BU FASS
KELİME-İ DÂVÛDİYYE'DE OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE" BEYÂNINDADIR
İmdi
meşiyyetin saltanatı büyüktür. Ve bunun için Ebû Tâlib Mekkî onu
"arş-ı zât" kıldı. Zîrâ o, li-zâtihâ hükmü muktezî. Binâenaleyh
vücûdda "meşiyyet"ten hâriç olarak bir şey vâkı' olmaz ve ondan
bir şey mürtefi' olmaz. Şu halde burada ma'sıyetle müsemmâ olan
şeyle emr-i İlâhîye muhâlefet olundukda, ancak vâsıta ile olan
emirdir, "emr-i tekvînî" değildir. Binâenaleyh bir kimse, emr-i
meşiyyet haysiyyetinden vâkı' olan onun cemî'-i fiilinde, aslâ
Allah Teâlâ'ya muhâlefet etmedi. Böyle olunca muhâlefet, emr-i
vâsıta haysiyyetinden vâkı' oldu. İyi anla! (10).
Ma'lûm olsun
ki "meşiyyet" lügatte (sözlük manası)
hâhiş (aşırı arzu),
istek ve irâde
ma'nâsınadır. Fakat "meşiyyet" ile "irâde" arasında; muhakkıkîn
ıstılâhınca (tahkik ehlinin
görüşlerine, tanımlamalarına göre) fark vardır. Şöyle
ki "meşiyyet"-i Hak (Hakk’ın
istemesi),
ezelî ve ebedîdir ve onun menşei
(kökü) zâttır. Ve o, bir ma'dûmun
(yok olanın) îcâdına
(yaratılmasına) veyâ bir
mevcûdun (var olanın)
in'idâmına (yok olmasına, ölümüne)
taalluk eden (bağlı,
ilişkili olan) hâhiştir
(istektir).
"İrâde" ise, yine hâhiş-i zâttır
(Zat’ın istemesi, arzusudur).Fakat bir ma'dûmun
(yok olanın) îcâdına
(yaratılmasına) taalluk eden
hâhiştir (istektir).
Şu halde "meşiyyet", "irâde"den e'amm
(daha geniş, daha kapsamlı)
olur. Ya'nî her irâde meşiyyettir, fakat her meşiyyet irâde
değildir. Ve zât-ı Hakk'a (Hakk’ın
Zatına) mensûb (ait)
olan hâhişin (istemenin,
arzunun) ma'nâsı, Zât-ı Hakk'ın
(Hakk’ın Zat’ının) kendi
Zât’ına tecellîsine (belirmesine)
Zât’ın hâhişidir
(isteğidir). Binâenaleyh
(bundan dolayı),
bu talebin (isteğin)
menşei (çıktığı yer, kök)
Zât’tır; esmâ ve sıfât değildir. Zîrâ
(çünkü) Zât-ı sırf
(salt Zat) mertebesinde esmâ
ve sıfât yoktur ki, menşe-i taleb
(arzu ve isteğin çıktığı nokta) ve hâhiş
(isteyen)
olabilsinler. Onlar ancak bu tecellî-i Zâtî
(Zat’ın Zat’ına tecellisi, belirmesi)
ile ilm-i Hak'ta (Hakk’ın
ilminde) peydâ olurlar
(meydana çıkarlar).
Ve ondan sonra, o esmânın îcâdına
(esmanın yaratılmasına)
irâde-i İlâhiyye (Hakk’ın iradesi)
taalluk eder (bağlantılı,
ilişkili olur). Nitekim,
Hak Teâlâ buyurur:
............................................... (Nahl, 16/40) Bu
âyet-i kerîme ile beyan buyrulan
(açıklanan) hakâyık
(hakikâtler) ve bahs-i tekvîn
(yaratma bahsi) Fass-ı
Sâlihî'de (salih bölümünde)
tafsîl olunmuştur (detaylı olarak
açıklanmıştır).
Bu bahis (konu) gâyet
dakiktir (çok ince, hassastır);
iyi teemmül edilmek (derin
düşünmek) lâzımdır.
Bu îzâhâttan
(anlatılanlardan)
anlaşıldığı üzere "meşiyyet"in saltanatı
(hakimiyeti),
kuvveti ve kudreti büyüktür. İşte bunun için Ebû
Tâlib Mekkî (k.a.s.) hazretleri meşiyyeti "arş-ı zât"
(Zat’ın arşı) kıldı. Ebû
Tâlib Mekkî hazretleri eâzam-ı muhakkıkînden
(tahkike ermiş büyüklerden)
bir zât-ı şerîftir (şerefli, yüksek
bir zattır).Tercüme-i hâli
(biyografisi, öz geçmişi)
Mevlânâ Câmî hazretlerinin Nefehâtü'l-Üns ile Ferîdüddîn
Attâr hazretlerinin Tezkiretü'l Evliyâ'sında mündericdir
(bulunur).
Ve Kûtü'l-Kulûb
nâmındaki (adındaki)
eser-i münîfin (değerli eserin)
sâhibidir. Ve "meşiyyet"in “arş-ı zât” olmasının
sebebi budur ki; meşiyyet, zâtından dolayı bir hüküm iktizâ eder
(gerektirir). Binâenaleyh
(bundan dolayı)
"meşiyyet"ten hâriç (meşiyetin
dışında) olarak hiçbir şey mevcûd
(var) ve hiçbir şey ma'dûm
(yok) olmaz. Ya'nî îcâd (var etme,
yaratma) ve i'dâm (yok
etme, öldürme) meşiyyetin saltanatı
(hakimiyeti, hükümdarlığı) ve
kuvveti tahtındadır (altındadır).
Şu halde
şer'in (şeriatin) vücûdu
(varlığı) meşiyyetin
hükmüyle olduğu gibi, şerîate muhâlefetin
(aykırı, karşı gelmenin)
vücûdu (varlığı) dahi yine
meşiyyetin hükmüyledir. Ve şerîat,
(dini hükümler, kurallar) Enbiyâ
(Nebiler, Peygamberler)
(aleyhimü's-selâm) vâsıtalarıyla olan emirdir; "Kün! "
(OL) kavliyle
(sözüyle) vâkı'
(olmuş) olan
emir ya'nî "emr-i tekvînî"
değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) namaz kılmak ve oruç tutmak gibi
Enbiyâ (Nebiler, Peygamberler)
vâsıtasıyla gelen emir "meşiyyet" cihetinden
(tarafından) vâkı'
(olmuş) olan
emir olmadığı için, bu emre muhâlefet olunabilir
(karşı gelinebilir) ve muhâlefet
(karşı gelme) vuku'unda
(olayında) da ona "ma'sıyet"
(itaatsizlik, günah)
tesmiye olunur (denir).Eğer
şerîatle (dini hükümlerle)
amel, meşiyyet cihetinden
(tarafından) ola idi, hiçbir kimsenin muhâlefete
(karşı çıkmaya) mecâli
(gücü) olmaz idi. Zîrâ
(çünkü) Allah Teâlâ'nın
"meşiyyet" cihetinden (tarafından)
vâkı' olan (gerçekleşen,
oluşan) bilcümle (bütün)
fiilinde,
hiçbir kimse Allah Teâlâ'ya muhâlefet edemez
(karşı gelemez).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Allah Teâlâ'ya olan muhâlefet
(karşı gelme), ancak Enbiyâ (Nebiler, Peygamberler)
vâsıtasıyla gelen emirde vâkı'
(olmuş) oldu.
Bu bahis, (konu)
hem mühim ve hem de incedir, iyi anla!
Böyle
olunca emr-i meşiyyet, hakîkatte ancak fiilin "ayn"ının îcâdına
teveccüh eder, fiil yedeyni üzerinde zâhir olan kimsenin üzerine
değil. Şu halde, vâkı' olmaması müstahîl olur, velâkin bu
mahall-i hâssda. İmdi bir vakitte ona, emr-i İlâhîye muhâlefet
tesmiye olunur; ve bir vakitte dahi, emr-i İlâhîye muvâfakat ve
tâat tesmiye olunur. Binâenaleyh, lisân-ı hamd ve zemm, vâkı'
olan şey hasebiyle, fiile tâbi' olur (11).
Ya'nî emr-i
meşiyyet (meşiyyet hususu)
hakîkatte kendisinden fiil sâdır olan
(çıkan) kimsenin üzerine
değil, o kimseden sâdır olan (çıkan)
filin "ayn"ının
(benzerinin, tıpkısının)
îcâdına (meydana getirilmesine,
yaratılmasına) teveccüh eder
(yöneliktir).
Zîrâ (çünkü),
bir şeyin vücûdu (var
oluşu) ve ademi (yok
oluşu) "meşiyyet"in kuvvet ve saltanatı
(hakimiyeti) tahtındadır
(altındadır).
Onun kudretinin hâricinde
(dışında) hiçbir şeyin vukû'u
(olması, oluşması) mümkin
değildir.
Ma'lûm olsun
ki "meşiyyet" mertebe-i Ahadiyyette
(Zat mertebesinde) zâtın zuhûra
(kendini göstermeye, açığa çıkmaya)
olan hâhişinden (büyük
arzusundan) ibârettir. İşte bu meşiyyet
(istek) hasebiyle Zât,
kendine tecellî ettikde
(belirdiğinde),
Zât’ında bi'l-kuvve (güç, kuvvet
olarak) mündemic olan
(bulunan) nisebin
(sıfatların, özelliklerin) sûretleri, onun ilminde
peydâ olur (çıkar).
Ve bu suver-i nisebiyyeye
(sıfatların suretlerine) "a'yân-ı sâbite"
(ilmi suretler) tesmiye
olunur (denir). Ve a'yân-ı
sâbite (ilmi suretlerin)
hîn-i sübûtlarında (çıktıkları
sırada) Hakk'ın ne sûretle
(şekille) ma'lûmu
(bilinileni) oldularsa,
irâde-i İlâhiyye (Hakk’ın iradesi)
dahi, vücûd-i hâricîde
(dünyada), onların
o sûretlerle zâhir olmalarına (açığa
çıkmalarına, görünmelerine) taalluk eder
(alakalıdır, bağlıdır).
Şu halde, "ilim", ma'lûm
(bilinen, bilinmiş) olan
a'yân-ı sâbiteye (ilmi suretlere)
ve "irâde" dahi ilme ve bunların cümlesi
(hepsi) de "meşiyyet"e
(Hakk’ın iradesine) tâbi'
(bağlı) olurlar. Ve mâdemki
îcâd (var etme) ve i’dâm
(yok etme) ancak
meşiyyetin (Allah dileğinin)
hükmüyle vâkı' (olmuş)
olmaktadır, bu
takdirde meşiyyet bi't-tabî' (doğal
olarak) abdden (kuldan)
sâdır olan (çıkan)
fiilin "ayn"ının (benzerinin,
tıpkısının) îcâdına
(yaratılmasına) teveccüh eder
(yöneliktir).
Yoksa kendisinden fiil sâdır olan
(çıkan) abd
(kul) üzerine teveccüh etmez
(yönelik değildir).
Zîrâ (çünkü)
cebir (zorlama) yoktur.
Belki abdin (kulun) iki
eli üzerinde zâhir olan (açığa
çıkan) fiil kendi isti'dâd-ı ezelisi
(ezelde kazanılmış istidatı)
hasebiyledir. Eğer abd (kul)
fiilinde mecbûr ise, bu cebir
(zorlama) Hak tarafından değil belki abdin
(kulun) kendi tarafındandır.
Abdin (kulun) isti'dâd-ı
ezelîsine (ezelde sahip olduğu
istidata) gelince, bu isti'dâd mec'ûl
(yapılmış, meydana çıkarılmış)
ve mahlûk (yaratık)
değildir ki, "Bu isti'dâdı ona kim vermiştir?" suâli vârid
olabilsin. (sorusu sorulabilsin)
A'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) sübûtu
(çıkışı) ve "isti'dâd-ı gayr-i mec'ûl"
(yapılmamış istidat)
Fass-ı Uzeyrî'de (Uzeyr
bölümünde) emsile
(örnekler) ile îzâh olunmuştur;
(anlatılmıştır) oraya
mürâcaat buyrulsun.
İmdi bu
tafsîlât (detaylar) ma'lûm
olduktan (bilindikten)
sonra anlaşılır ki, abdde (kulda)
fiilin "ayn"ının vâkı' olmaması
(oluşmaması) müstahîl olur
(imkânsızdır).
Velâkin emr-i meşiyyet (meşiyyet
hususu) ayn-ı kâbile
(kabilin kendi, kabullenen bizzat kendi)
olan abdin (kulun)
kaâbiliyetindeki fiilin "ayn"ını
(tıpkısını, benzerini) bu
mahall-i hâs (özel yeri)
olan abdde (kulda) îcâd
eder (yaratır, meydana getirir).
Böyle olunca abdden
(kuldan) sâdır olan
(çıkan) fiile, bir i'tibâra
(görüşe, değere)
göre, emr-i İlâhîye (İlahi
emirlere) "muhâlefet"
(uymama, karşı
çıkma)
tesmiye olunur (denir)
ve bir i'tibâra (görüşe,
değere)
göre de emr-i İlâhîye
(Allah’ın emirlerine) "muvâfakat"
(uyma, kabul
etme) ve "tâat"
(ibadet) tesmiye olunur
(denir).
Ma'lûm olsun
(bilinmelidir) ki, emr-i
İlâhî (İlahi emir) iki
kısımdır: Biri Enbiyâ (Nebiler,
Peygamberler) ve evliyâ
(veliler) ve eimme-i müctehidîn
(müctehid imamlar)
vâsıtasıyla olan "emr-i teklîfî"dir
(teklif edilen emirlerdir,şeriattir). Diğeri dahi
meşiyyet-i İlâhiyye (Allah’ın
dilemesi) ile bir şeyin vuku'una
(oluşmasına) olan "emr-i
tekvînî"dir (var etme, yaratma
emridir).
Abdin (kulun) isti'dâd-ı
ezelîsi (Allah’ın ilminde, ezelde
kazandığı istidatı) üzerine terettüb eden
(gereken) emr-i tekvînî, eğer
emr-i teklîfîye (teklif edilen
emirlere) muhâlefeti
(karşı gelmeyi) iktizâ ediyorsa
(gerektiriyorsa),
vücûd-i hâricîde
(dünyada) muhakkak ondan
muhâlefet (aykırılık, karşı gelmek)
zuhûra gelir (açığa çıkar).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) ondan küfür, cehl
(cahillik) ve isyân sâdır olur
(çıkar).
Zîrâ
(çünkü) "emr-i tekvînî" îcâbı
(gereği) budur. Ve onun
ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti)
lisân-ı isti'dâd (istidadının
dili) ile Hak'tan bu sûretle
(biçimde) zuhûru
(meydana çıkmayı) taleb
etmiştir (istemiştir) ve
Hak dahi onun o sûretle (biçimde)
vukû'unu (olmasını)
murâd eylemiştir. Böyle olunca abd
(kul) kendi isti'dâdının
iktizâsına (gerektirdiklerine, icap
ettirdiklerine) muhâlefet edemez
(karşı çıkamaz).
Şu halde vücûd-i hâricîde,
(dünyada) ya'nî bu âlemde,
abdden (kuldan) küfür ve
isyân sudûrunda (çıkışında)
"emr-i teklîfi"ye (teklif edilen
emirlere (şeriate) nazaran
(göre),
Allâh'a muhâlefet etti
(karşı çıktı), deriz; ve "emr-i tekvînî"ye (tekvin
emrine) nazaran (göre)
emr-i İlâhı"ye (Allah’ın
emirlerine) muvâfakat
(uydu) ve itâat eyledi
(boyun eğdi, dinledi),
deriz. Ve bu sûrette lisân-ı hamd
(lisanla şükretme) ve zemm
(yerme, kınama),
âlem-i şehâdette (dünyada)
fiilin vuku'una (oluşuna)
göre, ancak bu fiile tâbi'
(bağlı) olur. Ya'nî abdden
(kuldan) zâhir olan
(açığa çıkan, görülen) fiil,
"emr-i teklîfî"ye (teklif edilen
emirlere, şeriate) ve bi'l-vâsıta
(vasıtalı) olan emr-i İlâhîye
(Hakk’ın emirlerine)
muvâfık (uygun) ise,
şer'an (şeriatçe) mahmûd
(övülmeye değer) olur. Ve
eğer muhâlif (karşı, aykırı)
ise o fiil şer'an (şeriate göre)
mezmûm (beğenilmemiş,
yerilmiş) olur. Emr-i meşiyyete
(meşiyyet emrine) göre abd
(kul) her iki halde dahi
Hakk'a itâat etmiş (boyun eğmiş)
bulunur. Zîrâ (çünkü)
abd (kul),
kendi Rabb-i hâssı (has
Rabbi) olan ism-i İlâhînin
(İlahi ismin) sırât-ı
müstakîmi (doğru yolu)
üzerinde yürür. Ve hiçbir kimsenin kendi Rabb-ı hâssı
(has Rabbi) olan ismin
ahkâmına (hükümlerine)
muhâlefete (aykırı davranmaya,
karşı gelmeye) kudreti yoktur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) her bir isim,
kendi abdinden (kulundan)
râzıdır ve abd (kul) dahi
cemî'-i ahvâlinde (bütün hallerinde, davranışlarında) ona mutî'dir
(itaat eder, boyun eğer).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-27.12.2005
http://sufizmveinsan.com
|