199. Bölüm


 

BU  FASS  KELİME-İ  DÂVÛDİYYE'DE  OLAN  "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE"  BEYÂNINDADIR

Ve vaktâki emir, hadd-i zâtında bizim takrîr ettiğimiz üzere oldu, bunun için halkın meâli, saâdet envâ'ının  ihtilâfı üzere, saâdetedir. İmdi Hak Teâlâ bu makamdan "rahmet"i her bir şeye vâs'i olmasıyla ta'bîr eyledi ve muhakkak rahmet, gazab-ı İlâhîyi sâbıktır. Halbuki sâbık mütekaddemdir. İmdi onun üzerine hükmeden müteahhir, abde lâhık oldukda, onun üzerine mütekaddem olan hükmeder. Böyle olunca abde rahmet meyleder. Zîrâ rahmetten gayri sâbık olmadı. İşte bu, "Rahmeti gazabını sebkat etti" sözünün ma'nâsıdır. Tâ ki ona vâsıl olan kimse üzerine hükmede. Zîrâ o, gâyette vâkıftır. Halbu­ki küllîsi gâyeye sâliktir. Binâenaleyh, gâyeye vusûl lâ-büddür. / Rahmete vusûl ve gazaba müfârakat lâ-büddür. Şu halde rahmete vâsıl olanın hâlinin i'tâ ettiği şey hasebiyle, ona vâsıl olan her bir kimse hakkında, hüküm rahmet içindir (12).

Ya'nî emir, hadd-i zâtında (aslında) bizim dediğimiz gibi olup emr-i meşiyyet  (meşiyyet hususu) i'tibâriyle (bakımından) hiçbir kimsenin Hakk'a muhâlefete (karşı çıkmaya) mecâli (gücü) olmayınca, elbette bilcümle (bütün) halkın (yaratılmışların) âkıbeti (sonu) saâdete müncer olur (kayar, sürüklenir). Zîrâ (çünkü) gerek "emr-i teklifî" (teklif edilen emir) olan şerîate riâyetle (hürmet, itibar etmekle) amel etsin, gerek etmesin, herkes "emr-i tekvînî" olan emr-i meşiyyete mutî' (itiat eder) ve münkâddır (boyun eğmektedir). Ve mutî' (itaat edenlerin) ve münkâd olanların (boyun eğenlerin) sonu da elbette saâdete çıkar. Velâkin (fakat) saâdetin envâ'-ı muhtelifesi (çeşitli türleri) vardır. Çünkü saâdet, emr-i nisbîdir (göreye göre olan bir husustur).  Nitekim, bu âlemde (dünyada) dahi böyledir. Bir hal birisine göre saâdettir ve diğerine göre değildir. Meselâ adam vardır ki, âile gâilesiyle (dertleriyle) iştiğâli (meşgul olması) kendisi için saâdet addeder (sayar).  Zîrâ (çünkü) onun isti'dâdı, meşrebi (yaradılışı) ve zevkı bunu iktizâ eder (gerektirir). Fakat yine adam vardır ki, infirâdı (yalnızlığı) ve gâileden (dertlerden) masûn (korunmuş, salim) olarak ferâğ-i bâl (gönül rahatlığı) ile yaşamağı saâdet bilir. Bu da onun isti'dâdına göre olan bir meşreb (yaradılış) ve zevktir. Sâir (diğer) ahvâl-i kesîre de (birçok durumda) buna makıystir (benzer).

Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ'nın .......................... (A'râf, 7/156) ya'nî "Benim rahmetim her şeye geniştir" âyet-i kerîmesi bu makâmı beyan

buyurmuştur (bildirmiştir). Ve ............... hadîs-i kudsîsi mûcibince (gereğince), muhakkak rahmet-i İlâhiyye (Allah’ın rahmeti) gazab-ı İlâhîyi (Allah’ın gazabını) geçmiştir; ya'nî rahmet gazabdan evveldir. Zîrâ (çünkü) rahmet aslî (gerçek, asıl) ve gazab ârizîdir (muvakkattır, sonradan olandır). Asl (esas) olan şey elbette evveldir. Ve ârîzî (sonradan olmuş, gelip geçici) olan şey dahi muahhardır (sonradır) ve sâbık (gazaptan evvel) olan rahmet, gazab-ı ârızî (sonradan olan gazab) üzerine mütekaddemdir (öndedir).  Çünkü gazab emr-i şerîate (şeriat emirlerine) muhâlif (aykırı) olan a'mâle (işlere) karşı ârız (mani, engel) olur. Halbuki ........................ (İsrâ, 17/84) âyet-i kerîmesinde beyan buyrulduğu (bildirildiği) vechile (tarafıyla), ehl-i âlemin (insanların) kâffesi (bütün hepsi) emr-i meşiyyete (Hakk’ın iradesine) itâat üzeredir. Meşiyyet-i İlâhiyye (Allah’ın dileği) hükmü ile vücûd-i Hak âyînesinde (Hakkk’ın vücut aynasında), a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) peydâ oldu (meydana çıktı). O a'yân (aşıkâr olanlar) ne sûretle (şekilde) sübût buldular (sabitleştiler, meydana çıktılar) ise, o sûretle (şekille) Hakk'ın ma'lûmu (bilineni Hakk’ta bilinen) oldular. Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-i kevnî (kozmik varlık, evren) de o vech ile (şekilde) zâhir olmaları (açığa çıkmaları) için irâde-i ilâhiyye (Hakk’ın iradesi) taalluk etti. (ilgili, ilişkili oldu) Onlar da bu âlemde (dünyada) öylece zuhûr ettiler (meydana çıktılar).  Şimdi emr-i meşiyyete (Allah’ın iradesine, dileğine) muhâlefete (aykırı davranmaya, karşı çıkmaya) kimin mecâli (gücü) olur? İşte, sû'-i hâtimeden (sonun kötü olmasından) ziyâde sû'-i fâtihadan (evvelin kötü olmasından) havf etmek (korkmak) lâzımdır, dediklerinin ma'nâsı budur.

Misâl: Tiyatro müellifleri (yazarları), tiyatro sahnelerinde oynanacak oyunları tertîb ederler (düzenlerler). Bunda gösterilen eşhâsın (şahısların) her birisine bir vazîfe tevdî' olunur (verilir).  Enzâr-ı âmmeye (herkesin gözü önüne) vaz'ından (konmadan) mukaddem (önce) tecrübesi icrâ olunur (yapılır).  Bilfarz (diyelim ki) Zeyd'e adâlet ve Amr'e zulm ve Ali'ye zâlimi te'dîb (haddini bildirme) ve Hakkı'ya birisini katl (öldürmek) ve Hind'e fuhuş vesâire gibi vazâifin (vazifelerin) îfâsı (yapılması) düşer. Ve bu  vazâif (vazifeler) herkesin isti'dâdına nazaran (göre) taksîm olunur. Zîra (çünkü) adâlet vazîfesini bi-hasebi'l-isti'dâd (istidadı bakımından) mükemmelen îfâ edebilecek (yerine getirebilecek) olan bir kimseye vazîfe-i zulm (zulum etme vazifesi) tevdî olunsa (verilse), isti'dâdı müsâid olmadığı için hakkıyla îfâ edemez (yapamaz); oyun zevksiz olur. Bu ise müellifın (yazarın) eserinde riâyet etmiş (uymuş) olduğu kâide-i hikmete (hikmet kaidelerine) muğâyir (ters) olur. Zîrâ (çünkü) "hikmet" her şeyi yerli yerine vaz' etmektir (koymaktır).  İmdi oyun enzâr-ı umûmiyyeye (bütün insanların gözleri önüne) vaz' olunduğu (konulduğu) vakit her bir şahıs bi-hasebi'l-isti'dâd (istidatları dolayısıyla) kendisine tevdî' olunan (verilen) vazîfeyi icrâ eder (yapar). Onun hâricine (dışına) çıkmak ihtimâli yoktur.

Rubâî: (dörtlü)

Tercüme: "Ey her gizlemiş olduğum şey sana zâhir olan (görülen) zât-ı kerîm (yüce Zat)!  Bütün isyânı gufrân (affetmen, merhamet etmen) ümidiyle icrâ ettim (yaptım). Farz edeyim ki hilâf-ı emr-i şerîat (şeriat emirlerinin tersinde) birçok amel ettim (iş işledim). Nihâyet sen her ne murâd etmiş isen ben onu yapmadım mı?"

Mâdemki rahmet, sâbık (önce, önde) ve mütekaddemdir (evveldir), şu halde abd (kul) üzerine, "emr-i teklîfî"ye (şeriate) muhâlif (aykırı) amelinden (işinden) dolayı, hükmeden gazab-ı müteahhir (sonradan yetişmiş, oluşmuş gazab),  abde (kulda) lâhık (sonradan) olduğu vakit, bu abd (kul) üzerine mütekaddem (önce) olan rahmet hükmeder. Böyle olunca rahmet, abde (kulu) şâmil olur (içine alır, kuşatır). Çünkü rahmetten başka sâbık (önde) olan bir şey yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) herkesin âkıbeti (sonu) "rahmet"e müncer olduğu (çekildiği, süreklendiği) sâbit oldu (anlaşıldı). Zîrâ (çünkü) hiçbir kimsenin emr-i meşiyyete (Allah’ın iradesine) muhâlefete (aykırı davranmaya) kudreti yoktur. İşte bu zikr olunan (anlatılan) kelâm .................. hadîs-i kudsîsinin ma'nâsıdır. "Rahmet"e vâsıl olan (ulaşan) kimse üzerine, o rahmetin hükmetmesi için, Hakk'ın asl (esas) olan rahmeti, ârızî (sonradan olmuş) olan gazabını geçti. Çünkü rahmet nihâyette (en sonda) durmuştur. Ve halkın (insanların) kâffesi (hepsi) dahi gâyeye vusûl (ulaşmak) için sâ’îdir (hızla yürümektedir). Ve halk (insanlar) mâdemki yürümektedir, elbette yolun nihâyeti (sonu) olan rahmete vâsıl olacaktır (ulaşacaktır) ve rahmete vusûl (ulaşmak) ile gazabdan ayrılacaktır. Binâenaleyh (bundan dolayı) rahmete vâsıl olan (ulaşan) her bir kimsenin hâli, onun ne vechile (tarafıyla) rahmete vusûlünü (ulaşmasını) iktizâ etmiş (gerektirmiş) ise, rahmete vâsıl olan (ulaşan) her bir kimse hakkında, hüküm rahmetindir. Zîrâ (çünkü) rahmete vâsıl olan (ulaşan) kimselerin ahvâli (halleri, durumları) muhteliftir (çeşitlidir). Binâenaleyh (bundan dolayı) onlar üzerine hâkim (hükmeden, hükümdar) olan rahmet dahi muhtelif (çeşitli) olur.

Meselâ, ba'zı kimselerin isd'dâdı gazab muktezâsından (gereklerinden) iltizâzı (lezzet almasını) îcâb eder. Şu halde cehennem denilen mahal (yer),  onun hakkında ayn-ı cennet (cennetin ta kendisi) olur. Eğer cennet denilen mahall-i râhata (rahat bir yere) idhâl olunsa (sokulsa), orada rahatsız olur. Ve ba'zı kimselerin isti'dâdı, rızâ muktezâsından (gereklerinden) tezevvuku (tad almasını) îcâb eder. Onun hakkında dâr-ı nâîm (nimet yurdu) olan cennet mahall-i râhat (rahat bir yer) ve dâr-ı intikâm (intikam yurdu) ve gazab (sıkıntı, azap) olan cehennem mahall-i azâb (azap verici sıkıntılı bir yer) olur. Ve ba'zısının hâli ibtidâen (başlangıçta) gazab ve intihâen (sonunda) rızâ ile telezzüzü (lezzetlenmeyi) iktizâ eder (gerektirir).Ve ba'zısının hâli derecât-ı âliyyeye (yüksek derecelere) vusûlü (ulaşmayı) iktizâ eder (gerektirir).

Velhâsıl "rahmet" nisbîdir (göreye göredir): Bir kimseye göre olan rahmet, diğerine göre azâbdır. Bu ahvâlin (hallerin) nazîri (benzerleri) bu âlem-i şehâdette (dünyada) dahi çoktur. Meselâ necâset (pislik) içinde bulunmak insan için azabdır. Fakat onunla tegaddî eden (beslenen) necâset (pislik) böceği ve hınzır (domuz) gibi hayvânât (hayvanlar) için ni'met ve râhattır. Ve  gül koklandıkça insana râhat verir. Halbuki necâset (pislik) böceği, gül kokusundan müteezzî olup (sıkıntı, eziyet duyup) bayılır. Onun için gül kokusu ve gülistan ayn-ı cehennemdir (cehennemin ta kendisidir). İşte böyle binlerce misâl vardır. Sâirleri (diğerleri) dahi buna makıystir (benzer). Bu esâs üzerine herkes isti'dâdının iktizâ eylediği (gerektirdiği) rahmete vâsıl olur (ulaşır).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-03.01.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail