198. Bölüm


 

BU  FASS  KELİME-İ  DÂVÛDİYYE'DE  OLAN  "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE"  BEYÂNINDADIR

İmdi meşiyyetin saltanatı büyüktür. Ve bunun için Ebû Tâlib Mekkî onu "arş-ı zât" kıldı. Zîrâ o, li-zâtihâ hükmü muktezî. Binâenaleyh vücûdda "meşiyyet"ten hâriç olarak bir şey vâkı' olmaz ve ondan bir şey mürtefi' olmaz. Şu halde burada ma'sıyetle müsemmâ olan şeyle emr-i İlâhîye muhâlefet olun­dukda, ancak vâsıta ile olan emirdir, "emr-i tekvînî" değildir. Binâenaleyh bir kimse, emr-i meşiyyet haysiyyetinden vâkı' olan onun cemî'-i fiilinde, aslâ Allah Teâlâ'ya muhâlefet etmedi. Böyle olunca muhâlefet, emr-i vâsıta haysiyyetinden vâkı' oldu. İyi anla! (10).

Ma'lûm olsun ki "meşiyyet" lügatte (sözlük manası) hâhiş (aşırı arzu),  istek ve irâde ma'nâsınadır. Fakat "meşiyyet" ile "irâde" arasında; muhakkıkîn ıstılâhınca (tahkik ehlinin görüşlerine, tanımlamalarına göre) fark vardır. Şöyle ki "meşiyyet"-i Hak (Hakk’ın istemesi), ezelî ve ebedîdir ve onun menşei (kökü) zâttır. Ve o, bir ma'dûmun (yok olanın) îcâdına (yaratılmasına) veyâ bir mevcûdun (var olanın) in'idâmına (yok olmasına, ölümüne) taalluk eden (bağlı, ilişkili olan) hâhiştir (istektir). "İrâde" ise, yine hâhiş-i zâttır (Zat’ın istemesi, arzusudur).Fakat bir ma'dûmun (yok olanın) îcâdına (yaratılmasına) taalluk eden hâhiştir (istektir). Şu halde "meşiyyet", "irâde"den e'amm (daha geniş, daha kapsamlı) olur. Ya'nî her irâde meşiyyettir, fakat her meşiyyet irâde değildir. Ve zât-ı Hakk'a (Hakk’ın Zatına) mensûb (ait) olan hâhişin (istemenin, arzunun) ma'nâsı, Zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın Zat’ının) kendi Zât’ına tecellîsine (belirmesine) Zât’ın hâhişidir (isteğidir).  Binâenaleyh (bundan dolayı), bu talebin (isteğin) menşei (çıktığı yer, kök) Zât’tır; esmâ ve sıfât değildir. Zîrâ (çünkü) Zât-ı sırf (salt Zat) mertebesinde esmâ ve sıfât yoktur ki, menşe-i taleb (arzu ve isteğin  çıktığı nokta) ve hâhiş (isteyen) olabilsinler. Onlar ancak bu tecellî-i Zâtî (Zat’ın Zat’ına tecellisi, belirmesi) ile ilm-i Hak'ta (Hakk’ın ilminde) peydâ olurlar (meydana çıkarlar). Ve ondan sonra, o esmânın îcâdına (esmanın yaratılmasına) irâde-i İlâhiyye (Hakk’ın iradesi) taalluk eder (bağlantılı, ilişkili olur).  Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: ............................................... (Nahl, 16/40) Bu âyet-i kerîme ile beyan buyrulan (açıklanan) hakâyık (hakikâtler) ve bahs-i tekvîn (yaratma bahsi) Fass-ı Sâlihî'de (salih bölümünde) tafsîl olunmuştur (detaylı olarak açıklanmıştır). Bu bahis (konu) gâyet dakiktir (çok ince, hassastır); iyi teemmül edilmek (derin düşünmek) lâzımdır.

Bu îzâhâttan (anlatılanlardan) anlaşıldığı üzere "meşiyyet"in saltanatı (hakimiyeti), kuvveti ve kudreti büyüktür. İşte bunun için Ebû Tâlib Mekkî (k.a.s.) hazretleri meşiyyeti "arş-ı zât" (Zat’ın arşı) kıldı. Ebû Tâlib Mekkî hazretleri eâzam-ı muhakkıkînden (tahkike ermiş büyüklerden) bir zât-ı şerîftir (şerefli, yüksek bir zattır).Tercüme-i hâli (biyografisi, öz geçmişi) Mevlânâ Câmî hazretlerinin Nefehâtü'l-Üns ile Ferîdüddîn Attâr hazretlerinin Tezkiretü'l Evliyâ'sında mündericdir (bulunur).  Ve Kûtü'l-Kulûb nâmındaki (adındaki) eser-i münîfin (değerli eserin) sâhibidir. Ve "meşiyyet"in “arş-ı zât” olmasının sebebi budur ki; meşiyyet, zâtından dolayı bir hüküm iktizâ eder (gerektirir). Binâenaleyh (bundan dolayı) "meşiyyet"ten hâriç (meşiyetin dışında) olarak hiçbir şey mevcûd (var) ve hiçbir şey ma'dûm (yok) olmaz. Ya'nî îcâd (var etme, yaratma) ve i'dâm (yok etme, öldürme) meşiyyetin saltanatı (hakimiyeti, hükümdarlığı) ve kuvveti tahtındadır (altındadır).

Şu halde şer'in (şeriatin) vücûdu (varlığı) meşiyyetin hükmüyle olduğu gibi, şerîate muhâlefetin (aykırı, karşı gelmenin) vücûdu (varlığı) dahi yine meşiyyetin hükmüyledir. Ve şerîat, (dini hükümler, kurallar) Enbiyâ (Nebiler, Peygamberler) (aleyhimü's-selâm) vâsıtalarıyla olan emirdir; "Kün! " (OL) kavliyle (sözüyle) vâkı' (olmuş) olan emir ya'nî "emr-i tekvînî" değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) namaz kılmak ve oruç tutmak gibi Enbiyâ (Nebiler, Peygamberler) vâsıtasıyla gelen emir "meşiyyet" cihetinden (tarafından) vâkı' (olmuş) olan emir olmadığı için, bu emre muhâlefet olunabilir (karşı gelinebilir) ve muhâlefet (karşı gelme) vuku'unda (olayında) da ona "ma'sıyet" (itaatsizlik, günah) tesmiye olunur (denir).Eğer şerîatle (dini hükümlerle) amel, meşiyyet cihetinden (tarafından) ola idi, hiçbir kimsenin muhâlefete (karşı çıkmaya) mecâli (gücü) olmaz idi. Zîrâ (çünkü) Allah Teâlâ'nın "meşiyyet" cihetinden (tarafından) vâkı' olan (gerçekleşen, oluşan) bilcümle (bütün) fiilinde, hiçbir kimse Allah Teâlâ'ya muhâlefet edemez (karşı gelemez). Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ'ya olan muhâlefet (karşı gelme), ancak Enbiyâ (Nebiler, Peygamberler) vâsıtasıyla gelen emirde vâkı' (olmuş) oldu. Bu bahis, (konu) hem mühim ve hem de incedir, iyi anla!

Böyle olunca emr-i meşiyyet, hakîkatte ancak fiilin "ayn"ının îcâdına teveccüh eder, fiil yedeyni üzerinde zâhir olan kimsenin üzerine değil. Şu halde, vâkı' olmaması müstahîl olur, velâkin bu mahall-i hâssda. İmdi bir vakitte ona, emr-i İlâhîye muhâlefet tesmiye olunur; ve bir vakitte dahi, emr-i İlâhîye muvâfakat ve tâat tesmiye olunur. Binâenaleyh, lisân-ı hamd ve zemm, vâkı' olan şey hasebiyle, fiile tâbi' olur (11).

Ya'nî emr-i meşiyyet (meşiyyet hususu) hakîkatte kendisinden fiil sâdır olan (çıkan) kimsenin üzerine değil, o kimseden sâdır olan (çıkan) filin "ayn"ının (benzerinin, tıpkısının) îcâdına (meydana getirilmesine, yaratılmasına) teveccüh eder (yöneliktir). Zîrâ (çünkü), bir şeyin vücûdu (var oluşu) ve ademi (yok oluşu) "meşiyyet"in kuvvet ve saltanatı (hakimiyeti) tahtındadır (altındadır). Onun kudretinin hâricinde (dışında) hiçbir şeyin vukû'u (olması, oluşması) mümkin değildir.

Ma'lûm olsun ki "meşiyyet" mertebe-i Ahadiyyette (Zat mertebesinde) zâtın zuhûra (kendini göstermeye, açığa çıkmaya) olan hâhişinden (büyük arzusundan) ibârettir. İşte bu meşiyyet (istek) hasebiyle Zât, kendine tecellî ettikde (belirdiğinde), Zât’ında bi'l-kuvve (güç, kuvvet olarak) mündemic olan (bulunan) nisebin (sıfatların, özelliklerin) sûretleri, onun ilminde peydâ olur (çıkar). Ve bu suver-i nisebiyyeye (sıfatların suretlerine) "a'yân-ı sâbite" (ilmi suretler) tesmiye olunur (denir). Ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretlerin) hîn-i sübûtlarında (çıktıkları sırada) Hakk'ın ne sûretle (şekille) ma'lûmu (bilinileni) oldularsa, irâde-i İlâhiyye (Hakk’ın iradesi) dahi, vücûd-i hâricîde (dünyada),  onların o sûretlerle zâhir olmalarına (açığa çıkmalarına, görünmelerine) taalluk eder (alakalıdır, bağlıdır).  Şu halde, "ilim", ma'lûm (bilinen, bilinmiş) olan a'yân-ı sâbiteye (ilmi suretlere) ve "irâde" dahi ilme ve bunların cümlesi (hepsi) de "meşiyyet"e (Hakk’ın iradesine) tâbi' (bağlı) olurlar. Ve mâdemki îcâd (var etme) ve i’dâm (yok etme) ancak meşiyyetin (Allah dileğinin) hükmüyle vâkı' (olmuş) olmaktadır, bu takdirde meşiyyet bi't-tabî' (doğal olarak) abdden (kuldan) sâdır olan (çıkan) fiilin "ayn"ının (benzerinin, tıpkısının) îcâdına (yaratılmasına) teveccüh eder (yöneliktir). Yoksa kendisinden fiil sâdır olan (çıkan) abd (kul) üzerine teveccüh etmez (yönelik değildir). Zîrâ (çünkü) cebir (zorlama) yoktur. Belki abdin (kulun) iki eli üzerinde zâhir  olan (açığa çıkan) fiil kendi isti'dâd-ı ezelisi (ezelde kazanılmış istidatı) hasebiyledir. Eğer abd (kul) fiilinde mecbûr ise, bu cebir (zorlama) Hak tarafından değil belki abdin (kulun) kendi tarafındandır. Abdin (kulun) isti'dâd-ı ezelîsine (ezelde sahip olduğu istidata) gelince, bu isti'dâd mec'ûl (yapılmış, meydana çıkarılmış) ve mahlûk (yaratık) değildir ki, "Bu isti'dâdı ona kim vermiştir?" suâli vârid olabilsin. (sorusu sorulabilsin) A'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) sübûtu (çıkışı) ve "isti'dâd-ı gayr-i mec'ûl" (yapılmamış istidat) Fass-ı Uzeyrî'de (Uzeyr bölümünde) emsile (örnekler) ile îzâh olunmuştur; (anlatılmıştır) oraya mürâcaat buyrulsun.

İmdi bu tafsîlât (detaylar) ma'lûm olduktan (bilindikten) sonra anlaşılır ki, abdde (kulda) fiilin "ayn"ının vâkı' olmaması (oluşmaması) müstahîl olur (imkânsızdır). Velâkin emr-i meşiyyet (meşiyyet hususu) ayn-ı kâbile (kabilin kendi, kabullenen bizzat kendi) olan abdin (kulun) kaâbiliyetindeki fiilin  "ayn"ını (tıpkısını, benzerini) bu mahall-i hâs (özel yeri) olan abdde (kulda) îcâd eder (yaratır, meydana getirir). Böyle olunca abdden (kuldan) sâdır olan (çıkan) fiile, bir i'tibâra (görüşe, değere) göre, emr-i İlâhîye (İlahi emirlere) "muhâlefet" (uymama, karşı çıkma) tesmiye olunur (denir) ve bir i'tibâra (görüşe, değere) göre de emr-i İlâhîye (Allah’ın emirlerine) "muvâfakat" (uyma, kabul etme) ve "tâat" (ibadet) tesmiye olunur (denir).

Ma'lûm olsun (bilinmelidir) ki, emr-i İlâhî (İlahi emir) iki kısımdır: Biri Enbiyâ (Nebiler, Peygamberler) ve evliyâ (veliler) ve eimme-i müctehidîn (müctehid imamlar) vâsıtasıyla olan "emr-i teklîfî"dir (teklif edilen emirlerdir,şeriattir). Diğeri dahi meşiyyet-i İlâhiyye (Allah’ın dilemesi) ile bir şeyin vuku'una (oluşmasına) olan "emr-i tekvînî"dir (var etme, yaratma emridir). Abdin (kulun) isti'dâd-ı ezelîsi (Allah’ın ilminde, ezelde kazandığı istidatı) üzerine terettüb eden (gereken) emr-i tekvînî, eğer emr-i teklîfîye (teklif edilen emirlere) muhâlefeti (karşı gelmeyi) iktizâ ediyorsa (gerektiriyorsa),  vücûd-i hâricîde (dünyada) muhakkak ondan muhâlefet (aykırılık, karşı gelmek) zuhûra gelir (açığa çıkar). Binâenaleyh (bundan dolayı) ondan küfür, cehl (cahillik) ve isyân sâdır olur (çıkar).  Zîrâ (çünkü) "emr-i tekvînî" îcâbı (gereği) budur. Ve onun ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) lisân-ı isti'dâd (istidadının dili) ile Hak'tan bu sûretle (biçimde) zuhûru (meydana çıkmayı) taleb etmiştir (istemiştir) ve Hak dahi onun o sûretle (biçimde) vukû'unu (olmasını) murâd eylemiştir. Böyle olunca abd (kul) kendi isti'dâdının iktizâsına (gerektirdiklerine, icap ettirdiklerine) muhâlefet edemez (karşı çıkamaz). Şu halde vücûd-i hâricîde, (dünyada) ya'nî bu âlemde, abdden (kuldan) küfür ve isyân sudûrunda (çıkışında) "emr-i teklîfi"ye (teklif edilen emirlere (şeriate) nazaran (göre),  Allâh'a muhâlefet etti (karşı çıktı), deriz; ve "emr-i tekvînî"ye (tekvin emrine) nazaran (göre) emr-i İlâhı"ye (Allah’ın emirlerine) muvâfakat (uydu) ve itâat eyledi (boyun eğdi, dinledi), deriz. Ve bu sûrette lisân-ı hamd (lisanla şükretme) ve zemm (yerme, kınama), âlem-i şehâdette (dünyada) fiilin vuku'una (oluşuna) göre, ancak bu fiile tâbi' (bağlı) olur.  Ya'nî abdden (kuldan) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) fiil, "emr-i teklîfî"ye (teklif edilen emirlere, şeriate) ve bi'l-vâsıta (vasıtalı) olan emr-i İlâhîye (Hakk’ın emirlerine) muvâfık (uygun) ise, şer'an (şeriatçe) mahmûd (övülmeye değer) olur. Ve eğer muhâlif (karşı, aykırı) ise o fiil şer'an (şeriate göre) mezmûm (beğenilmemiş, yerilmiş) olur. Emr-i meşiyyete (meşiyyet emrine) göre abd (kul) her iki halde dahi Hakk'a itâat etmiş (boyun eğmiş) bulunur. Zîrâ (çünkü) abd (kul), kendi Rabb-i hâssı (has Rabbi) olan ism-i İlâhînin (İlahi ismin) sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde yürür. Ve hiçbir kimsenin kendi Rabb-ı hâssı (has Rabbi) olan ismin ahkâmına (hükümlerine) muhâlefete (aykırı davranmaya, karşı gelmeye) kudreti yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir isim, kendi abdinden (kulundan) râzıdır ve abd (kul) dahi cemî'-i ahvâlinde (bütün hallerinde, davranışlarında) ona mutî'dir (itaat eder, boyun eğer).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-27.12.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail