203. Bölüm


 

BU FASS KELİME-İ HİKMET-İ NEFESİYYE  

“BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

İsm-i Zâhir ile ancak onun vücûduyla zâhir oldu. Binaenaleyh, ona riâyet eden kimse, ancak Hakk'a riâyet eder. Ve insân "ayn"ından nâşî zemm olunmaz; ancak ondan vâkı' olan fiil zemm olunur. Ve onun fiili ise, onun "ayn"ı değildir. Halbuki bizim kelâmımız onun "ayn"ı hakkındadır. Fiil ise ancak Allah'ındır. Ve maahâzâ onlardan zemm olunan şey zemm olundu; ve onlardan hamd olunan şey hamd olundu. Ve lisân-i zem garaz cihetiyle indallah mezmûmdur. İmdi şer'in zemm ettiği şeyin gayri mezmûm yoktur. Zîrâ şer'in zemmi hikmetten nâşîdir ki, onu Allah bilir; yâhut Allah'ın bildirdiği kimse bilir. Nitekim kısâs, bir maslahat için şer' olundu. Bu nev' için ibkâ ve onun hakkında hudûdullâhı tecâvüz eden için irdâ’dır. ............................... (Bakara, 2/ 179) Ya'nî "Ey elbâb sahibleri, sizin için kısâsta hayât vardır." Ve onlar şeyin lübbünün ehlidir ki, nevâmîs-i İlahiyye ve hikemiyyenin sırrına muttali' oldular (3).

Ya'nî Hak Teâlâ'nın ism-i Zâhir (Zahir ismi) ile zuhûru (meydana çıkışı), ancak abdin (kulun) vücûd-i kesîfi (koyulaşmış, yoğunlaşmış vücudu) ile vâkı (olmuş) oldu.  Binâenaleyh (bundan dolayı) abdin (kulun) o vücûd-i kesîfine (maddeleşmiş vücuduna) riâyet (gözetip, itibar) edip onu imhâya (yok etmeye) sa'y etmese (çalışmasa), ancak Hakk'ın ism-i Zâhir'inin (Zahir isminin) ibkâsına (devamlılığına) ve onun icrâ-yı ahkâm etmesine (hükümleri yerine getirmesine) riâyet (saygı göstermiş, itibar) etmiş olur.

Sual: İnsan, mâdemki Hakk'ın sûretidir ve onun vücûd-i kesîfi (yoğunlaşmış varlığı) Hakk'ın ism-i Zâhir'idir (zahir ismidir) , şu halde onu zemmetmek (kınamak, ayıplamak) câiz (uygun, yerinde) olmamak lâzım gelir. Halbuki biz insânı zemm edip (ayıplar, kınar) dururuz.

Cevap: İnsân "ayn"ından (hakikâtinden) ya'nî vücûd-i kâiminden (mevcut, baki varlığından) ve zâtından dolayı zemm olunmaz (kınanmaz).  Belki kendisinden sâdır olan (çıkan) fiil zemm olunur. (ayıplanır) Ve insândan sâdır olan (çıkan) fiil, kendisinin "ayn"ı (zatı, hakikati) değildir. Ve "İnsân Hakk'ın sûreti üzerinedir; ve O'nun ism-i Zâhir'idir" (zahir ismidir) sözü, insânın “ayn”ı (hakikati, zatı) hakkında söylenmiş bir sözdür.

Suâl- İnsan, fiilinden dolayı zemm olunduğu (kınandığı) vakit, fiilin insana isnâdı (yüklenmesi, dayandırılması) lâzım gelmez mi? Halbuki fiil ancak Allâh'ındır ve fâil (fiili işleyen) ancak Hak'tır

Cevap: Evet, fiil Allâh'ındır, velâkin (fakat) bu fiil, mertebe-i abdiyyette (kulluk mertebesinde) zâhir oldu (açığa çıktı). Eğer abdin (kulun) vücûd-i kesîfi (madde bedeni) olmasa, bu ef’âl-i mezmûmenin (beğenilmeyen, kötü fiillerin) zuhûr edeceği (meydana çıkacağı) mahal (yer) bulunmazdı. İmdi bu vücûdât-i kesîfe-i ibâd (kulların yoğunlaşmış varlıkları), şuûnât-i İlahiyyenin (Hakk’ın fiillerinin, işlerinin) birer âyîneleri (aynaları) mesâbesindedir (derecesindedirler) .  Bu âyînelerde (aynalarda) zâhir olan (görülen) suver (suretler),  esmâ-i İlahiyyenin (Hakk’ın isimlerinin) muktezayâtı (gerekleri) olan ahvâldir (hallerdir, oluşlardır) . Ve o isimlerden her birisi, birer Rabb-i hâsstır (hass rabtır).Ve her Rabb-i hâss (has Rab), kendinin merbûbu (kulu) olan abdden (kuldan) râzıdır. Velâkin (fakat), Rabbü'l-erbâb (Rablerin Rabbi) ve cemî'-i esmâyı câmi' olan (bütün esmayı kendinde toplayan) "Allah", her ismin muktezâsı (gerekleri) olan ahvâlden (oluşlardan) râzı değildir. Meselâ Mudıll ismi, kendi merbûbu (kulu) olan kâfırin küfründen râzıdır. Fakat Mudıll isminin Rabb'i olan “Allah” bu ismin muktezâsından (gerektirdiklerinden) râzı değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de .............................. (Zümer, 39/7) buyurur. Onun için Allah Teâlâ hazretleri kendisinin râzı olduğu ve olmadığı  ef'âli (fiilleri) mertebe-i risâlete (resulluk mertebesine) bi't-tenezzül (inerek) vaz' eylediği (koyduğu) şerâyi' (şeriat hükümleri) ile ibâdına (kullarına) i'lân etti (duyurdu).

Suâl: Demek ki, Hakk'ın râzı olduğu ve olmadığı bir takım şuûnâtı (fiilleri, işleri) var. Hak râzı olduğu şuûnunu (işlerini) izhâr (meydana çıkarmak) ve râzı olmadığını terk etmek mümkün değil miydi?

Cevap: Bi'l-cümle şuûnat (bütün fiillerin işlerin hepsi) muktezâ-yı zâtullahdır (Allah’ın zatının gerekleridir):  Zuhûr (meydana çıkmak) dahî şuûnât-i İlahiyyeden (Hakk’ın işlerinden, fiillerinden) bir şe'ndir (iştir, fiildir). Binâenaleyh (bundan dolayı) şuûnât-ı Zâtiyyeden (zatın işlerinden) ba'zılarının  terki kâbil (mümkün) değildir. Bu ise, acz  ve noksan değil, ayn-ı kudret (kudretin ta kendisidir) ve kemâldir (tamlık, olgunluktur).

Misal: İnsan, sûret-i İlahiyye (Allah’ın sureti) üzerine mahlûk (yaratık) olup kendisinde görme, bilme, işitme ve söyleme ilh... gibi bir takım şuûn (işler) vardır. Mâdemki işitilecek şey vardır, insan bu şe'n-i zâtîsiyle (zatının bu işleri ile)  zâhir olur (açığa çıkar, görülür) ve insan için işitmeyi terk etmek kâbil (mümkün) değildir. Bu adem-i kâbiliyyet (kabiliyetsizlik) onun âczi değil belki kemâlidir (mükemmelliğidir, olgunluğudur).Noksan ve adem-i kudret, (kudretsizlik) onun sağırlığıdır. Ve kezâ (böylece) insanda rızâ ve gazab (öfke, hiddet) sıfatları mevcûddur. Gazabını (öfkesini) tahrîk edecek (körükleyecek) ahvâlin (durumların) vukunda (olmasında) insan bu sıfatla zâhir olur (görülür, açığa çıkar),  meğer ki kendisinde şe'n-i hilm (yumuşaklık, naziklik fiili) gâlip (üstün) ola. Ve şe'n-i hilm (nazik, yumuşak fiiller) dahî şuûnât-i Zâtiyyeden (Zatın işlerinden) bir şe'ndir (iştir). Binâenaleyh (bundan dolayı), sıfat-ı hilm (yavaşlık, yumuşaklık vasfı) ile zuhûr (açığa çıkış) dahi muktezâ-yı Zattır (Zatın gereğidir) . Çok kerre vâkı' (olmuş) olur ki, ba'zı kimseler, gazab (öfke, hiddet) ile zâhir olacakları (açığa çıkacakları, görünecekleri) yerde, hilm  (yumuşaklık, naziklik) ile ve  hilm (yumuşaklık) ile zâhir olacakları yerde dahî gazab (hiddet) ile zâhir olurlar (görünürler). Ve sebebi suâl olunsa (sorulsa:) “Ne yapayım, ben de bu hâlimden râzı değilim, velâkin (fakat) muktezâ-yı zâtım (zatımın gereği) olan bu ahvâl (haller) rızam olmaksızın benden zâhir oluverir (açığa çıkıverir).” cevâbıyla mukâbele ederler (karşılık verirler). Râzı olmadığı ef'âlin (fiillerin) insandan zuhûru (açığa çıkışı) zevk ile bilinecek bir şeydir. Her insan, bi'l-farz (diyelim ki) aksırık ve öksürük gibi bî-nihâye (sonsuz) olan kendi şuûnâtını (fiillerini, işlerini) tedkîk edecek (inceleyecek) olursa bunun nasıl bir şey olduğunu ve bunun terk-i ızhârı (açığa çıkmamasının) kâbil (mümkün) olup olmadığını bilir.

İmdî mezâhirde (görüntü yerlerinde (birimlerde) zâhir olan (açığa çıkan) ef’âl-i mezmûme  (beğenilen fiiller) vücûdât-ı kesîfenin (kesifleşmiş, yoğunlaşmış vücudun) îcâbâtıdır (gerekleridir). Ve bu vücûdât (vücutlar) ise, müstâkil (bağımsız) olmayıp izâfi (nisbi, göreli) olduklarından onlardan zâhir olan (açığa çıkan) ef'âl-i mezmûme (beğenilmeyen, kötü fiiller) dahî, umûr-i ademiyyedendir. Mertebe-i Zât (Zat mertebesi) bunlardan münezzehdir (beridir, arınmıştır).Onun için Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de buyurur: .......................... (Nisâ, 4/79) ya'ni "Sana iyiliklerden bır şey isâbet ederse Allah'dandır". Zîrâ (çünkü) Zât’tan zâhir olan (açığa çıkan) şey haseneden (güzelliklerden, iyiliklerden) başka bir şey değildir. Ve .......................... (Nisâ, 4 /79) ya'nî "Sana fenâlıktan isâbet eden şey nefsindendir". Zîrâ (çünkü) seyyie (kötülükler) senin nefsinden ibâret olan vücûd-i kesîfinin (yoğunlaşmış vücudunun) iktizââtıdır (gerektirdikleridir).

Vâkıâ (gerçi) ibâdın (kulların) taleb-i nefisleri vaktinde, (nefislerinden gelen istekler esnasında) ef’âli (fiilleri) îcâd eden (yaratan) Hak'tır. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de .......................... (Saffât, 37/96) buyrulur. Fakat fiilin icâdı (yaratılması) Hakk'a nisbeten (göre) hikmettir. Abdden (kuldan) sudûru (çıkışı) abde (kula) nisbeten (göre)  mezmûmdur (ayıptır, yerilmiştir). Eğer fiil şer'a (şeriate) muvâfık (uygun) olarak sâdır olursa, (çıkarsa) onun îcâdı (meydana getirilişi) Hakk'a nisbeten (göre) hikmet olduğu gibi, abde (kula) nisbeten (göre)  dahî mahmûd (beğenilmiş, övülen) olur. Çünkü abd (kul), sûret-i insâniyyenin (insan suretinin) tesviyesinden (verilmesinden) maksûd  olan (maksat, istenilen) gâyeye teveccüh etti (yöneldi (yakınlık duydu).  Velâkin bir kimse garazına (maksadına) muvâfık (uygun) olmadığı için, bir şeyi zemm etse (kötülese), o zemm (kötüleme) Allah indinde (katında) mezmûmdur (beğenilmeyendir).Zîrâ (çünkü) lisân-ı zemm (dille kötülemek) garaz (amaç) ciheti (tarafı) üzerine olursa câiz değildir. Meselâ ziyâretine gidilen bir kimse, beni kâimen (ayağa kalkarak) istikbâl etmedi (karşılamadı), diye zemm olunmaz (ayıplanmaz, kötülenmez). Eğer zemm olunursa (ayıplanırsa), bunda nefsin hazzı (zevki) ve garazı (maksadı, amacı) vardır. Çünkü nefis, herkesin kendisine ihtirâm (hürmet) etmesini ister. Aksi hâlde nefis tekebbür (kibir) ve hiddet edip, (öfkelenip) o kimseyi zemme (yermeye, kötülemeye) başlar. İşte bu gibi zemmler (yermeler) indallah (Allah katında) mezmûmdur (beğenilmeyendir). Şu hâlde, ancak şer'in (şeriatin) zemm ettiği (yerdiği, ayıpladığı) şeyler mezmûmdur (beğenilmez). Zîrâ (çünkü) şâri'in (şeriat koyanın) garazı, (maksadı) insânın hayvâniyyete (hayvanlığa) inhimâkini (düşkünlüğünü) men' etmek (yasaklamak) ve sûret-i İlahiyyeyi (İlahi sureti) himâye eylemekten (korumaktan, muhafaza etmekten) başka bir şey değildir. Şer'in (şeriatin) bir fiili zemm etmesi, (kötülemesi) hikmete müsteniddir (dayanmaktadır) ki, onu ancak Allah Teâlâ ve onun bildirdiği kullar bilir.

Nitekim, kısâs (yapılan kötülüğe aynısı ile karşılık vermek) bir maslahat (dirlik, düzenlik, barış) için meşrû' kılındı (şeriatçe izin verildi). O maslâhat (dirlik, düzenlik, barış) dahî bu nev'-i insânînin (insan türünün) ibkâsını (devamlılığını) te'mîn (sağlamlaştırmak) ve o nev'-i insânî  (insan türü) hakkında, hudûd-i İlahîyi (İlahi sınırları) tecâvüz eden (aşan) kimseleri, geriye çekmekten ibârettir. Onun için Hak Teâlâ ........................ (Bakara, 2/179) ya'nî "Sizin için kısâsta hayât vardır" buyurdu. Bu kelâmın (sözün) iki vechi (şekli) vardır: Birisi kâtilin kısâs olunduğunu (öldürdüğü için öldürüldüğünü) herkes görür. Bu ibretten (alınan bu dersten) müteessir olup (hüzünlenip) bir kimseyi katle (öldürmeye) niyet edenler varsa, ona cür'et (cesaret) edemezler. Binâenaleyh (bundan dolayı) kısâs zımnında (dolayısıyla) nev'-i insânînin (insan türünün) hayâtı ibkâ edilmiş (devam ettirilmiş) olur. İkincisi "sizin için"  zamîr-i muhâtabı (ikinci şahıs zamiri) maktûlün (öldürülen kişinin) velîsine râci' olur (dönüktür).  Bu halde âyet-i kerîmenin ma'nâsı: Ey maktûlün (öldürülenin) velîleri, siz kâtilden fidye alıp veyâ afv edip onu kısâsın hükmünden tahlîs ederseniz (kurtarırsanız), nev'-i insânîden  (insan türünden) bir ferdin (kişinin) hayâtını ibkâ etmiş (devam ettirtmiş) olursunuz. Bu âyet-i kerîmeyi ikinci vech (yönü) ile tefsîr (izahı), bu bahse (konuya) dahâ münâsib (uygun) görünür. Âyet-i kerîmenin mâ-ba'di (daha sonu) .................. dır. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ kısâsta hayât olduğunu "ülû'l-elbâb"a (akıllı kimselere) hitâben beyân buyurur (bildirirler) .  Ve "ülû'l-elbâb'' (akıllı kimseler) bir şeyin mağzını (özünü) ve içini bilen kimselerdir. Ve onlar Hak ve enbiyâ (nebiler (Peygamberler) cânibinden (tarafından) vaz' olunan (konulan) şerâyi'-i İlahiyyenin (İlahi hükümlerin) ve hükemâ (alimler) ve ukalâ (akıl sahipleri) taraflarından zamân-ı fetrette (Peygamberimizden önce) vaz' olunan (konulan) şerâyi'-i hikemiyyenin (şeriat hikmetlerinin) sırrına muttali' oldular (sırrını bildiler).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-31.01.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail