204. Bölüm


 

BU FASS KELİME-İ HİKMET-İ NEFESİYYE  

“BEYÂNINDADIR.” YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

Ve sen muhakkak Allah Teâlâ'nın bu neş'ete riâyet ettiğini ve onu ikâme eylediğini bildiğin vakit, sen dahî onun mürââtına evlâsın. Bu sebeple senin için saâdet vardır. Zîrâ mâdemki insân hayydır, kendisi için halk olunan sıfat-ı kemâlin tahsîli, onun için recâ olunur. Ve onun hedmine sa'y eden kimse, onun için halk olunan şeye, onun men'-i vusûlü hakkında sa'y eder. Resûllah (s.a.v.)’in “Âgâh olun, size düşmanlarınıza mülâkî olup onların boyunlarını vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı vurmalarından sizin için hayırlı ve efdal olan şeyi haber vereyim mi? Zikrullah'dır!" kavli ne güzeldir (4).

Ya'nî bâlâda (yukarıda) serdedilen (açık açık anlatılan) delâil (deliller) ile Allah Teâlâ Hazretlerinin bu neş'et-i  insâniyyeye (vücuda gelmiş insana) riâyet edip (itibar edip) onun ikâmesini (hayatta kalmasını) murâd eylediğini (arzu ettiğini) bildiğin vakit, sen dahî bu neş'etin (vücuda gelenin) ikâmesine (hayatta kalmasına) evlâ-bi't-tarîk (en mükemmel şekilde) riâyet edersin (saygı gösterirsin, gözetirsin).Çünkü bu neş'et-i insâniyyeye (vücuda gelmiş insanlara) riâyet (korumak, saygı göstermek) sebebiyle senin için saâdet hâsıl olur (oluşur).Zîrâ (çünkü) bu sûret-i İlâhiyyeye (İlahi surete) riâyet ettiğin (saygı gösterdiğin, koruduğun) için ecir (sevap) kazanırsın. Ve bu ecir (sevap) dahi, o sûretin sâhibi olan Allah üzerinedir. Ve sûret-i İlâhiyye (Hakk’ın sureti) üzerine mahlûk (yaratık) olan neş'et-i insâniyenin (meydana gelmiş insanın) illet-i mürââtı (sayılmasının, korunmasının sebebi) budur ki, insân hayatta olduğu müddetçe, kendisi için halk olunan (yaratılan) sıfat-ı kemâlin (olgunluk, yetkinlik sıfatları) tahsîli (toplaması, elde etmesi) onun için ümîd olunur. Zîrâ (çünkü) Hak, esmâsiyle mezâhirde (görüntü yerlerinde, birimlerde) zâhir olur (meydana çıkar, görünür). Ve her bir isim kendi mazharını (görüntü yerini) nâsıyesinden (alnından) tutup kendi sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde o sırâtın (yolun) nihâyetine (sonuna) doğru çeker götürür. Ve o sırâtın (yolun) nihâyetine (sonuna) vusûl (varma, ulaşma), o ismin kemâline (tamlığına, mükemmelliğine) vusûldür (ulaşmadır). Ve o neş'et-i insâniyyenin (vücuda gelmiş insanın) yıkılmasına sa'y eden (çalışan) kimse, o insanın ism-i hâssının (öz esmasının) hazînesinde meknûz  (saklı) ve fıilen (fiil olarak) zuhûru (açığa çıkması) mukadder (takdir edilmiş) olan şeye, onun vâsıl olmamasına (ulaşmamasına) sa'y (çalışır, gayret) eder. Zîrâ (çünkü) mezâhir (görüntü yerleri (birimler) esmâ için âyîne (ayna) gibidir. Âyîne (ayna) kırıldığı vakit, onun mukâbilinde (karşısında) duran şahsın sûreti artık mün'akis olmaz (yansımaz, görülmez) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) bir insan katl edildiği (öldürüldüğü) vakit, onun mazhar (görüntü yeri) olduğu ism-i hâssın (has isminin (terkibindeki ağırlıklı ismin) âyînesi (aynası) kırılmış olur. Ve (S.a.v.) Efendimiz'in kavli (sözleri) ne güzeldir ki, kemâl-i irfânla (tam bir irfanla) buyurur: "Ey mü'minler âgâh (uyanık, bilgili) olunuz, size bir şey haber vereyim mi ki, o şey, düşmanlarınıza mülâki olup (buluşup, yüz yüze gelip) fi-sebîlillah (Allah yolunda) onların boyunlarını vurmanızdan ve onlar sizin boyunlarınızı vurup sizin Allah yolunda şehîd olmanızdan hayırlı ve efdaldir (daha faziletlidir) . O şey zikrullahdır!" (Allah zikridir) İşte bu hadîs-i şerîf dahî, bünyân-ı İlâhî (Allah binası, yapısı) olan neş'et-i insaniyyenin (meydana gelmiş insanın) ikâmesine (ayakta durmasına, hayatta kalmasına) delîldir.

Ve bunun beyânı budur ki, muhakkak bu neş'et-i insaniyyenin kadrini, ancak ondan matlûb olan zikir ile Allah Teâlâ'yı zikreden kimse bilir. Zîrâ Hak Teâlâ, onu zikreden kimsenin celîsidir. Ve halbuki celîs, zâkirin meşhûdudur. Ve zâkir kendisinin celîsi olan Hakk'ı, ne vakit müşâhede etmezse, zâkir değildir. Zîrâ zikrullah, abdin hey'et-i mecmûasında sârîdir. Onu zikreden kimsenin lisânına hâss değildir. Zîrâ Hak, bu vakitte ancak hâsseten lisânın celîsi olur. İmdî lisân, onu gördüğü şeyle, insanın onu görmediği haysiyyetten görür. Böyle olunca gâfillerin zikri hakkında bu sırrı anla!.. Binâenaleyh, gâfilden zâkir olan bilâ-şekk hâzırdır ve mezkûr onun celîsidir. Şu halde o, onu müşâhede eder. Ve gâfil olan gafleti haysiyyetiyle zâkir değildir. Böyle olunca o, gâfilin celîsi değildir. Zîrâ muhakkak, insan kesîrdir, ahadü'l-ayn değildir. Ahadü'l-ayn olan Hak dahî esmâ-yı İlâhiyye ile kesîrdir. Nitekim, muhakkak insan eczâ ile kesîrdir. Ve bir cüz'ün zikrinden diğer cüz'ün zikri lâzım gelmez. Binâenaleyh Hak, ondan zâkir olan cüz'ün celîsidir. Ve diğeri gafletle muttasıftır ve insan da onu zikreder bir cüz' olmak ve Hak bu cüz'ün celîsi olmak lâ-büddür. Böyle olunca bâki eczâyı inâyetle hıfz eder (5).

Ya'nî "zikrullâh"ın, (Allah zikrinin) fi-sebîlillah (hiçbir karşılık beklemeden, Allah yolunda) muhârebeden (savaşmaktan) ve şehîd olmaktan efdal (daha faziletli) olmasının îzâhı (açıklaması) şu vecihledir (şekliyledir) ki: Sûret-i İlâhiyye (Hakk’ın sureti) üzerine mahlûk (yaratık) olan bu neş'et-i insâniyyenin (vücut bulmuş insanın) lâyıkı vech ile (yaraşır şekilde) kadrini (değerini), ancak Allâh'ı zikreden (anan) kimse bilir. Ve zâkirden (zikredenden) matlûb olan (istenilen, aranılan şey) lâyıkı vech ile (yakışır, yaraşır şekilde) zikir, Allah Teâlâ'yı cemî'-i kuvâ (bütün meleki güçleri) ve a'zasıyla (organlarıyla) havâtırını (zihnini) toplayarak bir kimsenin zikretmesidir (Allah’ı anmasıdır). Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ kendisini zikreden (anan) kimsenin celîsidir (arkadaşıdır, onla birliktedir).  Nitekim, hadîs-i kudsîde ..................... ya'nî "Ben, Ben'i zikreden kimsenin celîsiyim (arkadaşıyım, onla birlikteyim) " buyurur. Ve Celîs (birlikte) olan kimse ise hâzırdır, (huzurdadır) gâib (görünmez, gizli) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ zâkirin (zikredenlerin) meşhûdudur (görünenidir). Ve zâkir (zikreden) kendisinin velîsi olan Hâkk'ı, esnâ-yı zikrinde (zikir sırasında) müşâhede etmediği (görmediği) vakitlerde, o kimse Hakk'ı zâkir (zikreden) değildir. Ve zâkirin (zikredenin) bu müşâhedesi (görmesi), suver-i maddiyyenin (madde suretlerin) müşâhedesi (görünmesi) gibi hissî (duyularla) değildir; belki zevkîdir (manevi zevk alma yoluyladır). Ve Hakk'ın zevkan (zevk yoluyla) müşâhedesi (görülmesi) ancak insana mahsûs (özel) olan bir keyfiyettir (husustur). Şu halde Hakk'ı zevkvan (manevi haz yoluyla) müşâhedenin (görmenin) mahalli (yeri) olan bu neş'et-i insaniyyenin (vücuda çıkmış insanın) kadrini (değerini, derecesini) esnâ-yı zikrinde (zikir sırasında) Hakk'ı müşâhede eden (gören) ârif bilir. Cühelâ (cahiller) ve bil­hassa bu husûsta cehâlet-i kesîfe erbâbı (koyu cehalet, bilgisizlik içinde)  olan maddiyyûn (maddeciler) bu hakîkattan gâfildirler (habersizdirler).  Zîrâ (çünkü) Allâh'ı matlûb vech ile (istenilen şekilde) zikreden (anan) abd-i ârifin (arif bir kulun) hey'et-i mecmû'asında (bütününde, tamamında) zikrullah (Allah zikri) sârîdir (yayılmıştır) .  Ve bu zikir onun yalnız lisânına mahsûs (özel, sınırlı) değildir. Belki  o kimse Hakk'ı lisânen (dille) zâhiri (dışı) ve rûhen ve kalben bâtını (içi) ile zikreder (anar).

Eğer bir kimse Hâkk'ı yalnız lisânen (sözlü olarak) zâhiri (dışı)  ile zikredecek (anacak) olursa, bu vakitte  Hak, ancak hâssaten (yalnız) lisânın (dilinin) celîsi (arkadaşı) olur. Yoksa Hak, o abdin (kulun) hey'et-i mecmû'asının (tamamının) celîsi (birlikte olduğu, arkadaşı) olmaz. Bu halde Hakk'ı müşâhede eden (gören) ancâk lisan (dil) olur. Zîrâ (çünkü) lisân (dil), "Allah, Allah" diye zikrettiği (andığı) vakit, başka kelimenin telaffuzuyla meşgul olamaz; ancak bu lafızda (sözde) müstağrak (batmış) ve müstehlek (helak, yok) olur. Fakat lisânı (dili) ,  "Allah" deyip de kalbi mâsivâ (haktan başka şey) ile meşgûl ise, Hak onun kalbinin celîsi (arkadaşı) olamaz. Ve onun kalbi zevkan (haz alarak) Hakk'ın müşâhedesinde (Hakk’ı görmekte) değildir. Bunun aksi olarak kalbi Hakk'ı zâkir olup da (zikredip de), lisânı (dili) zâkir olmasa (zikretmese), Hak onun kalbinin celisidir (arkadaşıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hakk'ın celîsiyyeti, (birlikteliği) lisânın (dilin) zikrullahla (Allah zikriyle) iştiğâli (meşguliyeti) iledir. Şu halde yalnız lisânen (diliyle) Hakk'ı zikreden (anan) kimsenin lisânı (dili), kendisine mahsûs (ait) olan bir keyfiyyetle (hususla) Hakk'ı görür ki, insan hey'et-i mecmûasıyla, (bütün her şeyi ile) lisânının (dilinin) müşâhede ettiğini (gördüğünü) görmez. Çünkü o abdin (kulun) sâir (diğer) a'zâsı (organları) lisânının (dilinin) zikrinden müteessir (etkilenmiş) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun müşâhedesinden (gördüğünden) dahî gâfil olur (haberi olmaz).  Böyle olunca gâfillerin (dalgınların, dikkâtsizlerin) zikri hakkında olan bu sırrı ta'mîk et (esasını  derinlemesine incele) ve iyice anla!

Zîrâ (çünkü) gâfilin (dalgın olanın) hangi uzvu (organı) zikir ile meşgûl ise bilâ-şekk (şüphesiz) o uzuv (organ) huzûr-ı Hak'tadır (Hakk’ın huzurundadır) . Ve zikrolunan (zikredilen) Hâk dahî, o uzvun (organın) celîsidir (arkadaşıdır). Şu halde, o uzuv (organ), Hakk'ı müşâhede eder (görür). Ve abdin (kulun) zikr-i Hak'tan (Hakk’ı zikirden) gâfil (habersiz) olan uzuvları (organları) ve cüz’leri, (kısımları) bu gafleti (dalgınlığı) haysiyyetiyle (sebebiyle) Hakk'ı zâkir (zikreden) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak, abdin (kulun) gâfil (dalgın, dikkâtsiz) olan cüz'lerinin (kısımlarının) celîsi (arkadaşı) değildir. Çünkü insan kuvâ (meleki güçleri) ve a'zâsı (organları) cihetinden (yönünden) kesîrdir (çoktur); bu i'tibârla (hususla) ahadü'l-ayn (tek hakikât) değildir. Fakat şahsiyeti i'tibâriyle (hususuyla) ahadü'l-ayndır (tek Zattır). Meselâ Zeyd, hey'et-i mecmû'ası (bütün tamamı) itibâriyle (bakımından) bir şahısdır. Velâkin (fakat) elleri, ayakları, gözü, kulağı, ağzı, burnu ilh:.. gıbi a'zâsı (organları) çoktur. İşte ahadü'l-ayn (tek Zat) olan Hak Teâlâ dahî, insanın eczâ (parçalar, kısımlar) ile kesîr (çok)  olması gibi, esmâ-yı İlâhiyyesi (İlahi esma) ile kesîrdir (çoktur).  Bunun için insanın bir cüz'ünün (parçasının) zikrinden (Hakk’ı anmasından), sâir (diğer) eczâsının (parçalarının) zikri (anması) lâzım gelmez. Meselâ insan eliyle bir şeyle meşgûl iken lisânı (dili), elinin meşgûl olduğu şeyden bahs etmeyip, başka bir şey söyleyebilir. Ve kulağı, meşgûliyetinden mütehassıl (hasıl olan) sadâyı (sesi) dinlemeğe meşgûl olmayıp bir diğer kimsenin mükâlemesini (konuşmasını) istimâ' (dinlemek) ile iştiğâl eder (meşgul olur). Ve kezâ (böylece) eli başka bir yerde gözü başka yerde olabilir. Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir uzvu (organı) bir şeyle meşgûl iken sâir (diğer) a'zânın (organların) o uzva (organa) muvâfakatı (uyması) lâzım gelmez. Şu halde her bir uzvun (organın) celîsi (arkadaşı) meşgûl olduğu hizmetten ibâret olur. Bunun gibi Hak, insanın zâkir olan (zikreden) cüz'ünün (parçasının) celîsi (arkadaşı) olur. Ve zâkir olmayan (zikretmeyen) cüz'-i (parçası) dîğer, zikr eden cüz'den (parçadan) gafletle (vurdum duymazlıkla, dalgınlıkla) muttasıfdır (vasıflanmıştır). Ve insanda, Hakk'ı zikreden bir cüz'ün (kısmın) bulunması ve o cüz'ün (parçanın) zikri hasebiyle Hak onun celîsi (arkadaşı) olması lâ-büddür (lazımdır) ki, Hak inâyeti (lütfu, ihsanı) ile sâir (diğer) zikretmeyen eczâyı (kısmı) dahî muhâfaza buyursun.

Binâenaleyh (bundan dolayı) ey sâlik (bu yolun yolcusu), “Ben cemî'-i kuvâ (bütün meleki güçlerim) ve a'zâmla (organlarımla) ve külliyyetimle (tam bütünlüğümle) Hakk'ı zikredemiyorum ve yalnız lisânen (dil ile) zikredebiliyorum. Şu halde Hak benim hey'et-i mecmûamın (bütün tamamımın) celîsi (arkadaşı) olmuyor. Zikrim noksan oluyor” diyerek zikirden fütûr (gevşeklilik, bezginlik) getirme! Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ lisânın (dilin) zikri sebebiyle, inâyeten (lûtuf olarak) sâir (diğer) kuvâ (meleki güçlerini) ve a'zânı (organlarını) dahî hıfzeder (korur). Ve senin eczâ-yı bâkıyen (geri kalan parçaların) dâhî bu inâyet (lûtuf) sâyesinde cemî'-i vücûh (her tarafı) ile gafletle (vurdum duymazlık ile) muttasıf (vasıflanmış) ol.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.02.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail