202. Bölüm


 

BU FASS KELİME-İ HİKMET-İ NEFESİYYE  

“BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

Bil ki Allâh'ın kulları üzerine şefkat, fillâhi gayretten riâyete ehaktır. Dâvûd (a.s.), Beyt-i Makdis'i binâ etmek diledi. Binâenaleyh, onu mirâren binâ etti. Her ne vakit fâriğ olsa yıkılır  idi. Böyle olunca Allah Teâlâ'ya bunu şikâyet etti. Allah Teâlâ ona vahy eyledi ki: "Muhakkak benim bu beytim kanlar döken kimsenin iki eli üzerinde kâim olmaz." İmdî Dâvûd (â.s.) dedi: "Yâ Rab bu senin yolunda olmadı mı?". Hak Teâlâ buyurdu: "Evet, velâkin onlar benim kullarım değil midir?" Cenâb-ı Dâvûd dedi: "Yâ Rab, onun bünyânını benden olan kimsenin iki eli üzerine kıl!" Böyle olunca Allah Teâlâ ona vahy etti ki: "Muhakkak senin oğlun Süleyman onu binâ eder". İmdi bu hikâyeden garaz, bu neş'et-i insâniyyenin mürââtıdır ve muhakkak onun ikâmesi hedminden  evlâdır. Sen adüvv-i dîni görmez misin ki, Allah Teâlâ onları ibkâ  için; onlar hakkında cizyeyi ve sulhu farz etti. Ve ................................. (En­fâl, 8/61) Ya'nî "Eğer onlar sulha meylederse, sen dahî onlar için sulha meyl et; ve Allah Teâlâ'ya tevekkül eyle!" dedi. Sen üzerine kısâs vâcib olan kimseyi görmez misin? Evliyâ-yı dem bir cemâat olup da birisi diyete râzı olduğu veyâ afveylediği ve bâki evliyâ ancak katli murâd eyledikleri vakit Hak Sübhânehû afveden kimseye nasıl riâyet, ve afv etmeyen kimselere nasıl tercih eder. Binâenaleyh kısâsan katl olmaz. Görmez misin ki, Resûlullah (a.s.) ip sâhibi hakkında "Onun katli onun mislidir" buyurur. Sen Allah Teâlâ'yı görmez misin? ........................ (Şûrâ, 42/40) Ya'nî "Seyyienin cezâsı onun gibi bir seyyiedir" buyurur. Binâenaleyh, kısâsı seyyie kıldı. Ya'nî meşrû olmakla berâber bu fiil fenâ olur. İmdi bir kimse afvetse ve ıslâh eylese, onun ecri Allah üzerinedir. Zîrâ onun sûreti üzeredir. Böyle olunca bir kimse ondan afv etse ve  onu katletmese, onun ecri, sûreti üzerine olduğu kimse üzerinedir. Zîrâ ona ehaktır. Çünkü onu kendisi için inşâ etti (2).

Ya'nî ehl-i-İslâm (Müslümanlar) aleyhine (karşısında) harbe kıyâm eden (kalkışan) küffâr (kafirler) ve müşrikîn (şirk koşanlar) hakkında Hak Teâlâ her ne kadar .......................... (Enfâl, 8/65) ya'nî "Ey Nebî, mü'minleri kıtâle (savaşmaya) teşvîk et!" ve ..................................... (Tevbe, 9/5) ya'nî "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz!" ................................ (Tevbe, 9/36) ya'nî “Müşrikler sizi nasıl kâffeten (hepinizi, cümlenizi) katl ederlerse (öldürürlerse), siz de onları öylece kâffeten (hepsini) katlediniz” (öldürünüz) âyet-i kerîmeleriyle, emsâli (benzeri) olan âyât-ı Kur'âniyyede (Kur’an ayetlerinde) kıtâl (savaş) ile emretmekte ise de, ma'lûmun olsun (bilmiş ol) ki, Allâh'ın kullarına şefkat etmek, onları Allah yolunda gayretten (çalışmaktan) dolayı öldürmekten daha ziyâde (çok) riâyet  olunmaya (sayılmaya, saygı gösterilmeye) lâyıktır. Eğer emr-i İlahi (İlahi emir) sarâhaten (açık, açık) müşrikînin (Allah’a ortak koşanların) katli (öldürülmesi) hakkında olup dururken, onlara şefkat etmeye riâyetin (saygı gösterilmeye) ehakk (hak ettiğine, müstehak) olduğuna delîlin (kanıtın) nedir? diyecek olursan, cevâbı budur ki: Dâvûd (a.s.) Beyt-i Makdis'î (Kudüs camii’ni, mescid-i aksa’yı) binâ etmek istedi ve binâ etti: Binâ, hitâmında (sonunda) yıkıldı. Birkaç defa böyle  oldu. O hazret bu halden Hakk'a şikâyet eyledi. Vahy-i İlahi (İlahi vahiy) geldi ki: “Benim beytim (evim) kan döken kimsenin elleriyle binâ olunmaz.” Hz. Dâvûd “Sefk-i dimâ' (kan dökücülük) senin yolunda olmadı mı?” dedi. Hak Teâlâ "Evet, velâkin (amma) onlar benim kullarım değil midir?" buyurdu. Nihâyet Dâvûd: (a.s)ın talebi (isteği) üzerine Beyt-i Makdis'in (Mescid-i Aksa’yı) Süleyman (a.s.)’ın yediyle (eliyle) binâ olunacağı vahy olundu. İşte bu hikâyeden garaz (gaye), sûret-i İlahiyye (İlahi suret) üzerine olan bu neş'et-i insaniyyeye (vücuda gelmiş bu insanlara) riâyet (itibar, saygı) lâzım geldiğini beyandır (anlatmaktır).

Suâl: Hak Teâlâ hazretleri bir taraftan "Müşrikleri öldürün!" diye emrediyor. Diğer taraftan dahi kullarının kanı döküldüğünü hoş görmüyor. Bunlar yekdîğerinin (biri diğerinin) nakîzı (zıddı) olan iki hüküm değil midir?

Cevap: Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, müşriklerin (Allah’a şirk koşanların) katli (öldürülmesi) Allah yolunda gayretten dolayı emrolunmuştur. Ve "gayret" "gayriyyet"ten müştaktır (türemiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) bir kimse Hak yolunda gayret etse, kendisinin ve muhîtinin (çevresinin) Hakk'ın gayri (h Hak’tan başkası) olduğunu isbât etmiş (kanıtlamış) olur. Halbuki, Fass-ı Dâvûdî'nin (Davut’la ilgili bölümün) nihâyetlerinde (sonlarında) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere emir ikidir: Biri "emr-i tekvînî", (kulun ezelde kazandığı istidadın gerekleri olan emirler, ilmi suretlerin istidatları) diğeri de "emr-i teklîfi"dir (teklif edilen emirlerdir, şeriat emirleridir). Emr-i tekvînî (ilmi suretlerin istidatlarının gereği olan emirler) abdin (kulun) isti'dâd-ı ezelîsi (ezelde kazanmış olduğu istidadı) üzerine terettüb (gereken, icap) eden emirdir. Eğer onun isti'dâdı, emr-i teklîfî (teklif edilen emirler) olan emr-i şerîata (şeriat emirlerine) muhâlefeti (karşı gelmesi) îcâb ediyorsa (gerektiriyorsa),  dünyâ dediğimiz bu âlem-i kesîfde (madde alemde),  muhakkak (kesin olarak) ondan Enbiyâya (Nebilere, Peygamberlere) muhâlefet (karşı çıkmak) zuhûra gelir (açığa çıkar). Binâenaleyh (bundan dolayı) o kimse küfür ve şirkinde ma'zûrdur (özürlüdür). Zîrâ (çünkü) şuûnât-i İlahiyyeden (İlahi işlerden, fiillerden) bir şe'n (iş, fiil) olan onun ayn-i sâbitesi (ilmi sureti) lisân-ı isti'dâd ile (istidadından gelen bir şekilde) Hak'tan bu sûretle zuhûru (açığa çıkmayı) istemiştir. Hak dahi ifa"za-i vücûd (vücut vermek) ile onu o sûretle (şekilde) ızhâr buyurmuştur (açığa çıkarmıştır). Şu halde kâfir ve müşrikten (Allah’a şirk koşandan) sâdır olan (çıkan) fiil, bir i'tibâra (değere, görüşe) göre emr-i İlahiye (Hakk’ın emirlerine) muvâfık (uygun) ve bir i'tibâra (değere, görüşe) göre de muhâliftir (aykırıdır). İşte yekdîğerine (biri diğerine) münâkız (zıt) görünen hükm-i İlahi (Hakk’ın emirleri) dahî biribirinin zıddı olan merâtib (mertebeler) hasebiyle vâkı' olmuş (gerçekleşmiş) olur.

Zîrâ (çünkü) vücûd-i vâhidin (tek vücudun) merâtib-i muhtelifede (çeşitli mertebelerde) zuhûru (meydana çıkışı), her bir mertebenin kendisine mahsûs (özel) olan ahvâline (durumlarına) göre, ahkâm-ı muhtelifeyi (çeşitli hükümleri) îcâb eder (gerektirir).  Meselâ buhâr, buhâr mertebesinde iken kemâl-i letâfetten (inceliğinden, şeffaflığından dolayı) görünmez; tekâsüf edip (yoğunlaşıp) bulut mertebesine tenezzül edince (inince) göz ile görülür. Daha tekâsüf edip (yoğunlaşıp) su olunca kuvve-i lâmise (dokunma gücü) vücûdunu (varlığını) his eder. Bir mertebe daha tekâsüf edip (yoğunlaşıp) buz olunca elde durur; ve istenilen şekle ifrâğ olunur (sokulur).  Buhârın bu mertebeleri, buhârın terkîbine başka bir şey dâhil olmakla (girmekle) zuhûra gelmedi (meydana çıkmadı); belki onun sıfât-ı ârızası (arızi  sıfatları), ma'dûm (yok) iken mevcûd oldu. İşte görülüyor ki buhâr dediğimiz mefhûm (kavram) vâhidi'l-vücûd (tek vücud) iken, merâtib-i muhtelifede (çeşitli mertebelerde) zuhûrundan (meydana çıkışından) dolayı taaddüd (çoğalma) hu­sûle geldi (oluştu). Ve her bir mertebenin hükmü başka başka oldu. Su ile tahâret (temizlenmek, yıkanmak) mümkün olduğu halde bulutla tahâret (temizlenmek) mümkün değildir. Ve kezâ (böylece) eriyip su olmadıkça buz, suyun hizmetini (vazifesini) îfâ edemez (yerine getiremez).

Bu misâlde olduğu gibi eltaf-i latîf (şeffafın şeffafı) olan vâhid-i hakîkî (tek hakikat), her bir mertebeye tenezzülünde (inişinde) bir hükmü îcâb eder (gerekir). Zîrâ (çünkü) muktezayât-ı merâtib (mertebelerin gerekleri, icapları) muhtelifdir (çeşitlidir). Ve âlem-i kesîf-i şehâdet (içinde bulunduğumuz madde âlem) şerîatin vücûdunu (varlığını) iktizâ (gerektirir) ve kânûn-i İlahiyi (İlahi kanunları) ref’ (kaldırmak, hükümsüz bırakmak)  için mü'minîn (Müslümanlar) ile harbe kıyâm eden (kalkan) küffâr (kâfirler) ve müşrikînin (müşriklerin) katlini (öldürülmesini) icâb eder (gerektirir).  Eğer küffâr (kâfirler) îmân etmeyip de kıtâle (savaşa) kıyâm etmezlerse (kalkışmazlarsa) katl olunmazlar (öldürülmezler). Zîrâ (çünkü) sûret-i İlahiyye (İlahi suret) üzerine mahlûk (yaratık) olan neş'et-i insâniyyenin (vücuda gelmiş insanın) ibkâsı (devamlılığı), onu yıkmaktan evlâdır (daha iyidir).  Sen din düşmanlarını görmüyor musun ki  Allah Teâlâ onları ibkâ (onların devamlılığı) için cizyeyi (vergiyi) ve sulhu (barışı) farz edip (kabul edip) "Eğer onlar sulha (barışa) meyl ederlerse (yönelirlerse), sen dahî sulha (barışa) meyl et (yönel)!"  (Tevbe, 9/7) buyurdu. Ve kezâ (böylece) adam öldürdüğü için kısâsı (öldürenin öldürülmesi) îcâb eden (gereken) kâtili görmüyor musun? Maktûlün (öldürülmüş kişinin) velîsinin fidye (can kurtarma karşılığında verilen para vs...) alması veyâ kâtili afv etmesi nasıl meşrû' kılındı (şeriatçe caiz oldu)?  Eğer kâtil fidye vermekten ibâ ederse (vermeyi kabul etmezse) katlolunur (öldürülür).  Kezâ (böylece) görmez misin ki, maktûlün (öldürülen kişinin) velîleri müteaddid (birden fazla) olup da içlerinden birisi, diyet (bedelini) almağa râzı olsa veyâhut kâtili afv etse, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri o velinin rızâsına veyâ afvınâ nasıl riâyet buyuruyor (itibar ediyor, saygı gösteriyor) ve onu affetmeyen kimselere nasıl tercîh ediyor (üstün tutuyor) ? İşte bu sûrette kâtil kısâs olarak (öldürmesine karşılık) katlolunmaz (öldürülmez). Ve kezâ (böylece) görmez misin ki, (S.a.v.) Efendimiz,  maktûlün (öldürdüğü kişinin) ipi elinde bulunan bir kimsenin katli (öldürülmesi) taleb olundukda (istenildiğinde), o ip sâhibi hakkında, mahzâ (sadece) elinde maktûlün (öldürülenin) ipi bulunduğu için, "Kısâsan (kısâs olarak) katli (öldürülmesi) taleb olunan (istenilen) bu kimsenin katli (öldürülmesi),  maktûlün (öldürülenin) katli (öldürülmesi) gibidir" buyurur. Ve kezâ (böylece) görmez misin ki, Allah Teâlâ hazretleri "Fenâlığın cezâsı, onun gibi bir fenâlıktır" (Şûrâ, 42/40) buyuruyor. Binâenaleyh (bundan dolayı) kısâsı (öldüreni öldürmeği) fenâlık addediyor (sayıyor).  Yâ'nî kısâs (öldüreni öldürmek) meşrû' olmakla (şeriat izin vermekle) berâber fenâ bir fiil olmuş oluyor.

İşte bu hikmete mebnî (dayalı) Hak Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de ........................... (Şûrâ, 42/40) ya'nî "Bir kimse affetse ve ıslâh eylese (anlaşsa, sulh etse), o afv ve ıslâhın (sulhun, anlaşmanın) ecri (sevabı) Allah üzerinedir" buyurur. Zîrâ (çünkü) kâtil sûret-i İlahiyye (İlahi suret) üzeredir. Binâenaleyh (bundan dolayı) bir kimse kâtilden onun cürmünü (suçunu)  affetse ve o kâtili katletmese (öldürmese), o afvın ecri (sevabı), kâtili kendi sûreti üzerine halk eden (yaratan) Allah Teâlâ üzerinedir. Zîrâ (çünkü) Hak, kullarındân afva (affetmeye) ehaktır  (müstehaktır, daha layıktır). Çünkü kullarını, onlar sebebiyle esmâsını ve sıfâtını ızhâr etmek (açığa çıkarmak) üzere kendi nefsi için inşâ eyledi (yaptı, vücuda getirdi) ve nitekim hadîs-i kudsîde buyurdu: ........................... Ya'nî "Ey âdemoğlu, eşyâyı (şeyleri (varlıkları) senin için ve seni de Benim için halk ettim (yarattım)".

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-24.01.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail