma) ihtimâli yoktur. Bu sebeble
emr-i katl (öldürme emri)
ancak hilâfet-i zâhire erbâbı
(zahirde halifeliğe sahip olanlar) hakkında vârid
olmuştur. (gelmiştir)
Eğer birisi
i'tirâzan (itiraz ederek)
der ise ki: "Seyf (kılıç)
ile tasarrufa (yönetmeye)
kıyâm eden (kalkan)
kimsede hükmünü Allah'dan ahz edecek
(alacak) kudret-i ma'neviyye
(manevi güç) ve binâenaleyh
(bundan dolayı) makâm-ı
keşf (keşf makamı) yoktur
ki ona halîfe diyelim?" Hz. Şeyh (r.a.) bu suâl-i mukaddere
(soruyu sorana) dahi cevâben
buyururlar ki: Vâkıâ (gerçi)
bu halîfede, bu makâm-ı keşf
(keşf makamı) yoktur. Fakat hükm-i şer'înin
(şeriat hükümlerinin)
infâzına (yerine getirilmesine)
sa'y edip (çalışıp)
icrâ-yı adâlet (adaletle hareket)
ederse, o sâhib-i seyf
(kılıç sahibi) olan kimse dahi emr-i adâlette
(adalet hususunda),
"halife-i Resûlullah"dır.
(Resululllah’ın halifesidir) İmdi seyf
(kılıç) ile zâhir olan
(görülen) iki halîfeden
ikincisinin katli (öldürülmesi)
hakkındaki hüküm, öyle bir asıldan
(özden) inbiâs eder
(meydana çıkar) ki, o asıl
(öz) dahi iki ilâhın tahayyül
(düşünülür) olunmasıdır.
Ve o aslın hükmü dahi, Hak Teâlâ Hazretlerinin
......................... (Enbiyâ, 21/22) ya'nî "Yerde ve gökte
Allah'tan başka ilâhlar ola idi, onlar fesâda varır
(kargaşa çıkarır) idi"
kelâm-ı şerîfinde (kutsal sözlerinde) beyan buyrulmuştur
(bildirilmiştir).
Eğer bu muhayyel olan
(hayalde kurulan) ilâhlar ittifâk etmiş
(birleşmiş, anlaşmış) olsalar
bile, onların bu ittifâkıyla
(birleşip anlaşmalarıyla) husûle gelecek olan sükûn-i
fesâd (kargaşanın yatışması)
muvakkat (geçici) olur
idi. Zîrâ (çünkü) mâdemki
onlarda dâ'iye-i tasarruf (tasarruf
etme, yönetme arzusu) vardır, elbette ihtilâf
(anlaşmazlık) zuhûr eder
(çıkar).
Ve biz biliriz ki, eğer bu muhayyel olan
(hayal edilen) ilahlar
takdîren (lüzum görerek)
ihtilâfa (anlaşmazlığa)
düşseler, elbette ikisinden birisinin hükmü nâfiz
(etkili) olur. Zîrâ
(çünkü) ihtilâf
(anlaşmazlığın) zuhûru
(çıkışı) takdîrinde
(durumunda) her ikisi
yekdîgerine (birbirlerine) karşı kendi kuvvetlerini isti'mâle
(kullanmaya) başlarlar. Ve
kuvvetlerinin hudûdu (sınırı)
dahi yekdîğerinden (biri
diğerinden) ayrılmış olacağından, bu mahdûd
(belirli, sınırlı) kuvvetler
ile devâm eden mücâdelât (savaşlar)
netîcesinde biri gâlip diğeri mağlûb olmak lâzım
gelir. Ve netîcede gâlip gelen ilâhın hükmü nâfiz olur
(geçerli olur).
Şu halde iki ilâhtan hükmü nâfiz
(geçerli) olan hangisi ise,
hakîkatte (gerçekte) ilâh
olan o olur. Ve mağlûb olup hükmü nâfiz olmayan
(geçmeyen) ise, artık ilâh
değildir.
Ve biz bugün
bu aslın hükmünden bilip anlıyoruz ki, el-yevm âlemde
(bugün dünyamızda), her ne
kadar şer' (şeriat hükümleri)
denilen ve zâhirde (dünyada)
mukarrer bulunan
(yerleşmiş) ahkâma
(hükümlere) muğâyir (ters)
birtakım ahvâl (durumlar)
cereyân etmekte
(oluşmakta) ise de, o âlemin
(evrenin) hey'et-i
mecmûasında (her yerinde)
nâfız olan (geçen) her
bir hüküm yine muhakkak Allâh'ın hükmüdür. Zîrâ
(çünkü) ulûhiyyet mertebe-i
vâhidedir (teklik mertebesidir)
ve ilâh, ilâh-ı vâhiddir
(tek ilahtır).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
nefs-i emirde (hakikâtte)
ancak Allâh'ın hükmü nâfizdir
(geçerlidir, geçendir). Çünkü âlemde
(evrende) vâkı' olan
(olagelen) emr
(işler),
a'yân-ı kevniyyeden (açığa
çıkmış kevni suretlerden) her birinin hakîkati olan
ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin)
lisân-ı isti'dâdı
(istidadının dili) ile Hak'tan taleb ettiği
(istediği) hal
(oluş) ne ise, onun üzerine
taalluk eden (bağlı, ilişkili olan)
meşiyyet-i İlâhiyye
(Allah’ın iradesi, isteği) hükmüncedir.
A'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) ilm-i İlâhiyyede
(Allah’ın ilminde) sûret-i
sübûtu (var olan sureti, sabitleştiği
sureti) ve isti'dâd bahisleri
(konuları) Fass-ı Uzeyrî'de
(Uzeyr bölümünde) tafsîl
olunmuştur (geniş olarak
anlatılmıştır). Vâkıâ
(her ne kadar) şer'in
(şeriat hükümlerinin) takrîri
(bildirilmesi) dahi
meşiyyet-i İlâhiyyeden (Allah’ın
iradesinden) vâkı' (olmuş)
olmuştur. Fakat âlemde
(evrende) vakı' (olmuş)
olan emrin
(işlerin) kâffesi
(bütün hepsi),
şer'-i mukarrer
(bildirilmiş şeriat)
hükmü üzerine değildir. Zîrâ (çünkü)
âlemde (dünyada)
şer' (şeriat) ile amel
etmeyenler, amel edenlerden daha çoktur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) meşiyyet-i
İlâhiyye (Allah’ın iradesi)
şer'i (şeriat hükümlerini)
nasıl takrîr etmiş (bildirmiş)
ise, muhâlif şer' (şeriate
aykırı) olan umûru
(işleri) dahi öylece takrîr etmiştir
(bildirmiştir).
Zîrâ (çünkü)
âlemde (evrende) cereyân
eden (geçen) ahkâm,
(hükümler) ancak Hakk'ın
hükmüdür. Onun dilediği şey elbette vâkı' olur
(gerçekleşir);
dilemediği şeyin vuku'u
(olması) mümkin değildir.
İşte bunun için hâssaten
(yalnız) şer'in
(şeriat hükmünün) takrîri
(anlatılması) nâfiz
(geçerli) oldu, ya'nî "Şer'
(şeriat) âlemde
(dünyada) mevzû'dur" (konulmuştur)
hükm-i husûsîsi (özel
hükmü) nâfiz oldu
(geçerlidir).
Yoksa, "Mevzû' olan
(konulan) şer'
(şeriat hükmü) ile, ona
muhâlefet edenlerin (karşı
gelenlerin) amel etmesi kat'iyyen
(kesin olarak) murâd
olunmuştur" hükm-i umûmîsi (genel
hükmü) nâfiz olmadı
(geçerli değildir).
Eğer böyle bir hükm-i umûmî
(genel hüküm (herkesi kapsayacak bir hüküm) olsa idi,
hükm-i şer'a (şeriat hükümlerine) kimse muhâlefet edemez
(karşı çıkamaz) idi. Zîrâ
(çünkü) şer'
(şeriat) hakkında ancak
takrîr (anlatmak, bildirmek)
vardır; şer'in (şeriatin)
getirdiği şeyle amel etmek behemehal
(ne olursa olsun, mutlaka yapmak)
mukarrer değildir
(bildirilmemiştir).Onun için resûller, ancak teblîga
(ulaştırmağa, bildirmeğe)
me'mûrdur (vazifelidir).
........................ (Nûr, 24/54) Ve şer'
(şeriat) "emr-i teklîfî"dir
(teklif edilen emirlerdir),
"emr-i irâdî" değildir.
Ve emr-i teklîfi (teklif edilen
emirler, şeriat hükümleri) ile emr-i irâdî
(ilmi suretlerin istidadlarının gereği
olan emirler,istidattan gelen emirler) bahisleri
(konuları) Fass-ı Ya'kûbî'de
(Yakup bölümünde) murûr
etti (geçti).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-20.12.2005
http://sufizmveinsan.com
|