BU
FASS KELİME-İ HİKMET-İ
NEFESİYYE
“BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
Bu hikmet
feth-i "fâ" (“fa”nın açılımı)
ile "nefesiyye" midir,
(“nefes”ile mi ilgilidir)
yoksa sükûn-i "fâ"
(“fa”nın hareketsiz oluşu) ile "nefsiyye" midir?
(“nefis”ile mi ilgilidir)
Bunda iki kavil (görüş)
vardır. Şârih-i Fusûs
(Füsûs’u şerh edenlerden)
Müeyyedüddîn Cendî (k.s), cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)’ın hatt-ı
dest-i âlîleriyle (değerli el
yazılarıyla) "fâ"nın fethi
(“fâ” nın açılımı) üzere
............ (nefes) bulunduğunu beyan buyurur
(bildirir).
Ve Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)’ın üvey oğlu ve mürîdi
bulunan şeyh-i kebîr (büyük şeyh)
Sadreddîn Konevî (k.a.s) dahî kezâlik
(böylece),
Fükûk'ünde bu hikmeti Hz. Şeyh'in feth-i "fâ"
(“fa”nın açılımı) ile
"hikmet-i nefesiyye" (nefes ile
ilgili hikmet olduğunu) beyan buyurduğunu
(bildirdiğini) ihbâr eyler.
(haber verir) Bundan
anlaşılıyor ki, bu hikmetin iki vecih ile
(şekilde) de tesmiyesi
(denmesi) câizdir.
(olabilir)
Vech-i evvel
(ilk şekli) ile
tesmiyesinin (denmesinin)
sebebi budur ki: Tafsîlâtı (detayı)
kütüb-i tefâsîrde (tefsir
kitaplarında) beyân olunduğu
(anlatıldığı) üzere Yûnus
(a.s.)’a ehli (ailesi) ve
evlâdı ve kavmi cihetinden
(tarafından) envâ'-ı belâyâ
(çeşitli belalara) müteveccih
(yönelik, yatkın) oldu. Ve
Hak Teâlâ onu cemî'-i kürbetten
(bütün dertlerden) nefes-i rahmânîsiyle,
(rahman olan nefesiyle)
tenfîs eyledi (nefes verdi).
Nitekim Hak Teâla
buyurur: ............................ (Enbiyâ, 21 /88) Ya'nî
"Biz ona gamdan (dertten)
necât verdik (kurtardık)".
Halbuki Dâvûd-i Kayserî
hazretleri şerhinde: "Bu hikmetin takrîrinde
(anlatımında, belirtiminde)
ona delâlet (işaret) eder
bir şey yoktur" buyururlar. Ve fî'l-hakîka
(gerçekten, doğrusu) bu
fass-ı münîfın (kıymetli eserin)
münderecâtı (içinde yer
alanlar) bi'l-mütâlaa
(okumakla, incelemekle) anlaşılacağı üzere, bu
neş'et-i insâniyyenin (vücuda gelmiş
insanların) muhâfaza-i nizâmına
(düzeninin, tertibinin korunmasına)
dâirdir (aittir).
Onun için şârihîn-i kirâm
hazarâtı (şerh eden büyük zatlar),
bu hikmetin sükûn-i "fâ"
(hareketsiz, sakin “fa”)
ile vech-i sânî (ikinci şekil)
üzere, "hikmet-i nefsiyye"
(“nefis”le alakalı hikmet) olması cihetine
(tarafına) daha ziyâde
(fazla) meyl buyurmuşlardır
(eğilmişlerdir). Fakat
Sadreddîn Konevî hazretleri, bu kelimenin sûret-i telaffuzunu
(telaffuz şeklini) Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber efendimizin fem-i âlîlerinden
(yüce ağızlarından)
bi'd-defeât (defalarca)
işitmiş olacaklarından bu husûsta onların kavl-i şerifleri
(mübarek sözleri) burhân-ı
vâzıhdır (açık, kuvvetli delildir).
Ve Hz. Şeyh-i Ekber'in hatt-ı dest-i âlîleriyle
(yüce, kıymetli el yazılarıyla)
feth-i "fâ" (“fa”nın açılımı)
ile "nefesiyye" (“nefes”le
alakalı) sûretinde
(şeklinde) bulunması da bir
vesîkadır. (delildir, belgedir)
Her iki
kavlin (görüşün) tevfikı
(uygunluğu) husûsunda bu
fakîr-i hakîre (değersiz fakirin) lâyıh olan
(hatırına gelen) ma'nâ budur ki: Hak Teâlâ
hazretlerinin muhâfazasını
(korunmasını) murâd eylediği nefs-i insânînin
(insan nefsinin) bakâsı
(devamlılığı) "nefes"
vâsıtasıyladır. Zîrâ (çünkü),
alınan her nefes mümidd-i hayât
(hayatı uzatır) ve çıkarılan
her nefes dahi müferrih-i zâttır (kişiye ferahlık verir). Ve
insan gam (kedere, derde)
ve eleme (acıya, sızıya)
mübtelâ olduğu (düştüğü, tutulduğu)
vakit, içinde bir tazyîk
(daralma, sıkıntı) hisseder. Esbâb-ı gam
(üzüntünün sebebi) zâil
olunca (gidince),
“ooh'” diye geniş bir nefes alır. Ve şiddet-i gamdan
(sıkıntının, üzüntünün şiddetinden)
nefesi münkatı' olup
(kesilip) terk-i hayât edenler
(ölenler) pek çoktur. İşte
Yûnus (a.s.) bu hikmette beyan olunan
(anlatılan) hakâyıkı
(hakikatleri) mertebe-i
nübüvveti (Nübüvvetlik mertebesi)
hasebiyle ârif olduğu
(bildiği) için bakâ-yı
(devamlılığı) "nefes"i te'mînen
(temin etmek, sağlamak suretiyle)
belâyâdan (belalardan)
fırâr edip (kaçıp) bir
gemiye bindi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
.......................... (Saffât, 37/140) Ve orada diğer bir
belâya giriftâr oldu.
(yakalandı) Ve âkıbet
(sonunda) bu belâyâ-yı
müteselsileden (birbirini takip eden
belalardan) necât bularak
(kurtularak) geniş bir nefes aldı. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu hikmete
feth-i "fâ" (“fa”nın açılımı)
ile "hikmet-i nefesiyye"
(“nefes”in hikmeti) tesmiye olunduğu
(denildiği) vakit, "nefs"in
nizâmına (esaslarına, tertibine)
sebeb olan şey zikredilmiş
(anlatılmış) olur.
..................
Bil ki,
muhakkak bu neş'et-i insâniyyeyi, kemâliyle rûhen ve cismen ve
nefsen Allah Teâlâ kendi sûreti üzere hak etti. Binâenaleyh,
onun nizâmının çözülmesine, onu halk edenden gayrisi mütevellî
olmaz. Ya eliyle, halbuki bunun gayri yoktur, yâhut onun emri
ile... Ve Allah'ın emri olmaksızın ona tevellî eden kimse,
muhakkak kendi nefsine zulm eder ve onun hakkında Allah'ın
haddini tecâvüz eyler. Ve Allah Teâla'nın imâretiyle emr
eylediği şeyin harâbında sa'y eder (1).
'Ya'nî bu
sûret-i insâniyye (insan sureti)
öyle bir sûrettir ki, Hak Teâlâ hazretleri onu
kemâliyle (tamlık, mükemmellik
üzerine) rûhen (ruh
olarak) ve cismen (beden
olarak) ve nefsen (nefis
olarak) kendi sûreti üzerine halk etti.
(yarattı) Zîrâ
(çünkü) cism-i âlem
(evrenin madde yapısı)
Hakk'ın zâhiridir; (dış görünüşüdür)
ve Hak âlemin (evrenin,
cihanın) rûhu ve bâtınıdır
(içidir).
Ve hayât, sem', basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn
Hakk'ın sıfâtıdır. Ve kezâ (böylece)
insanın cismi (madde
bedeni), insanın
zâhiridir (dış görünüşüdür).
Ve rûhu o cismin
(bedenin) bâtınıdır
(içidir).
Ve insan dahî ta'dâd olunan
(sayılı) sıfat ile
muttasıfdır (vasıflanmıştır).Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu
neş'et-i insâniyye (vücuda gelmiş
insanın) nizâmının
(düzeninin, tertibinin) çözülmesine ve bozulmasına, o
neş'eti (vücuda gelmişi)
halk edenden (yaratandan)
gayrisi (başkası)
mübâşeret etmez (girişemez,
kalkışamaz) ve onun hall-i nizâmına
(tertibinin çözülmesine)
mübâşeret eden (girişen)
Hâlık (yaratıcı),
yâ kendi yed-i kudreti
(kudret eli) ile mübâşir ve mütevellî
(görevli) olur ki, âlemde
(evrende) bundan gayrisi
(başkası) vâkı'
(olmuş) olmaz.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
............................. (Zümer, 39/42) ya'nî "Allah Teâlâ
nefisleri hîn-i mevtlerinde
(öldükleri sırada (benlikten kurtulduklarında)
müteveffâ (ölmüş) kılar"
Zîrâ (çünkü) katl
(öldürme),
esbâb-ı muhtelife (çeşitli
sebepler) ile olur. Ve esbâbın
(sebeplerin) kâffesi
(bütün hepsi) müsebbib olan
(sebep olan) Hakk'ın yed-i
kudretindedir (kudret elindedir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) bir kimse esbâbdan
(sebeplerden) bir sebeble
katl olunsa (öldürülse),
mün'akid
(kurulmuş, düğümlenmiş) olan
sûret-i beşeriyyesinin (madde
bedeninin) nizâmı (düzeni),
Hâlık'ının (yaratıcısının)
yed-i kudretiyle (kudret
eliyle) çözülmüş olur. Veyâhut bu neş'et-i
insâniyyenin (vücut bulmuş insanın)
Hâlık'ı (yaratıcısı),
onun hall-i nizâmına,
(tertibinin bozulmasına) kendisinin emri olan emr-i
şer'î (şeriat emirleri)
ile mütevellî (görevli)
olur. Zîrâ (çünkü) emr-i
şer'î (şeriat emirlerinden)
olan kısâs (öldüreni öldürme
hususu),
sûret-i beşeriyye (beşer suretin
(madde bedenin) nizâmının
(düzeninin) bozulmasına emirdir. Ve bu neş'et-i
insâniyyenin (vücud bulmuş insanın)
emr-i İlâhî (Hakk’ın emri)
olan emr-i şer'î (şeriat
emirleri) olmaksızın, hall-i nizâmına
(tertibinin, bozulmasına)
mütevellî (görevli)
olan ve o
binâullâhı (Allah binasını)
yıkan kimse, muhakkak kendi nefsine zulmeder
(eziyet verir).
Ve bu neş'et (vücuda
gelmiş) hakkında
Allah Teâlâ'nın vaz'ettiği (koyduğu)
haddi (sınırı)
tecâvüz eyler (aşar).
Ve Allah Teâlâ hazretlerinin imâreti ile
(onarmayı, mamur kılmayı)
emrettiği binânın harâbına
(bozulmasına, yıkılmasına) çalışır. Nitekim Hak Teâlâ
buyurur: .............................. (Talâk, 65/1). Ya'nî
“Allah'ın hudûdunu (sınırını)
tecâvüz eden (aşan)
kimse muhakkak kendi nefsine zulmeder
(eziyet verir).”
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-17.01.2006
http://sufizmveinsan.com
|