| 
                  
 
				BU FASS 
				KELİME-İ HİKMET-İ
				NEFESİYYE 
				  
				
				“BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN 
				İsm-i 
				Zâhir ile ancak onun vücûduyla zâhir oldu. Binaenaleyh, ona 
				riâyet eden kimse, ancak Hakk'a riâyet eder. Ve insân "ayn"ından 
				nâşî zemm olunmaz; ancak ondan vâkı' olan fiil zemm olunur. Ve 
				onun fiili ise, onun "ayn"ı değildir. Halbuki bizim kelâmımız 
				onun "ayn"ı hakkındadır. Fiil ise ancak Allah'ındır. Ve maahâzâ 
				onlardan zemm olunan şey zemm olundu; ve onlardan hamd olunan 
				şey hamd olundu. Ve lisân-i zem garaz cihetiyle indallah 
				mezmûmdur. İmdi şer'in zemm ettiği şeyin gayri mezmûm yoktur. 
				Zîrâ şer'in zemmi hikmetten nâşîdir ki, onu Allah bilir; yâhut 
				Allah'ın bildirdiği kimse bilir. Nitekim kısâs, bir maslahat 
				için şer' olundu. Bu nev' için ibkâ ve onun hakkında hudûdullâhı 
				tecâvüz eden için irdâ’dır. ............................... 
				(Bakara, 2/ 179) Ya'nî "Ey elbâb sahibleri, sizin için kısâsta 
				hayât vardır." Ve onlar şeyin lübbünün ehlidir ki, nevâmîs-i 
				İlahiyye ve hikemiyyenin sırrına muttali' oldular (3). 
				Ya'nî Hak 
				Teâlâ'nın ism-i Zâhir (Zahir ismi)
				ile zuhûru (meydana 
				çıkışı), ancak 
				abdin (kulun) vücûd-i 
				kesîfi (koyulaşmış, yoğunlaşmış 
				vücudu) ile vâkı (olmuş)
				oldu.  Binâenaleyh
				(bundan dolayı) abdin 
				(kulun) o vücûd-i kesîfine 
				(maddeleşmiş vücuduna) riâyet
				(gözetip, itibar) edip onu 
				imhâya (yok etmeye) sa'y 
				etmese (çalışmasa),
				ancak Hakk'ın ism-i Zâhir'inin 
				(Zahir isminin) ibkâsına 
				(devamlılığına) ve onun 
				icrâ-yı ahkâm etmesine (hükümleri 
				yerine getirmesine) riâyet 
				(saygı göstermiş, itibar) 
				etmiş olur. 
				Sual:
				
				İnsan, mâdemki Hakk'ın sûretidir ve onun vücûd-i kesîfi 
				(yoğunlaşmış varlığı) Hakk'ın 
				ism-i Zâhir'idir (zahir ismidir) 
				, şu halde onu zemmetmek
				(kınamak, ayıplamak) câiz
				(uygun, yerinde) olmamak 
				lâzım gelir. Halbuki biz insânı zemm edip 
				(ayıplar, kınar) dururuz. 
				Cevap:
				
				İnsân "ayn"ından (hakikâtinden)
				ya'nî vücûd-i kâiminden (mevcut, baki varlığından) ve 
				zâtından dolayı zemm olunmaz 
				(kınanmaz).  Belki 
				kendisinden sâdır olan (çıkan) 
				fiil zemm olunur. (ayıplanır)
				Ve insândan sâdır olan 
				(çıkan) fiil, kendisinin "ayn"ı 
				(zatı, hakikati)
				değildir. Ve "İnsân Hakk'ın sûreti üzerinedir; ve 
				O'nun ism-i Zâhir'idir" (zahir 
				ismidir) sözü, insânın “ayn”ı 
				(hakikati, zatı) hakkında 
				söylenmiş bir sözdür. 
				Suâl-
				
				İnsan, fiilinden dolayı zemm olunduğu 
				(kınandığı) vakit, fiilin 
				insana isnâdı (yüklenmesi, 
				
				
				dayandırılması) 
				lâzım gelmez 
				mi? Halbuki fiil ancak Allâh'ındır ve fâil 
				(fiili işleyen) ancak Hak'tır 
				Cevap:
				Evet, fiil Allâh'ındır, velâkin 
				(fakat) bu fiil, mertebe-i abdiyyette 
				(kulluk mertebesinde) zâhir 
				oldu (açığa çıktı). Eğer 
				abdin (kulun) vücûd-i 
				kesîfi (madde bedeni) 
				olmasa, bu ef’âl-i mezmûmenin 
				(beğenilmeyen, kötü fiillerin) zuhûr edeceği 
				(meydana çıkacağı) mahal 
				(yer) bulunmazdı. İmdi bu 
				vücûdât-i kesîfe-i ibâd (kulların 
				yoğunlaşmış varlıkları),
				şuûnât-i İlahiyyenin 
				(Hakk’ın fiillerinin, işlerinin) birer âyîneleri 
				(aynaları) mesâbesindedir 
				(derecesindedirler) . 
				 Bu âyînelerde 
				(aynalarda) zâhir olan 
				(görülen) suver 
				(suretler), 
				 esmâ-i İlahiyyenin 
				(Hakk’ın isimlerinin) 
				muktezayâtı (gerekleri) 
				olan ahvâldir (hallerdir, oluşlardır) 
				. Ve o isimlerden her 
				birisi, birer Rabb-i hâsstır (hass 
				rabtır).Ve her Rabb-i hâss 
				(has Rab),
				kendinin merbûbu (kulu)
				olan abdden (kuldan)
				râzıdır. Velâkin (fakat),
				Rabbü'l-erbâb (Rablerin 
				Rabbi) ve cemî'-i esmâyı câmi' olan 
				(bütün esmayı kendinde toplayan) 
				"Allah", her ismin muktezâsı 
				(gerekleri) olan ahvâlden 
				(oluşlardan) râzı değildir. Meselâ Mudıll ismi, kendi 
				merbûbu (kulu) olan 
				kâfırin küfründen râzıdır. Fakat Mudıll isminin Rabb'i olan 
				“Allah” bu ismin muktezâsından 
				(gerektirdiklerinden) râzı değildir. Nitekim Kur'ân-ı 
				Kerîm'de .............................. (Zümer, 39/7) buyurur. 
				Onun için Allah Teâlâ hazretleri kendisinin râzı olduğu ve 
				olmadığı  ef'âli (fiilleri) 
				mertebe-i risâlete (resulluk 
				mertebesine) bi't-tenezzül 
				(inerek) vaz' eylediği 
				(koyduğu) şerâyi' 
				(şeriat hükümleri) ile 
				ibâdına (kullarına) i'lân 
				etti (duyurdu). 
				Suâl: 
				Demek ki, Hakk'ın râzı olduğu ve olmadığı bir takım şuûnâtı 
				(fiilleri, işleri) var. Hak 
				râzı olduğu şuûnunu (işlerini) 
				izhâr (meydana çıkarmak) 
				ve râzı olmadığını terk etmek mümkün değil miydi? 
				Cevap:
				Bi'l-cümle şuûnat (bütün 
				fiillerin işlerin hepsi) muktezâ-yı zâtullahdır 
				(Allah’ın zatının gerekleridir):
				 Zuhûr 
				(meydana çıkmak) dahî 
				şuûnât-i İlahiyyeden (Hakk’ın 
				işlerinden, fiillerinden) bir şe'ndir 
				(iştir, fiildir).
				Binâenaleyh (bundan 
				dolayı) şuûnât-ı Zâtiyyeden 
				(zatın işlerinden) 
				ba'zılarının  terki kâbil (mümkün)
				değildir. Bu ise, acz  ve 
				noksan değil, ayn-ı kudret (kudretin 
				ta kendisidir) ve kemâldir 
				(tamlık, olgunluktur). 
				Misal: 
				İnsan, sûret-i İlahiyye (Allah’ın 
				sureti) üzerine mahlûk 
				(yaratık) olup kendisinde görme, bilme, işitme ve 
				söyleme ilh... gibi bir takım şuûn 
				(işler) vardır. Mâdemki işitilecek şey vardır, insan 
				bu şe'n-i zâtîsiyle (zatının bu 
				işleri ile) 
				 zâhir olur 
				(açığa çıkar, görülür) ve 
				insan için işitmeyi terk etmek kâbil 
				(mümkün) değildir. Bu adem-i kâbiliyyet 
				(kabiliyetsizlik) onun âczi 
				değil belki kemâlidir 
				(mükemmelliğidir, olgunluğudur).Noksan ve adem-i 
				kudret, (kudretsizlik) 
				onun sağırlığıdır. Ve 
				kezâ (böylece) insanda 
				rızâ ve gazab (öfke, hiddet) 
				sıfatları mevcûddur. Gazabını 
				(öfkesini) tahrîk edecek 
				(körükleyecek) ahvâlin 
				(durumların) vukunda 
				(olmasında) insan bu sıfatla zâhir olur 
				(görülür, açığa çıkar), 
				 meğer ki kendisinde şe'n-i 
				hilm (yumuşaklık, naziklik fiili)
				gâlip (üstün) 
				ola. Ve şe'n-i hilm (nazik, yumuşak 
				fiiller) dahî şuûnât-i Zâtiyyeden 
				(Zatın işlerinden) bir 
				şe'ndir (iştir).
				Binâenaleyh (bundan 
				dolayı), sıfat-ı hilm 
				(yavaşlık, yumuşaklık vasfı) ile zuhûr 
				(açığa çıkış) dahi muktezâ-yı 
				Zattır (Zatın gereğidir) .
				Çok kerre vâkı' (olmuş)
				olur ki, ba'zı kimseler, gazab 
				(öfke, hiddet) ile zâhir 
				olacakları (açığa çıkacakları, 
				görünecekleri) yerde, hilm  
				(yumuşaklık, naziklik) ile 
				ve  hilm (yumuşaklık) ile 
				zâhir olacakları yerde dahî gazab 
				(hiddet) ile zâhir olurlar 
				(görünürler). Ve sebebi suâl 
				olunsa (sorulsa:)
				“Ne yapayım, ben de bu hâlimden râzı değilim, velâkin
				(fakat) muktezâ-yı zâtım
				(zatımın gereği) olan bu 
				ahvâl (haller) rızam 
				olmaksızın benden zâhir oluverir 
				(açığa çıkıverir).” 
				cevâbıyla mukâbele ederler 
				(karşılık verirler).
				Râzı olmadığı ef'âlin 
				(fiillerin) insandan zuhûru 
				(açığa çıkışı) zevk ile 
				bilinecek bir şeydir. Her insan, bi'l-farz 
				(diyelim ki) aksırık ve 
				öksürük gibi bî-nihâye (sonsuz)
				olan kendi şuûnâtını 
				(fiillerini, işlerini) tedkîk edecek 
				(inceleyecek) olursa bunun 
				nasıl bir şey olduğunu ve bunun terk-i ızhârı 
				(açığa çıkmamasının) kâbil 
				(mümkün) olup olmadığını 
				bilir. 
				İmdî 
				mezâhirde (görüntü yerlerinde 
				(birimlerde) zâhir olan 
				(açığa çıkan) ef’âl-i mezmûme  
				(beğenilen fiiller) vücûdât-ı 
				kesîfenin (kesifleşmiş, yoğunlaşmış 
				vücudun) îcâbâtıdır 
				(gerekleridir). 
				Ve bu vücûdât (vücutlar) 
				ise, müstâkil (bağımsız) 
				olmayıp izâfi (nisbi, göreli)
				olduklarından onlardan zâhir olan 
				(açığa çıkan) ef'âl-i mezmûme
				(beğenilmeyen, kötü fiiller) 
				dahî, umûr-i ademiyyedendir.
				Mertebe-i Zât (Zat 
				mertebesi) bunlardan münezzehdir 
				(beridir, arınmıştır).Onun 
				için Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de buyurur: 
				.......................... (Nisâ, 4/79) ya'ni "Sana iyiliklerden 
				bır şey isâbet ederse Allah'dandır". Zîrâ 
				(çünkü) Zât’tan zâhir olan 
				(açığa çıkan) şey haseneden
				(güzelliklerden, iyiliklerden) 
				başka bir şey değildir. Ve .......................... (Nisâ, 
				4 /79) ya'nî "Sana fenâlıktan isâbet eden şey nefsindendir". 
				Zîrâ (çünkü) seyyie 
				(kötülükler) senin nefsinden 
				ibâret olan vücûd-i kesîfinin 
				(yoğunlaşmış vücudunun) iktizââtıdır 
				(gerektirdikleridir). 
				Vâkıâ 
				(gerçi) ibâdın 
				(kulların) taleb-i nefisleri 
				vaktinde, (nefislerinden gelen 
				istekler esnasında) ef’âli 
				(fiilleri) îcâd eden 
				(yaratan) Hak'tır. Nitekim, 
				Kur'ân-ı Kerîm'de .......................... (Saffât, 37/96) 
				buyrulur. Fakat fiilin icâdı 
				(yaratılması) Hakk'a nisbeten 
				(göre) hikmettir. Abdden 
				(kuldan) sudûru 
				(çıkışı) abde 
				(kula) nisbeten 
				(göre)  mezmûmdur 
				(ayıptır, yerilmiştir).
				Eğer fiil şer'a (şeriate)
				muvâfık (uygun) 
				olarak sâdır olursa, (çıkarsa)
				onun îcâdı (meydana 
				getirilişi) Hakk'a nisbeten 
				(göre) hikmet olduğu gibi, 
				abde (kula) nisbeten (göre)  
				dahî mahmûd (beğenilmiş, övülen)
				olur. Çünkü abd (kul),
				sûret-i insâniyyenin 
				(insan suretinin) tesviyesinden 
				(verilmesinden)
				maksûd  olan 
				(maksat, istenilen) gâyeye 
				teveccüh etti (yöneldi (yakınlık 
				duydu).  Velâkin 
				bir kimse garazına (maksadına) 
				muvâfık (uygun)
				olmadığı için, bir şeyi 
				zemm etse (kötülese),
				o zemm (kötüleme) 
				Allah indinde (katında) 
				mezmûmdur (beğenilmeyendir).Zîrâ
				(çünkü) lisân-ı zemm 
				(dille kötülemek) garaz 
				(amaç) ciheti 
				(tarafı) üzerine
				olursa câiz değildir. Meselâ ziyâretine gidilen bir 
				kimse, beni kâimen (ayağa kalkarak)
				istikbâl etmedi 
				(karşılamadı), 
				diye zemm olunmaz (ayıplanmaz, 
				kötülenmez). 
				Eğer zemm olunursa (ayıplanırsa),
				bunda nefsin hazzı (zevki)
				ve garazı (maksadı, amacı)
				vardır. Çünkü nefis, herkesin kendisine ihtirâm 
				(hürmet) etmesini ister. Aksi 
				hâlde nefis tekebbür (kibir) 
				ve hiddet edip, (öfkelenip)
				o kimseyi zemme (yermeye, 
				kötülemeye) başlar. İşte bu gibi zemmler 
				(yermeler) indallah 
				(Allah katında) mezmûmdur 
				(beğenilmeyendir).
				Şu hâlde, ancak şer'in 
				(şeriatin) zemm ettiği 
				(yerdiği, ayıpladığı) şeyler mezmûmdur 
				(beğenilmez).
				Zîrâ (çünkü) 
				şâri'in (şeriat koyanın) 
				garazı, (maksadı) insânın 
				hayvâniyyete (hayvanlığa) 
				inhimâkini (düşkünlüğünü) 
				men' etmek (yasaklamak) ve 
				sûret-i İlahiyyeyi (İlahi sureti)
				himâye eylemekten 
				(korumaktan, muhafaza etmekten) başka bir şey 
				değildir. Şer'in (şeriatin) 
				bir fiili zemm etmesi, 
				(kötülemesi) hikmete müsteniddir 
				(dayanmaktadır) ki, onu ancak 
				Allah Teâlâ ve onun bildirdiği kullar bilir. 
				Nitekim, 
				kısâs (yapılan kötülüğe aynısı ile 
				karşılık vermek) bir maslahat 
				(dirlik, düzenlik, barış)
				için meşrû' kılındı 
				(şeriatçe izin verildi).
				O maslâhat (dirlik, 
				düzenlik, barış) dahî bu nev'-i insânînin 
				(insan türünün) ibkâsını 
				(devamlılığını) te'mîn 
				(sağlamlaştırmak) ve o nev'-i 
				insânî  (insan türü) 
				hakkında, hudûd-i İlahîyi (İlahi 
				sınırları) tecâvüz eden 
				(aşan) kimseleri, geriye çekmekten ibârettir. Onun 
				için Hak Teâlâ ........................ (Bakara, 2/179) ya'nî 
				"Sizin için kısâsta hayât vardır" buyurdu. Bu kelâmın 
				(sözün) iki vechi 
				(şekli) vardır: Birisi 
				kâtilin kısâs olunduğunu (öldürdüğü 
				için öldürüldüğünü) herkes görür. Bu ibretten 
				(alınan bu dersten) müteessir 
				olup (hüzünlenip) bir 
				kimseyi katle (öldürmeye) 
				niyet edenler varsa, ona cür'et 
				(cesaret) edemezler. Binâenaleyh 
				(bundan dolayı) kısâs 
				zımnında (dolayısıyla) 
				nev'-i insânînin (insan türünün)
				hayâtı ibkâ edilmiş (devam 
				ettirilmiş) olur. İkincisi "sizin için"  zamîr-i 
				muhâtabı (ikinci şahıs zamiri) 
				maktûlün (öldürülen kişinin) 
				velîsine râci' olur (dönüktür). 
				Bu halde âyet-i kerîmenin ma'nâsı: Ey maktûlün 
				(öldürülenin) velîleri, siz 
				kâtilden fidye alıp veyâ afv edip onu kısâsın hükmünden tahlîs 
				ederseniz (kurtarırsanız),
				nev'-i insânîden  (insan 
				türünden) bir ferdin 
				(kişinin) hayâtını ibkâ etmiş 
				(devam ettirtmiş) olursunuz. 
				Bu âyet-i kerîmeyi ikinci vech (yönü)
				ile tefsîr (izahı),
				bu bahse (konuya) 
				dahâ münâsib (uygun) 
				görünür. Âyet-i kerîmenin mâ-ba'di 
				(daha sonu) .................. dır. Binâenaleyh 
				(bundan dolayı) Hak Teâlâ 
				kısâsta hayât olduğunu "ülû'l-elbâb"a 
				(akıllı kimselere) hitâben 
				beyân buyurur (bildirirler) 
				.  Ve "ülû'l-elbâb'' 
				(akıllı kimseler) bir şeyin 
				mağzını (özünü) ve içini 
				bilen kimselerdir. Ve onlar Hak ve enbiyâ 
				(nebiler (Peygamberler) 
				cânibinden (tarafından) 
				vaz' olunan (konulan) 
				şerâyi'-i İlahiyyenin (İlahi 
				hükümlerin) ve hükemâ 
				(alimler) ve ukalâ (akıl 
				sahipleri) taraflarından zamân-ı fetrette 
				(Peygamberimizden önce) vaz' 
				olunan (konulan) şerâyi'-i 
				hikemiyyenin (şeriat hikmetlerinin)
				sırrına muttali' oldular 
				(sırrını bildiler). 
                
                Derleyen:Asliye Tavşanlı
 asliye@hotmail.com
 İstanbul-31.01.2006
 http://sufizmveinsan.com
  
               |