BU
FASS KELİME-İ DÂVÛDİYYE'DE OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE"
BEYÂNINDADIR
Ve
vaktâki emir, hadd-i zâtında bizim takrîr ettiğimiz üzere
oldu, bunun için halkın meâli, saâdet envâ'ının ihtilâfı
üzere, saâdetedir. İmdi Hak Teâlâ bu makamdan "rahmet"i her
bir şeye vâs'i olmasıyla ta'bîr eyledi ve muhakkak rahmet,
gazab-ı İlâhîyi sâbıktır. Halbuki sâbık mütekaddemdir. İmdi
onun üzerine hükmeden müteahhir, abde lâhık oldukda, onun
üzerine mütekaddem olan hükmeder. Böyle olunca abde rahmet
meyleder. Zîrâ rahmetten gayri sâbık olmadı. İşte bu,
"Rahmeti gazabını sebkat etti" sözünün ma'nâsıdır. Tâ ki ona
vâsıl olan kimse üzerine hükmede. Zîrâ o, gâyette vâkıftır.
Halbuki küllîsi gâyeye sâliktir. Binâenaleyh, gâyeye vusûl
lâ-büddür. / Rahmete vusûl ve gazaba müfârakat lâ-büddür. Şu
halde rahmete vâsıl olanın hâlinin i'tâ ettiği şey
hasebiyle, ona vâsıl olan her bir kimse hakkında, hüküm
rahmet içindir (12).
Ya'nî
emir, hadd-i zâtında (aslında)
bizim dediğimiz gibi olup emr-i meşiyyet
(meşiyyet hususu)
i'tibâriyle (bakımından)
hiçbir kimsenin Hakk'a muhâlefete
(karşı çıkmaya) mecâli
(gücü) olmayınca, elbette
bilcümle (bütün)
halkın (yaratılmışların)
âkıbeti (sonu)
saâdete müncer olur (kayar,
sürüklenir).
Zîrâ (çünkü) gerek
"emr-i teklifî" (teklif edilen
emir) olan şerîate riâyetle
(hürmet, itibar etmekle)
amel etsin, gerek etmesin, herkes "emr-i tekvînî" olan emr-i
meşiyyete mutî' (itiat eder)
ve münkâddır (boyun
eğmektedir).
Ve mutî' (itaat edenlerin)
ve münkâd olanların
(boyun eğenlerin) sonu da elbette saâdete çıkar.
Velâkin (fakat)
saâdetin envâ'-ı muhtelifesi
(çeşitli türleri) vardır. Çünkü saâdet, emr-i
nisbîdir (göreye göre olan bir
husustur). Nitekim,
bu âlemde (dünyada)
dahi böyledir. Bir hal birisine göre saâdettir ve diğerine
göre değildir. Meselâ adam vardır ki, âile gâilesiyle
(dertleriyle) iştiğâli
(meşgul olması) kendisi
için saâdet addeder (sayar).
Zîrâ (çünkü)
onun isti'dâdı, meşrebi
(yaradılışı) ve zevkı bunu iktizâ eder
(gerektirir).
Fakat yine adam vardır ki, infirâdı
(yalnızlığı) ve gâileden
(dertlerden) masûn
(korunmuş, salim) olarak
ferâğ-i bâl (gönül rahatlığı)
ile yaşamağı saâdet bilir. Bu da onun isti'dâdına
göre olan bir meşreb (yaradılış)
ve zevktir. Sâir
(diğer) ahvâl-i kesîre de
(birçok durumda) buna makıystir
(benzer).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Hak Teâlâ'nın .......................... (A'râf,
7/156) ya'nî "Benim rahmetim her şeye geniştir" âyet-i
kerîmesi bu makâmı beyan
buyurmuştur
(bildirmiştir).
Ve ............... hadîs-i kudsîsi mûcibince
(gereğince),
muhakkak rahmet-i İlâhiyye
(Allah’ın rahmeti) gazab-ı
İlâhîyi (Allah’ın gazabını)
geçmiştir; ya'nî rahmet gazabdan evveldir. Zîrâ
(çünkü) rahmet aslî
(gerçek, asıl) ve gazab
ârizîdir (muvakkattır, sonradan
olandır). Asl
(esas) olan şey elbette
evveldir. Ve ârîzî (sonradan olmuş,
gelip geçici) olan şey dahi muahhardır
(sonradır) ve sâbık
(gazaptan evvel) olan rahmet,
gazab-ı ârızî (sonradan olan gazab)
üzerine mütekaddemdir
(öndedir). Çünkü
gazab emr-i şerîate (şeriat
emirlerine) muhâlif
(aykırı) olan a'mâle
(işlere) karşı ârız (mani,
engel) olur. Halbuki ........................
(İsrâ, 17/84) âyet-i kerîmesinde beyan buyrulduğu
(bildirildiği) vechile
(tarafıyla),
ehl-i âlemin (insanların)
kâffesi (bütün hepsi)
emr-i meşiyyete (Hakk’ın
iradesine) itâat üzeredir. Meşiyyet-i İlâhiyye
(Allah’ın dileği) hükmü ile
vücûd-i Hak âyînesinde (Hakkk’ın
vücut aynasında),
a'yân-ı sâbite (ilmi suretler)
peydâ oldu (meydana çıktı).
O a'yân (aşıkâr olanlar)
ne sûretle (şekilde)
sübût buldular
(sabitleştiler, meydana çıktılar) ise, o sûretle
(şekille) Hakk'ın ma'lûmu
(bilineni Hakk’ta bilinen)
oldular. Binâenaleyh (bundan dolayı)
vücûd-i kevnî (kozmik
varlık, evren) de o
vech ile (şekilde) zâhir
olmaları (açığa çıkmaları)
için irâde-i ilâhiyye (Hakk’ın
iradesi) taalluk etti.
(ilgili, ilişkili oldu) Onlar da bu âlemde
(dünyada) öylece zuhûr
ettiler (meydana çıktılar).
Şimdi emr-i meşiyyete
(Allah’ın iradesine, dileğine)
muhâlefete (aykırı davranmaya,
karşı çıkmaya) kimin mecâli
(gücü) olur? İşte, sû'-i
hâtimeden (sonun kötü olmasından)
ziyâde sû'-i fâtihadan
(evvelin kötü olmasından) havf etmek
(korkmak) lâzımdır,
dediklerinin ma'nâsı budur.
Misâl:
Tiyatro müellifleri (yazarları),
tiyatro sahnelerinde oynanacak oyunları tertîb
ederler (düzenlerler).
Bunda gösterilen eşhâsın
(şahısların) her birisine bir vazîfe tevdî' olunur
(verilir).
Enzâr-ı âmmeye
(herkesin gözü önüne)
vaz'ından (konmadan)
mukaddem (önce) tecrübesi
icrâ olunur (yapılır).
Bilfarz
(diyelim ki) Zeyd'e adâlet ve
Amr'e zulm ve Ali'ye zâlimi te'dîb
(haddini bildirme) ve Hakkı'ya birisini katl
(öldürmek) ve Hind'e fuhuş
vesâire gibi vazâifin (vazifelerin)
îfâsı (yapılması)
düşer. Ve bu vazâif (vazifeler)
herkesin isti'dâdına nazaran
(göre) taksîm olunur. Zîra
(çünkü) adâlet vazîfesini
bi-hasebi'l-isti'dâd (istidadı
bakımından) mükemmelen îfâ edebilecek
(yerine getirebilecek) olan
bir kimseye vazîfe-i zulm (zulum etme
vazifesi) tevdî olunsa
(verilse),
isti'dâdı müsâid olmadığı için hakkıyla îfâ edemez
(yapamaz);
oyun zevksiz olur. Bu ise müellifın
(yazarın) eserinde riâyet
etmiş (uymuş) olduğu
kâide-i hikmete (hikmet kaidelerine)
muğâyir (ters)
olur. Zîrâ (çünkü)
"hikmet" her şeyi yerli yerine vaz' etmektir
(koymaktır).
İmdi oyun enzâr-ı umûmiyyeye
(bütün insanların gözleri önüne)
vaz' olunduğu (konulduğu)
vakit her bir şahıs bi-hasebi'l-isti'dâd
(istidatları dolayısıyla)
kendisine tevdî' olunan (verilen)
vazîfeyi icrâ eder (yapar).
Onun hâricine (dışına)
çıkmak ihtimâli yoktur.
Rubâî:
(dörtlü)
Tercüme: "Ey
her gizlemiş olduğum şey sana zâhir olan
(görülen) zât-ı kerîm
(yüce Zat)!
Bütün isyânı gufrân
(affetmen, merhamet etmen)
ümidiyle icrâ ettim (yaptım).
Farz edeyim ki hilâf-ı emr-i şerîat
(şeriat emirlerinin tersinde)
birçok amel ettim (iş işledim).
Nihâyet sen her ne murâd etmiş isen ben onu yapmadım
mı?"
Mâdemki
rahmet, sâbık (önce, önde)
ve mütekaddemdir (evveldir),
şu halde abd (kul)
üzerine, "emr-i teklîfî"ye (şeriate)
muhâlif (aykırı)
amelinden (işinden)
dolayı, hükmeden gazab-ı müteahhir
(sonradan yetişmiş, oluşmuş gazab),
abde
(kulda) lâhık
(sonradan) olduğu vakit, bu
abd (kul) üzerine
mütekaddem (önce) olan
rahmet hükmeder. Böyle olunca rahmet, abde
(kulu) şâmil olur
(içine alır, kuşatır).
Çünkü rahmetten başka sâbık
(önde) olan bir şey yoktur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
herkesin âkıbeti (sonu)
"rahmet"e müncer olduğu
(çekildiği, süreklendiği) sâbit oldu
(anlaşıldı).
Zîrâ (çünkü)
hiçbir kimsenin emr-i meşiyyete
(Allah’ın iradesine) muhâlefete
(aykırı davranmaya) kudreti
yoktur. İşte bu zikr olunan
(anlatılan) kelâm .................. hadîs-i
kudsîsinin ma'nâsıdır. "Rahmet"e vâsıl olan
(ulaşan) kimse üzerine, o
rahmetin hükmetmesi için, Hakk'ın asl
(esas) olan rahmeti, ârızî (sonradan
olmuş) olan gazabını geçti. Çünkü rahmet nihâyette
(en sonda) durmuştur. Ve
halkın (insanların)
kâffesi (hepsi) dahi
gâyeye vusûl (ulaşmak)
için sâ’îdir (hızla yürümektedir).
Ve halk (insanlar)
mâdemki yürümektedir, elbette yolun nihâyeti
(sonu) olan rahmete vâsıl
olacaktır (ulaşacaktır) ve
rahmete vusûl (ulaşmak)
ile gazabdan ayrılacaktır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) rahmete vâsıl
olan (ulaşan) her bir
kimsenin hâli, onun ne vechile
(tarafıyla) rahmete vusûlünü
(ulaşmasını) iktizâ etmiş
(gerektirmiş) ise, rahmete
vâsıl olan (ulaşan) her
bir kimse hakkında, hüküm rahmetindir. Zîrâ
(çünkü) rahmete vâsıl olan (ulaşan)
kimselerin ahvâli
(halleri, durumları) muhteliftir
(çeşitlidir). Binâenaleyh
(bundan dolayı) onlar üzerine hâkim
(hükmeden, hükümdar) olan
rahmet dahi muhtelif (çeşitli)
olur.
Meselâ,
ba'zı kimselerin isd'dâdı gazab muktezâsından
(gereklerinden)
iltizâzı (lezzet almasını)
îcâb eder. Şu halde cehennem denilen mahal
(yer),
onun hakkında ayn-ı cennet
(cennetin ta kendisi)
olur. Eğer cennet denilen mahall-i râhata
(rahat bir yere) idhâl olunsa
(sokulsa),
orada rahatsız olur. Ve ba'zı kimselerin isti'dâdı,
rızâ muktezâsından (gereklerinden)
tezevvuku (tad almasını)
îcâb eder. Onun hakkında dâr-ı nâîm
(nimet yurdu) olan cennet
mahall-i râhat (rahat bir yer)
ve dâr-ı intikâm (intikam yurdu)
ve gazab (sıkıntı, azap)
olan cehennem mahall-i azâb
(azap verici sıkıntılı bir yer)
olur. Ve ba'zısının hâli ibtidâen
(başlangıçta) gazab ve
intihâen (sonunda) rızâ
ile telezzüzü (lezzetlenmeyi)
iktizâ eder (gerektirir).Ve
ba'zısının hâli derecât-ı âliyyeye
(yüksek derecelere) vusûlü
(ulaşmayı) iktizâ eder
(gerektirir).
Velhâsıl
"rahmet" nisbîdir (göreye göredir):
Bir kimseye göre olan rahmet, diğerine göre azâbdır.
Bu ahvâlin (hallerin)
nazîri (benzerleri) bu
âlem-i şehâdette (dünyada)
dahi çoktur. Meselâ necâset
(pislik) içinde bulunmak insan için azabdır. Fakat
onunla tegaddî eden (beslenen)
necâset (pislik)
böceği ve hınzır (domuz)
gibi hayvânât (hayvanlar)
için ni'met ve râhattır. Ve gül koklandıkça insana râhat verir.
Halbuki necâset (pislik)
böceği, gül kokusundan müteezzî olup
(sıkıntı, eziyet duyup) bayılır. Onun için gül kokusu
ve gülistan ayn-ı cehennemdir
(cehennemin ta kendisidir).
İşte böyle binlerce misâl vardır. Sâirleri
(diğerleri) dahi buna
makıystir (benzer).
Bu esâs üzerine herkes isti'dâdının iktizâ eylediği
(gerektirdiği) rahmete
vâsıl olur (ulaşır).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-03.01.2006
http://sufizmveinsan.com
|