BU FASS
KELİME-İ DÂVÛDİYYE'DE OLAN "HİKMET-İ VÜCÛDİYYE" BEYÂNINDADIR
Şiir:
İmdi fehm sâhibi olan kimse bizim dediğimiz şeyi müşâhede eder:
Ve eğer fehmi yok ise onu bizden alsın! (13).
Ya'nî
birinci mertebe olan şuhûd mertebesinde bulunup da, Cenâb-ı
Hak'tan kendisine fehm (anlayış)
ve basîret (seziş,
kavrayış) ihsân olunmuş
(bağışlanmış, verilmiş) kimse, "Herkesin âkıbeti
(sonu) rahmete çıkar"
dediğimizi, bu mertebe-i şuhûdda
(görme mertebelerinde) müşâhede eder
(görür). Ve eğer ikinci
mertebe olan îmân ve taklîd mertebesinde bulunduğundan dolayı
bir kimsede min-tarafi'llah (Allah
tarafından) verilmiş bir fehm
(anlayış) ve basîret
(manevi göz) yok ise, o ilm-i
şuhûdîyi (manevi
görüş ile elde ettiğimiz bu ilmi)
bizden alsın! Zîrâ (çünkü)
biz hakîkati kemâl-i vuzûh
(tam bir açıklık) ile beyân
ettik (anlattık).
Binâenaleyh ancak bizim zikrettiğimiz vâkı'dir. Sen ona i'timâd
et; ve onun hakkında hâl ile bizim olduğumuz gibi ol ! (14).
Ya'nî
vücûdda (varlıkta) vâkı'
(olmuş)
olan şey, ancak
bizim zikrettiğimiz (anlattığımız)
gibi, herkesin âkıbeti
(sonu) "rahmet"e müncer olmaktan
(varmaktan) ibârettir. Bizim
bu kavlimiz (sözlerimiz)
istidlâl (delil, kanıt)
üzerine değil, belki müşâhedeye
(görmeye) mübtenîdir
(dayanır). Binâenaleyh
(bundan dolayı) bizim bu kavlimize
(sözlerimize)
i'timâd et (güven)!
"Hz. Şeyh-i Ekber, bunu,
böyle dedi ammâ, hakîkat-i hâlin
(gerçek durumun) böyle olduğu neden ma'lûm? Belki
muhâkemesinde hatâ etmiştir" deme! Zîrâ
(çünkü) müşâhedede
(görmede) hatâ olmaz. Eğer
bizim sözümüze i'timâd edersen
(güvenirsen),
bizim bunu müşâhede ile (görerek)
mütehakkık olduğumuz
(meydana çıkardığımız gerçek) gibi, bir gün gelir ki,
bu hakîkat hakkında sen dahi müşâhede ile
(görerek) mütehakkık olursun (gerçeği
bulursun).
Size
tilâvet ettiğimiz şey, bize O'ndandır. Ve bizden size vehb
ettiğimiz şey, bizden sizedir (15).
Ya'nî size
beyân ettigimiz (anlattığımız)
hakâyık (hakikatler)
bize, Hak'tan vârid olan (gelen,
ulaşan) şeydir. Ve bizim size vehb
(bağışladığımız, ihsan)
ettiğimiz bu maârif (bilgiler)
ve hakâyık (hakikatler),
bizim vâsıtamızla size
gelen vârid-i Hak'tır (Hakk’tan
ulaşanlardır).
Zîrâ (çünkü) biz
"halîfetullâh"ız (Allah halifesiyiz).
Bu gibi maârif (bilgiler),
halka (insanlara)
bi-hasebi'l-isti'dâd (istidatları
dolayısıyla) bizim vâsıtamızla tevzî' olunur
(dağıtılır).
Ve
telyîn-i hadîde gelince, kendilerini zecr ve va'îd telyîn eden
kulûb-i kâsiyedir. Ateş demiri yumuşatır ve demiri yumuşatmak
güç değildir. Ve ancak kasvette tâştan daha şedîd olân kalbler
güçtür. Zîrâ ateş, taşı kırar ve onu kireç hâline koyar; ve o
kalbleri yumuşatmaz. Ve Hz. Dâvûd'a Hak Teâlâ, bir şeyin kendi
nefsi, ancak kendi nefsiyle vikâye olunduğunu, Allah tarafından
tenbîh olarak, demiri ancak dürû’-ı vâkıye amelinden dolayı
yumuşak kıldı. Zîrâ zırhlar sebebiyle, mızrak ve kılınç ve bıçak
ve demirden olan ok ucu ittikâ olunur. Binâenaleyh, sen demiri,
demire siper yaparsın. Böyle olunca şer'-i Muhammedî
............ ya'nî "Senden sana sığınırım" ile geldi. İyi anla!
İşte, bu telyîn-i hadîdin rûhudur. Binâenaleyh Hak, Müntakım'dir
ve Rahîm'dir. Ve Allah Teâlâ muvaffıktır (16).
Ya'nî, Dâvûd
(a.s.)’ın mu'cize olarak yed-i mübâreki
(kutsal, mübarek eli) ile
demiri yumuşatmasına gelince: Bu telyîn-i hadîd
(demiri yumuşatma) keyfiyeti
(hususu) zecr
(zorlama) ve va'îd
(korkutma) ile yumuşayabilen
kulûb-i kâsiye (katı kalpler)
sûretidir. Ateş, demiri nasıl yumuşatır ise, kulûb-i kâsiye
(katı kalpler) dahi
ahvâl-i mahşeri (mahşer durumunu)
ve ehvâl-i cehennemi (cehennem korkularını) zikr ederek
(anlatarak) tahvîf olunmakla
(korkutmakla) öylece yumuşar.
Zîrâ (çünkü) demirin
tab'ında (yaratılışında),
ateş içinde yumuşamak hâssası
(özelliği) bulunduğu gibi, bu
vücûd-ı kesîf-i hayvânînin
(yoğunlaşmış hayvansal bedenin) muktezayâtiyle
(gerekleriyle, icaplarıyla)
katılaşmış olan mü'minlerin kalblerinde dahi, va'z
(dini söz) ve nasîhat
işitmekle ve evliyâullahdan (Allah
velilerinden) kerâmât-i kevniyye
(kainatın yaratılış mucizesini)
görmekle, öylece yumuşamak hassası
(özelliği) vardır. Fakat
demir cemâdâttan (cansız
varlıklardan, madenlerden) olup tasarruf sâhibi
olmadığı için, onu bir kimsenin ateşe koyup yumuşatması
kolaydır. Zîrâ (çünkü)
ondan aslâ muhâlefet (karşı)
sudûru (çıkması)
ihtimâli yoktur. Ve ateşe vaz' olundukda
(konulduğunda) dahi, ateş onu
kemâl-i sühûletle (kolaylıkla tam
olarak) yumuşatır ve taşı dahi kırar ve kireç hâline
koyar. Velâkin kulûb-i kâsiye (katı
kalpleri) taştan daha şedîd
(sert) ve katı olduğu için
değme (gelişi güzel, her hangi bir)
söz ona te'sîr etmez
(etkilemez).
Meselâ
hevâ-yı nefsine (nefsinin arzularına)
tâbi' (bağlı)
bir mü'mine: "Bu yaptığın fiil (iş)
şer'a (şeriat hükümlerine)
muhâliftir (aykırıdır).
Hak Teâlâ rûz-i cezâda
(ceza gününde) maâsîye
mücâzât edecektir (suçun
cezasını verecektir).
Kendine acımaz mısın?" denilse hiddet edip: "Senin
nene lâzım, her koyun kendi bacağından asılır" cevâbıyla
mukâbele edip (karşılık verip)
yine lezzât-ı nefsâniyyesine
(nefsine hoş gelen şeylerle) meşğûl olur. Onun için
ârif-i billâh olan (Allah’ı bilen
(Allah’la bilen) kimseler bu kulûb-i kâsiye erbâbını
(katı kalbli kimseleri)
envâ'-ı hıyel (çeşitli hileler)
ile avlamağa sa'y ederler
(çalışırlar). Zîrâ (çünkü)
onlarda tasarrufât-ı nefsâniyye
(nefislerinin tasarrufu)
vardır. Demir gibi bî-tasarruf
(tasarrufsuz) değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) onları
yumuşatmak, demiri yumuşatmaktan daha güçtür. Ve Hak Teâlâ Dâvûd
(a.s.)’a bir şeyin kendi nefsi, ancak kendi nefsiyle muhâfaza
olunduğunu (korunduğunu)
tenbîh (anlatmak) için,
esnâ-yı harbde (harf esnasında)
insanın vücûdunu muhâfaza eder
(korur).
Zırhların i'mâlinden
(yapılmasından) dolayı, demiri o hazrete yumuşak
kıldı. Zîrâ (çünkü)
esnâ-yı harbde (savaş sırasında)
düşman tarafından insana tevcîh olunan
(yöneltilen) mızrak ve kılınç
ve bıçak ve ok uçlarına karşı vücûd zırhlar ile muhâfaza olunur
(korunur).
Halbuki zırhlar da demirden ve esliha
(silahlar) da demirden
ma'mûldür (yapılmıştır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) sen esnâ-yı muhârebede
(savaş sırasında) demiri
demire siper ittihâz edersin
(tutarsın). İmdi
sen kendini nasıl ki demire karşı demir ile vikâye edersen
(korursan),
öylece nefsini Allâh'a karşı, Allah ile muhâfaza
etmen (koruman) îcâb eder.
İşte bu hakîkate mebnî (dayalı)
(S.a.v.) Efendimiz "E'ûzü bike minke" ya'nî "Yâ Rabbi
Sen'den Sana sığınırım" buyurdu.
Hakk'a karşı
Hakk'ı siper ittihâz etmek (tutmak)
iki vecihle (yönlü) icmâl
olunur (özetlenir):
Birisi budur ki: Abdin
(kulun) vücûd-i abdânîsi
(kulun vucudu),
vücûd-i Hakkânîde (Hakk’ın
vücudunda) fânî olur (yok
olur).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
vücûd-i Hakkânî (Hakk’ın vücudu)
vücûd-i abdânîye (kulun
vücuduna) siper (koruyucu
engel) olur. Bu halde abd
(kul) için havf (korku)
ve hüzün yoktur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
................................ (Yûnus, 10/62) İkincisi:
Abdin (kulun) vücûd-i
abdânîsi (kulun vücudu)
bâkî (kalıcı) olmakla
berâber esmâ-i celâliyye-i- Hak'tan
(Hakk’ın celal esmasından) esmâ-i cemâliyye-i Hakk'a
(Hakk’ın cemal esmasına)
ilticâ eder (sığınır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) abd
(kul) kendi nefsini Hakk'a
karşı yine Hak'la muhâfaza etmiş
(korumuş) bulunur. Meselâ "Müntakım" ism-i
celâlîsinden (celal ismi olan
müntakim’den),
"Rahîm" ism-i cemâlîsine (cemal ismi
olan rahim ismine) kaçar.
İşte Dâvûd
(a.s.)’a mu'cize olarak telyîn-i hadîd
(demiri yumuşatma)
verilmesinin rûhu budur. Ya'nî demir mefhûmu
(kavramı) müttehid
(birleşik, bir) olmakla
berâber bir i'tibâra (görüşe)
göre insanı katl eder (öldürür)
ve bir i'tibâra (görüşe)
göre de muhâfaza eder
(korur). İşte
bunun gibi "Allah" dahi vâhid (tek)
olmakla berâber cemî'-i esmânın
(esmanın bütün hepsinin)
merci'idir (geri döneceği, sığınacağı
yerdir). Keserât-ı
esmâiyyesi (esmasının çokluğu)
hasebiyle kâh (kimi vakit)
kahr ve intikâm ve kâh (kimi
vakit) lutf (iyilik,
ihsan) ve rahmet ile tecellî eyler
(görünür, belirir).
Demir mefhûmda (manada)
tevhîd olunduğu (bir
sayıldığı) gibi, zât-ı Hak
(Hakk’ın Zatı) dahi tevhid
olunmak (birlemek, bir kılmak)
îcâb eder. Bu hakâyık-ı gâmızayı
(anlaşılması güç olan bu hakikatleri) anlamak
husûsunda Allah Teâlâ hazretleri kullarına tevfîk
(hidayet) ihsân eyler.
................................. (Bakara; 2/207
İntihâ fî:
14 Safer 336 ve 28 Teşrîn-i sânî 333 Çarşanba sabâhı saat 3.45
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.01.2006
http://sufizmveinsan.com
|