BU FASS
KELİME-İ HİKMET-İ
NEFESİYYE
“BEYÂNINDADIR.” YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
Ve sen
muhakkak Allah Teâlâ'nın bu neş'ete riâyet ettiğini ve onu ikâme
eylediğini bildiğin vakit, sen dahî onun mürââtına evlâsın. Bu
sebeple senin için saâdet vardır. Zîrâ mâdemki insân hayydır,
kendisi için halk olunan sıfat-ı kemâlin tahsîli, onun için recâ
olunur. Ve onun hedmine sa'y eden kimse, onun için halk olunan
şeye, onun men'-i vusûlü hakkında sa'y eder. Resûllah
(s.a.v.)’in “Âgâh olun, size düşmanlarınıza mülâkî olup onların
boyunlarını vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı
vurmalarından sizin için hayırlı ve efdal olan şeyi haber
vereyim mi? Zikrullah'dır!" kavli ne güzeldir (4).
Ya'nî bâlâda
(yukarıda) serdedilen
(açık açık anlatılan) delâil
(deliller) ile Allah Teâlâ
Hazretlerinin bu neş'et-i insâniyyeye
(vücuda gelmiş insana) riâyet
edip (itibar edip)
onun ikâmesini (hayatta
kalmasını) murâd
eylediğini (arzu ettiğini)
bildiğin vakit, sen dahî bu neş'etin
(vücuda gelenin) ikâmesine
(hayatta
kalmasına) evlâ-bi't-tarîk (en mükemmel şekilde)
riâyet edersin (saygı
gösterirsin, gözetirsin).Çünkü bu neş'et-i
insâniyyeye (vücuda gelmiş insanlara)
riâyet (korumak, saygı
göstermek)
sebebiyle senin için saâdet hâsıl olur
(oluşur).Zîrâ
(çünkü) bu sûret-i İlâhiyyeye
(İlahi surete) riâyet
ettiğin (saygı gösterdiğin,
koruduğun) için ecir
(sevap) kazanırsın. Ve bu ecir
(sevap) dahi, o sûretin
sâhibi olan Allah üzerinedir. Ve sûret-i İlâhiyye
(Hakk’ın sureti) üzerine
mahlûk (yaratık) olan
neş'et-i insâniyenin (meydana gelmiş
insanın) illet-i mürââtı
(sayılmasının, korunmasının sebebi) budur ki, insân
hayatta olduğu müddetçe, kendisi için halk olunan
(yaratılan) sıfat-ı kemâlin
(olgunluk, yetkinlik sıfatları)
tahsîli (toplaması, elde
etmesi) onun için ümîd olunur. Zîrâ
(çünkü) Hak, esmâsiyle
mezâhirde (görüntü yerlerinde,
birimlerde) zâhir olur
(meydana çıkar, görünür).
Ve her bir isim kendi mazharını
(görüntü yerini) nâsıyesinden
(alnından) tutup kendi
sırât-ı müstakîmi (doğru yolu)
üzerinde o sırâtın (yolun)
nihâyetine (sonuna)
doğru çeker götürür. Ve o sırâtın
(yolun) nihâyetine
(sonuna) vusûl (varma,
ulaşma), o
ismin kemâline (tamlığına,
mükemmelliğine) vusûldür
(ulaşmadır). Ve
o neş'et-i insâniyyenin (vücuda
gelmiş insanın) yıkılmasına sa'y eden
(çalışan) kimse, o insanın
ism-i hâssının (öz esmasının)
hazînesinde meknûz (saklı)
ve fıilen (fiil olarak)
zuhûru (açığa çıkması)
mukadder (takdir edilmiş)
olan şeye, onun vâsıl olmamasına
(ulaşmamasına) sa'y
(çalışır, gayret) eder. Zîrâ
(çünkü) mezâhir
(görüntü yerleri (birimler)
esmâ için âyîne (ayna)
gibidir. Âyîne (ayna)
kırıldığı vakit, onun mukâbilinde
(karşısında) duran şahsın sûreti artık mün'akis olmaz
(yansımaz, görülmez) olur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bir insan katl edildiği
(öldürüldüğü) vakit, onun mazhar
(görüntü yeri) olduğu ism-i
hâssın (has isminin (terkibindeki
ağırlıklı ismin) âyînesi
(aynası) kırılmış olur. Ve (S.a.v.) Efendimiz'in
kavli (sözleri) ne
güzeldir ki, kemâl-i irfânla (tam bir
irfanla) buyurur: "Ey
mü'minler âgâh (uyanık, bilgili)
olunuz, size bir şey haber vereyim mi ki, o şey,
düşmanlarınıza mülâki olup (buluşup,
yüz yüze gelip) fi-sebîlillah
(Allah yolunda) onların
boyunlarını vurmanızdan ve onlar sizin boyunlarınızı vurup sizin
Allah yolunda şehîd olmanızdan hayırlı ve efdaldir
(daha faziletlidir) .
O şey zikrullahdır!"
(Allah zikridir) İşte bu hadîs-i şerîf dahî, bünyân-ı
İlâhî (Allah binası, yapısı)
olan neş'et-i insaniyyenin
(meydana gelmiş insanın) ikâmesine
(ayakta durmasına, hayatta kalmasına)
delîldir.
Ve bunun
beyânı budur ki, muhakkak bu neş'et-i insaniyyenin kadrini,
ancak ondan matlûb olan zikir ile Allah Teâlâ'yı zikreden kimse
bilir. Zîrâ Hak Teâlâ, onu zikreden kimsenin celîsidir. Ve
halbuki celîs, zâkirin meşhûdudur. Ve zâkir kendisinin celîsi
olan Hakk'ı, ne vakit müşâhede etmezse, zâkir değildir. Zîrâ
zikrullah, abdin hey'et-i mecmûasında sârîdir. Onu zikreden
kimsenin lisânına hâss değildir. Zîrâ Hak, bu vakitte ancak
hâsseten lisânın celîsi olur. İmdî lisân, onu gördüğü şeyle,
insanın onu görmediği haysiyyetten görür. Böyle olunca
gâfillerin zikri hakkında bu sırrı anla!.. Binâenaleyh, gâfilden
zâkir olan bilâ-şekk hâzırdır ve mezkûr onun celîsidir. Şu halde
o, onu müşâhede eder. Ve gâfil olan gafleti haysiyyetiyle zâkir
değildir. Böyle olunca o, gâfilin celîsi değildir. Zîrâ
muhakkak, insan kesîrdir, ahadü'l-ayn değildir. Ahadü'l-ayn olan
Hak dahî esmâ-yı İlâhiyye ile kesîrdir. Nitekim, muhakkak insan
eczâ ile kesîrdir. Ve bir cüz'ün zikrinden diğer cüz'ün zikri
lâzım gelmez. Binâenaleyh Hak, ondan zâkir olan cüz'ün
celîsidir. Ve diğeri gafletle muttasıftır ve insan da onu
zikreder bir cüz' olmak ve Hak bu cüz'ün celîsi olmak lâ-büddür.
Böyle olunca bâki eczâyı inâyetle hıfz eder (5).
Ya'nî
"zikrullâh"ın, (Allah zikrinin)
fi-sebîlillah (hiçbir
karşılık beklemeden, Allah yolunda) muhârebeden
(savaşmaktan) ve şehîd
olmaktan efdal (daha faziletli)
olmasının îzâhı
(açıklaması) şu vecihledir
(şekliyledir) ki: Sûret-i
İlâhiyye (Hakk’ın sureti)
üzerine mahlûk (yaratık)
olan bu neş'et-i insâniyyenin (vücut
bulmuş insanın) lâyıkı vech ile
(yaraşır şekilde) kadrini
(değerini),
ancak Allâh'ı zikreden
(anan) kimse bilir. Ve zâkirden
(zikredenden) matlûb olan
(istenilen, aranılan şey)
lâyıkı vech ile (yakışır, yaraşır
şekilde) zikir, Allah Teâlâ'yı cemî'-i kuvâ
(bütün meleki güçleri) ve
a'zasıyla (organlarıyla)
havâtırını (zihnini)
toplayarak bir kimsenin zikretmesidir
(Allah’ı anmasıdır).
Zîrâ (çünkü)
Hak Teâlâ kendisini zikreden (anan)
kimsenin celîsidir
(arkadaşıdır, onla birliktedir).
Nitekim, hadîs-i kudsîde
..................... ya'nî "Ben, Ben'i zikreden kimsenin
celîsiyim (arkadaşıyım, onla
birlikteyim) "
buyurur. Ve Celîs (birlikte)
olan kimse ise hâzırdır,
(huzurdadır) gâib
(görünmez, gizli) değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah Teâlâ
zâkirin (zikredenlerin)
meşhûdudur (görünenidir).
Ve zâkir (zikreden)
kendisinin velîsi olan Hâkk'ı, esnâ-yı zikrinde
(zikir sırasında) müşâhede
etmediği (görmediği)
vakitlerde, o kimse Hakk'ı zâkir
(zikreden) değildir. Ve zâkirin
(zikredenin) bu müşâhedesi
(görmesi),
suver-i maddiyyenin
(madde suretlerin) müşâhedesi
(görünmesi) gibi hissî
(duyularla) değildir; belki
zevkîdir (manevi zevk alma
yoluyladır). Ve
Hakk'ın zevkan (zevk yoluyla)
müşâhedesi (görülmesi)
ancak insana mahsûs (özel)
olan bir keyfiyettir (husustur).
Şu halde Hakk'ı zevkvan (manevi haz
yoluyla) müşâhedenin
(görmenin) mahalli (yeri)
olan bu neş'et-i insaniyyenin
(vücuda çıkmış insanın)
kadrini (değerini, derecesini)
esnâ-yı zikrinde (zikir
sırasında) Hakk'ı müşâhede eden
(gören) ârif bilir. Cühelâ
(cahiller) ve bilhassa bu
husûsta cehâlet-i kesîfe erbâbı (koyu
cehalet, bilgisizlik içinde) olan maddiyyûn
(maddeciler) bu hakîkattan
gâfildirler (habersizdirler).
Zîrâ
(çünkü) Allâh'ı matlûb vech
ile (istenilen şekilde)
zikreden (anan) abd-i
ârifin (arif bir kulun)
hey'et-i mecmû'asında (bütününde,
tamamında) zikrullah
(Allah zikri) sârîdir
(yayılmıştır) . Ve
bu zikir onun yalnız lisânına mahsûs
(özel, sınırlı) değildir. Belki o kimse Hakk'ı
lisânen (dille) zâhiri
(dışı) ve rûhen ve kalben
bâtını (içi) ile zikreder
(anar).
Eğer bir
kimse Hâkk'ı yalnız lisânen (sözlü
olarak) zâhiri (dışı)
ile zikredecek
(anacak) olursa, bu
vakitte Hak, ancak hâssaten (yalnız)
lisânın (dilinin)
celîsi (arkadaşı)
olur. Yoksa Hak, o abdin (kulun)
hey'et-i mecmû'asının
(tamamının) celîsi
(birlikte olduğu, arkadaşı) olmaz. Bu halde Hakk'ı
müşâhede eden (gören)
ancâk lisan (dil) olur.
Zîrâ (çünkü) lisân
(dil), "Allah, Allah" diye
zikrettiği (andığı) vakit,
başka kelimenin telaffuzuyla meşgul olamaz; ancak bu lafızda
(sözde) müstağrak
(batmış)
ve müstehlek (helak, yok)
olur. Fakat lisânı (dili)
, "Allah" deyip de kalbi
mâsivâ (haktan başka şey)
ile meşgûl ise, Hak onun kalbinin celîsi
(arkadaşı) olamaz. Ve onun
kalbi zevkan (haz alarak)
Hakk'ın müşâhedesinde (Hakk’ı
görmekte) değildir. Bunun aksi olarak kalbi Hakk'ı
zâkir olup da (zikredip de),
lisânı (dili)
zâkir olmasa (zikretmese),
Hak onun kalbinin celisidir
(arkadaşıdır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Hakk'ın celîsiyyeti,
(birlikteliği) lisânın
(dilin) zikrullahla
(Allah zikriyle) iştiğâli
(meşguliyeti) iledir. Şu
halde yalnız lisânen (diliyle)
Hakk'ı zikreden (anan)
kimsenin lisânı (dili),
kendisine mahsûs (ait)
olan bir keyfiyyetle
(hususla) Hakk'ı görür ki, insan hey'et-i
mecmûasıyla, (bütün her şeyi ile)
lisânının (dilinin)
müşâhede ettiğini (gördüğünü)
görmez. Çünkü o abdin
(kulun) sâir (diğer)
a'zâsı (organları)
lisânının (dilinin)
zikrinden müteessir (etkilenmiş)
değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun müşâhedesinden
(gördüğünden) dahî gâfil olur
(haberi olmaz).
Böyle olunca gâfillerin
(dalgınların, dikkâtsizlerin) zikri hakkında olan bu sırrı
ta'mîk et (esasını derinlemesine
incele) ve iyice anla!
Zîrâ
(çünkü) gâfilin
(dalgın olanın) hangi uzvu
(organı) zikir ile meşgûl ise
bilâ-şekk (şüphesiz) o
uzuv (organ) huzûr-ı
Hak'tadır (Hakk’ın huzurundadır)
. Ve zikrolunan
(zikredilen) Hâk dahî, o
uzvun (organın) celîsidir
(arkadaşıdır).
Şu halde, o uzuv (organ),
Hakk'ı müşâhede eder
(görür). Ve
abdin (kulun) zikr-i
Hak'tan (Hakk’ı zikirden)
gâfil (habersiz) olan
uzuvları (organları) ve
cüz’leri, (kısımları)
bu gafleti (dalgınlığı)
haysiyyetiyle (sebebiyle)
Hakk'ı zâkir (zikreden)
değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı)
Hak, abdin (kulun)
gâfil (dalgın, dikkâtsiz)
olan cüz'lerinin (kısımlarının)
celîsi (arkadaşı)
değildir. Çünkü insan kuvâ
(meleki güçleri) ve a'zâsı
(organları) cihetinden
(yönünden) kesîrdir
(çoktur);
bu i'tibârla (hususla)
ahadü'l-ayn (tek hakikât)
değildir. Fakat şahsiyeti i'tibâriyle
(hususuyla) ahadü'l-ayndır
(tek Zattır).
Meselâ Zeyd, hey'et-i mecmû'ası
(bütün tamamı) itibâriyle
(bakımından) bir şahısdır.
Velâkin (fakat) elleri, ayakları, gözü, kulağı, ağzı, burnu ilh:.. gıbi
a'zâsı (organları) çoktur.
İşte ahadü'l-ayn (tek Zat)
olan Hak Teâlâ dahî, insanın eczâ
(parçalar, kısımlar) ile
kesîr (çok) olması gibi, esmâ-yı
İlâhiyyesi (İlahi esma)
ile kesîrdir (çoktur).
Bunun için insanın bir
cüz'ünün (parçasının)
zikrinden (Hakk’ı anmasından),
sâir (diğer)
eczâsının (parçalarının)
zikri (anması) lâzım
gelmez. Meselâ insan eliyle bir şeyle meşgûl iken lisânı
(dili),
elinin meşgûl olduğu şeyden bahs etmeyip, başka bir
şey söyleyebilir. Ve kulağı, meşgûliyetinden mütehassıl
(hasıl olan) sadâyı
(sesi) dinlemeğe meşgûl
olmayıp bir diğer kimsenin mükâlemesini
(konuşmasını) istimâ'
(dinlemek) ile iştiğâl eder
(meşgul olur).
Ve kezâ (böylece)
eli başka bir yerde gözü başka yerde olabilir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) her bir
uzvu (organı) bir şeyle
meşgûl iken sâir (diğer)
a'zânın (organların) o
uzva (organa) muvâfakatı
(uyması) lâzım gelmez. Şu
halde her bir uzvun (organın)
celîsi (arkadaşı)
meşgûl olduğu hizmetten ibâret olur. Bunun gibi Hak, insanın
zâkir olan (zikreden)
cüz'ünün (parçasının)
celîsi (arkadaşı) olur. Ve
zâkir olmayan (zikretmeyen)
cüz'-i (parçası) dîğer, zikr eden cüz'den
(parçadan) gafletle
(vurdum duymazlıkla, dalgınlıkla) muttasıfdır
(vasıflanmıştır).
Ve insanda, Hakk'ı zikreden bir cüz'ün
(kısmın) bulunması ve o
cüz'ün (parçanın) zikri
hasebiyle Hak onun celîsi (arkadaşı)
olması lâ-büddür
(lazımdır) ki, Hak inâyeti
(lütfu, ihsanı) ile sâir
(diğer) zikretmeyen eczâyı
(kısmı) dahî muhâfaza
buyursun.
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ey sâlik
(bu yolun yolcusu),
“Ben cemî'-i kuvâ (bütün
meleki güçlerim) ve a'zâmla
(organlarımla) ve
külliyyetimle (tam bütünlüğümle)
Hakk'ı zikredemiyorum ve yalnız lisânen
(dil ile) zikredebiliyorum.
Şu halde Hak benim hey'et-i mecmûamın
(bütün tamamımın) celîsi
(arkadaşı) olmuyor. Zikrim
noksan oluyor” diyerek zikirden fütûr
(gevşeklilik, bezginlik)
getirme! Zîrâ (çünkü) Hak
Teâlâ lisânın (dilin)
zikri sebebiyle, inâyeten
(lûtuf olarak) sâir
(diğer) kuvâ (meleki
güçlerini) ve a'zânı
(organlarını) dahî hıfzeder
(korur).
Ve senin eczâ-yı bâkıyen
(geri kalan parçaların) dâhî bu inâyet
(lûtuf) sâyesinde cemî'-i
vücûh (her tarafı) ile
gafletle (vurdum duymazlık ile)
muttasıf (vasıflanmış)
ol.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-07.02.2006
http://sufizmveinsan.com
|