BU
FASS KELİME-İ HİKMET-İ NEFESİYYE
“BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
Bil ki
Allâh'ın kulları üzerine şefkat, fillâhi gayretten riâyete
ehaktır. Dâvûd (a.s.), Beyt-i Makdis'i binâ etmek diledi.
Binâenaleyh, onu mirâren binâ etti. Her ne vakit fâriğ olsa
yıkılır idi. Böyle olunca Allah Teâlâ'ya bunu şikâyet etti.
Allah Teâlâ ona vahy eyledi ki: "Muhakkak benim bu beytim kanlar
döken kimsenin iki eli üzerinde kâim olmaz." İmdî Dâvûd (â.s.)
dedi: "Yâ Rab bu senin yolunda olmadı mı?". Hak Teâlâ buyurdu:
"Evet, velâkin onlar benim kullarım değil midir?" Cenâb-ı Dâvûd
dedi: "Yâ Rab, onun bünyânını benden olan kimsenin iki eli
üzerine kıl!" Böyle olunca Allah Teâlâ ona vahy etti ki:
"Muhakkak senin oğlun Süleyman onu binâ eder". İmdi bu hikâyeden
garaz, bu neş'et-i insâniyyenin mürââtıdır ve muhakkak onun
ikâmesi hedminden evlâdır. Sen adüvv-i dîni görmez misin ki,
Allah Teâlâ onları ibkâ için; onlar hakkında cizyeyi ve sulhu
farz etti. Ve ................................. (Enfâl, 8/61)
Ya'nî "Eğer onlar sulha meylederse, sen dahî onlar için sulha
meyl et; ve Allah Teâlâ'ya tevekkül eyle!" dedi. Sen üzerine
kısâs vâcib olan kimseyi görmez misin? Evliyâ-yı dem bir cemâat
olup da birisi diyete râzı olduğu veyâ afveylediği ve bâki
evliyâ ancak katli murâd eyledikleri vakit Hak Sübhânehû afveden
kimseye nasıl riâyet, ve afv etmeyen kimselere nasıl tercih
eder. Binâenaleyh kısâsan katl olmaz. Görmez misin ki,
Resûlullah (a.s.) ip sâhibi hakkında "Onun katli onun mislidir"
buyurur. Sen Allah Teâlâ'yı görmez misin?
........................ (Şûrâ, 42/40) Ya'nî "Seyyienin
cezâsı onun gibi bir seyyiedir" buyurur. Binâenaleyh, kısâsı
seyyie kıldı. Ya'nî meşrû olmakla berâber bu fiil fenâ olur.
İmdi bir kimse afvetse ve ıslâh eylese, onun ecri Allah
üzerinedir. Zîrâ onun sûreti üzeredir. Böyle olunca bir kimse
ondan afv etse ve onu katletmese, onun ecri, sûreti üzerine
olduğu kimse üzerinedir. Zîrâ ona ehaktır. Çünkü onu kendisi
için inşâ etti (2).
Ya'nî
ehl-i-İslâm (Müslümanlar)
aleyhine (karşısında)
harbe kıyâm eden (kalkışan)
küffâr (kafirler) ve müşrikîn (şirk
koşanlar) hakkında Hak Teâlâ her ne kadar
.......................... (Enfâl, 8/65) ya'nî "Ey Nebî,
mü'minleri kıtâle (savaşmaya)
teşvîk et!" ve ..................................... (Tevbe,
9/5) ya'nî "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz!"
................................ (Tevbe, 9/36) ya'nî “Müşrikler
sizi nasıl kâffeten (hepinizi,
cümlenizi) katl ederlerse
(öldürürlerse),
siz de onları öylece kâffeten
(hepsini) katlediniz”
(öldürünüz) âyet-i kerîmeleriyle, emsâli
(benzeri) olan âyât-ı
Kur'âniyyede (Kur’an ayetlerinde)
kıtâl (savaş)
ile emretmekte ise de, ma'lûmun olsun
(bilmiş ol) ki, Allâh'ın
kullarına şefkat etmek, onları Allah yolunda gayretten
(çalışmaktan) dolayı
öldürmekten daha ziyâde (çok)
riâyet olunmaya (sayılmaya, saygı
gösterilmeye) lâyıktır. Eğer emr-i İlahi
(İlahi emir) sarâhaten
(açık, açık) müşrikînin
(Allah’a ortak koşanların)
katli (öldürülmesi)
hakkında olup dururken, onlara şefkat etmeye riâyetin
(saygı gösterilmeye)
ehakk (hak ettiğine,
müstehak) olduğuna delîlin
(kanıtın) nedir? diyecek
olursan, cevâbı budur ki: Dâvûd (a.s.) Beyt-i Makdis'î
(Kudüs camii’ni, mescid-i aksa’yı)
binâ etmek istedi ve binâ etti: Binâ, hitâmında
(sonunda) yıkıldı. Birkaç
defa böyle oldu. O hazret bu halden Hakk'a şikâyet eyledi.
Vahy-i İlahi (İlahi vahiy)
geldi ki: “Benim beytim (evim)
kan döken kimsenin elleriyle binâ olunmaz.” Hz. Dâvûd
“Sefk-i dimâ' (kan dökücülük)
senin yolunda olmadı mı?” dedi. Hak Teâlâ "Evet, velâkin
(amma) onlar benim kullarım
değil midir?" buyurdu. Nihâyet Dâvûd: (a.s)ın talebi
(isteği) üzerine Beyt-i
Makdis'in (Mescid-i Aksa’yı)
Süleyman (a.s.)’ın yediyle (eliyle) binâ olunacağı vahy olundu. İşte bu hikâyeden garaz
(gaye), sûret-i İlahiyye
(İlahi suret) üzerine olan bu
neş'et-i insaniyyeye (vücuda gelmiş
bu insanlara) riâyet
(itibar, saygı) lâzım
geldiğini beyandır (anlatmaktır).
Suâl:
Hak Teâlâ hazretleri bir taraftan "Müşrikleri öldürün!" diye
emrediyor. Diğer taraftan dahi kullarının kanı döküldüğünü hoş
görmüyor. Bunlar yekdîğerinin (biri
diğerinin) nakîzı (zıddı)
olan iki hüküm değil midir?
Cevap:
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, müşriklerin (Allah’a şirk
koşanların) katli
(öldürülmesi) Allah yolunda gayretten
dolayı emrolunmuştur. Ve "gayret" "gayriyyet"ten
müştaktır (türemiştir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) bir kimse Hak yolunda gayret
etse, kendisinin ve muhîtinin
(çevresinin) Hakk'ın gayri
(h Hak’tan başkası) olduğunu
isbât etmiş (kanıtlamış)
olur. Halbuki, Fass-ı Dâvûdî'nin
(Davut’la ilgili bölümün)
nihâyetlerinde (sonlarında)
îzâh olunduğu (anlatıldığı)
üzere emir ikidir: Biri "emr-i tekvînî",
(kulun ezelde kazandığı istidadın
gerekleri olan emirler, ilmi suretlerin istidatları)
diğeri de "emr-i teklîfi"dir (teklif
edilen emirlerdir, şeriat emirleridir).
Emr-i tekvînî (ilmi
suretlerin istidatlarının gereği olan emirler) abdin
(kulun) isti'dâd-ı ezelîsi
(ezelde kazanmış olduğu istidadı)
üzerine terettüb (gereken,
icap) eden emirdir. Eğer onun isti'dâdı, emr-i
teklîfî (teklif edilen emirler)
olan emr-i şerîata (şeriat
emirlerine) muhâlefeti
(karşı gelmesi) îcâb ediyorsa
(gerektiriyorsa),
dünyâ dediğimiz bu âlem-i
kesîfde (madde alemde),
muhakkak
(kesin olarak) ondan Enbiyâya
(Nebilere, Peygamberlere)
muhâlefet (karşı çıkmak)
zuhûra gelir (açığa çıkar).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) o kimse küfür ve şirkinde ma'zûrdur
(özürlüdür).
Zîrâ (çünkü)
şuûnât-i İlahiyyeden (İlahi işlerden,
fiillerden) bir şe'n (iş,
fiil) olan onun ayn-i sâbitesi
(ilmi sureti) lisân-ı
isti'dâd ile (istidadından gelen bir
şekilde) Hak'tan bu sûretle zuhûru
(açığa çıkmayı) istemiştir.
Hak dahi ifa"za-i vücûd (vücut
vermek) ile onu o sûretle
(şekilde) ızhâr buyurmuştur
(açığa çıkarmıştır).
Şu halde kâfir ve müşrikten
(Allah’a şirk koşandan) sâdır
olan (çıkan) fiil, bir
i'tibâra (değere, görüşe)
göre emr-i İlahiye (Hakk’ın
emirlerine) muvâfık
(uygun) ve bir i'tibâra
(değere, görüşe) göre de muhâliftir
(aykırıdır).
İşte yekdîğerine (biri
diğerine) münâkız
(zıt) görünen hükm-i İlahi
(Hakk’ın emirleri) dahî
biribirinin zıddı olan merâtib
(mertebeler) hasebiyle vâkı'
olmuş (gerçekleşmiş)
olur.
Zîrâ
(çünkü) vücûd-i vâhidin
(tek vücudun) merâtib-i
muhtelifede (çeşitli mertebelerde)
zuhûru (meydana çıkışı),
her bir mertebenin kendisine mahsûs
(özel) olan ahvâline
(durumlarına) göre, ahkâm-ı
muhtelifeyi (çeşitli hükümleri)
îcâb eder (gerektirir).
Meselâ buhâr, buhâr mertebesinde
iken kemâl-i letâfetten
(inceliğinden, şeffaflığından dolayı) görünmez;
tekâsüf edip (yoğunlaşıp)
bulut mertebesine tenezzül edince
(inince) göz ile görülür. Daha tekâsüf edip
(yoğunlaşıp) su olunca
kuvve-i lâmise (dokunma gücü)
vücûdunu (varlığını)
his eder. Bir mertebe daha tekâsüf edip
(yoğunlaşıp) buz olunca elde durur; ve istenilen şekle ifrâğ
olunur (sokulur).
Buhârın bu mertebeleri,
buhârın terkîbine başka bir şey dâhil olmakla
(girmekle) zuhûra gelmedi
(meydana çıkmadı);
belki onun sıfât-ı ârızası
(arızi sıfatları),
ma'dûm (yok)
iken mevcûd oldu. İşte görülüyor ki buhâr dediğimiz mefhûm
(kavram) vâhidi'l-vücûd
(tek vücud) iken, merâtib-i
muhtelifede (çeşitli mertebelerde)
zuhûrundan (meydana
çıkışından) dolayı taaddüd
(çoğalma) husûle geldi
(oluştu).
Ve her bir mertebenin hükmü başka başka oldu. Su ile
tahâret (temizlenmek, yıkanmak)
mümkün olduğu halde bulutla tahâret
(temizlenmek) mümkün
değildir. Ve kezâ (böylece)
eriyip su olmadıkça buz, suyun hizmetini
(vazifesini) îfâ edemez
(yerine getiremez).
Bu
misâlde olduğu gibi eltaf-i latîf
(şeffafın şeffafı) olan vâhid-i hakîkî
(tek hakikat),
her bir mertebeye tenezzülünde
(inişinde) bir hükmü îcâb
eder (gerekir).
Zîrâ (çünkü)
muktezayât-ı merâtib (mertebelerin
gerekleri, icapları) muhtelifdir
(çeşitlidir).
Ve âlem-i kesîf-i şehâdet
(içinde bulunduğumuz madde âlem) şerîatin vücûdunu
(varlığını)
iktizâ (gerektirir)
ve kânûn-i İlahiyi (İlahi
kanunları) ref’
(kaldırmak, hükümsüz bırakmak) için mü'minîn
(Müslümanlar) ile harbe kıyâm
eden (kalkan) küffâr
(kâfirler) ve müşrikînin
(müşriklerin) katlini
(öldürülmesini) icâb eder
(gerektirir).
Eğer küffâr
(kâfirler) îmân etmeyip de
kıtâle (savaşa) kıyâm
etmezlerse (kalkışmazlarsa)
katl olunmazlar (öldürülmezler).
Zîrâ (çünkü)
sûret-i İlahiyye (İlahi suret)
üzerine mahlûk (yaratık)
olan neş'et-i insâniyyenin
(vücuda gelmiş insanın) ibkâsı
(devamlılığı),
onu yıkmaktan evlâdır (daha iyidir). Sen din
düşmanlarını görmüyor musun ki Allah Teâlâ onları ibkâ
(onların devamlılığı) için cizyeyi
(vergiyi) ve sulhu
(barışı) farz edip (kabul
edip) "Eğer onlar sulha
(barışa) meyl ederlerse
(yönelirlerse),
sen dahî sulha (barışa)
meyl et (yönel)!"
(Tevbe, 9/7) buyurdu. Ve
kezâ (böylece) adam
öldürdüğü için kısâsı (öldürenin
öldürülmesi) îcâb eden
(gereken) kâtili görmüyor musun? Maktûlün
(öldürülmüş kişinin)
velîsinin fidye (can kurtarma
karşılığında verilen para vs...) alması veyâ kâtili
afv etmesi nasıl meşrû' kılındı
(şeriatçe caiz oldu)? Eğer
kâtil fidye vermekten ibâ ederse
(vermeyi kabul etmezse) katlolunur
(öldürülür).
Kezâ
(böylece) görmez misin ki,
maktûlün (öldürülen kişinin)
velîleri müteaddid (birden fazla)
olup da içlerinden birisi, diyet
(bedelini) almağa râzı olsa
veyâhut kâtili afv etse, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri o
velinin rızâsına veyâ afvınâ nasıl riâyet buyuruyor
(itibar ediyor, saygı gösteriyor) ve onu affetmeyen
kimselere nasıl tercîh ediyor (üstün
tutuyor) ? İşte
bu sûrette kâtil kısâs olarak
(öldürmesine karşılık) katlolunmaz
(öldürülmez).
Ve kezâ (böylece)
görmez misin ki, (S.a.v.) Efendimiz, maktûlün
(öldürdüğü kişinin) ipi
elinde bulunan bir kimsenin katli
(öldürülmesi) taleb olundukda
(istenildiğinde),
o ip sâhibi hakkında, mahzâ
(sadece) elinde maktûlün
(öldürülenin) ipi bulunduğu
için, "Kısâsan (kısâs olarak)
katli (öldürülmesi)
taleb olunan (istenilen)
bu kimsenin katli (öldürülmesi),
maktûlün
(öldürülenin) katli
(öldürülmesi) gibidir"
buyurur. Ve kezâ (böylece)
görmez misin ki, Allah Teâlâ hazretleri "Fenâlığın cezâsı,
onun gibi bir fenâlıktır" (Şûrâ, 42/40) buyuruyor. Binâenaleyh
(bundan dolayı) kısâsı
(öldüreni öldürmeği) fenâlık
addediyor (sayıyor).
Yâ'nî kısâs
(öldüreni öldürmek) meşrû'
olmakla (şeriat izin vermekle)
berâber fenâ bir fiil olmuş oluyor.
İşte bu
hikmete mebnî (dayalı) Hak
Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de ...........................
(Şûrâ, 42/40) ya'nî "Bir kimse affetse ve ıslâh eylese
(anlaşsa, sulh etse),
o afv ve ıslâhın (sulhun,
anlaşmanın) ecri (sevabı)
Allah üzerinedir" buyurur. Zîrâ
(çünkü) kâtil sûret-i
İlahiyye (İlahi suret)
üzeredir. Binâenaleyh (bundan dolayı)
bir kimse kâtilden onun cürmünü
(suçunu) affetse ve o kâtili
katletmese (öldürmese),
o afvın ecri (sevabı),
kâtili kendi sûreti üzerine halk eden
(yaratan) Allah Teâlâ
üzerinedir. Zîrâ (çünkü)
Hak, kullarındân afva (affetmeye)
ehaktır (müstehaktır,
daha layıktır).
Çünkü kullarını, onlar sebebiyle esmâsını ve sıfâtını ızhâr
etmek (açığa çıkarmak)
üzere kendi nefsi için inşâ eyledi
(yaptı, vücuda getirdi) ve nitekim hadîs-i kudsîde
buyurdu: ........................... Ya'nî "Ey âdemoğlu, eşyâyı
(şeyleri (varlıkları)
senin için ve seni de Benim için halk ettim
(yarattım)".
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-24.01.2006
http://sufizmveinsan.com
|