BU FASS
KELİME-İ HİKMET-İ
NEFESİYYE
“BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
Ve bu
neş'eti, Hakk'ın “mevt” ile müsemmâ olan şeyle hedmi tevliyeti,
i'dâm değildir ve o, ancak tefrîktır. Binâenaleyh, onu kendisine
ahz eder. Ve murâd, ancak onu Hakk'ın kendisine ahzidir.
Ve
emrin küllîsi Hakk'a rücû' eyler. İmdi onu kendisine ahz ettiği
vakit, intikâl eylediği dârın cinsinden, bu mürekkebin gayrı
olarak ona bir mürekkeb tesviye eder. Onun vücûdu i'tidâl
üzerine olduğu için, o, dâru'l-bakâdır. Böyle olunca ebeden
ölmez, ya'nî eczâsı müteferrik olmaz (6).
Ya'nî Allah
Teâlâ hazretlerinin bu neş'et-i insâniyyeye
(meydana gelmiş insana)
riâyet eylediği (itibar ettiği,
koruduğu) ve onun ibkâsını
(devamlılığını) te'mîn
eyleyecek (emniyet altına alacak)
ahkâm (hükümler)
vaz' buyurduğu (koyduğu)
bâlâda (yukarıda)
beyân edildiği (anlatıldığı)
halde, bu vücûdun harâbîsini
(yıkılmasını, viran olmasını) mûcib
(sebep) olan
"mevt" (ölüm)
dediğimiz hâle Hakk'ın tevellîsi
(yakınlığı) (hakkında)
senin suâline (soruna)
karşı, cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyurdular ki: Hakk'ın "ölüm" denilen
şeyle, bu neş'et-i insâniyyeyi
(vücuda gelmiş insanı) yıkmaya müteveccih
(dönük) ve mütevellî
(görevli)
oluşu, onu i'dâm
(öldürmek) değildir. Belki o ölüm onun terkîbini
tefrîktir (ayırmaktır).
Ma'lûm olsun
ki, sırası geldikçe fusûs-ı sâirede
(Fusus’un diğer kısımlarında) dahî îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere
her şeyin “hakîkat”i ve rûhu, kendi ayn-i- sâbitesidir
(ilmi suretidir).Ve ayn-i
sâbitesi (ilmi sureti)
dahî şuûnât-i İlâhiyyeden (Hakk’ın
işlerinden, fiillerinden) bir şe'nden
(işten, fiilden) ibârettir.
Şuûnât-ı Zâtiyye (Zat’ın işleri)
ise Zât’ın aynıdır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Zât’ı ta'rîf
etmek (anlatmak) nasıl
mümkin değil ise, şe'ni (işi, fiili)
dahî öylece ta'rîf
(anlatmak) mümkin değildir. Onun için rûhdan suâl
olunduğu (soru sorulduğu)
vakit ............................ (İsrâ, 17/85) âyet-i
kerîmesi nâzil oldu (indi).
Emr, "şe'n" ma'nâsınadır. Rûhu bundan daha belîğ
(düzgün, açık) bir sûrette
(şekilde) ta'rîf
(anlatım) mümkin değildir.
Nitekim, bu âlem-i kesâfette (madde
âleminde) bir insânın bile şuûnâtını
(işlerini) ta'rîf etmek
(anlatmak) mümkin değildir.
Bu şuûnat (işler) ancak o
insanın ef'âli (fiilleri)
ve ahvâli (halleri)
müşâhede olundukça (göründükçe)
fehm olunabilir
(anlaşılabilir).
İmdi Hakk-ı
mutlakın (sınırsız, kayıtsız Hakk’ın)
vücûd-ı latîfı (şeffaf,
nur varlığı) bi't-tenezzül
(inerek) evvelen
( önce) mertebe-i ervâhda
(ruhlar âleminde) ve sâniyen
(ikinci olarak) mertebe-i
misâlde (hayal âleminde)
ve sâlisen (üçüncü olarak)
mertebe-i şehâdette (görülen,
hissedilen âlemde),
o a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) suverine
(suretlerine) göre müteayyin olur
(belirir, meydana çıkar).
Ve bu kisve-i taayyün
(taayyün elbisesi),
her bir mertebenin cinsinden bulunur. Ve âlem
(dünya) dediğimiz bu
mertebe-i şehâdetteki (görülen,
hissedilen âlemdeki) kisve-i taayyün
(taayyün elbisesi),
kimyâgerlerin bi't-tahlîl (tahlil,
analiz yoluyla) buldukları yetmiş küsür anâsır-ı
basîtanın (basit elementlerin)
terekküb (birleşmesinden)
ve imtizâcından (kaynaşmasından)
husûle gelir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) herhangi bir insanın hakîkati, kendi
ayn-ı sâbitesidir (ilmi suretidir)
ve ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) dahi esmâ-yı İlâhiyyeden
(Allah’ın isimlerinden) bir
ismin sûret-i ilmiyyesidir (ilmi
suretidir).
İşte onun "rûh"u o ism-i hâsstır
(asıl isimdir). Ve bu ismin her bir mertebenin
îcâbına göre bir kisve-i taayyüne
(taayyün elbisesine, surete) bürünmesi, kendi
kemâlâtının (mükemmelliğinin,
tamlığının) zuhûru (açığa
çıkması) içindir. Ve her mevtındaki
(yerleştiği, yurt edindiği yerdeki) müddet-i meksi
(kalma müddeti),
o mevtında (yerleştiği
yerde) zuhûru (meydana
çıkması) mukadder (takdir
edilmiş) olan kemâlâtının
(olgunluğunun) tamâmına kadardır. Ba'dehû
(daha sonra) eceli gelip diğer mevtına
(yerleşeceği yere) intikâl
eder (geçer).
Ve o mevtının (yurdun)
cinsinden ona diğer bir kisve-i taayyün
(taayyün elbisesi, suret)
verilir. Ve evvelki libâs-ı taayyününü
(taayyün elbisesi, sureti) ,
kendisinden intikâl ettiği
(geçtiği, göçtüğü) mevtında
(yurtta) bırakır. İşte
mertebe-i ahadiyyetten (Zat
mertebesinden) kopup, evvelâ
(öncelikle) mertebe-i ilme
(ilim mertebesine);
sâniyen (ikinci olarak)
mertebe-i ervâha (ruhlar
mertebesine) ve sâlisen
(üçüncü olarak) mertebe-i misâle;
(hayal mertebesine) ve
râbi'an (dördüncü olarak)
mertebe-i şehâdete (dünyaya)
bu sûretle (şekille)
nüzûl eder (iner)
ve burada nüzûl (inme)
hitâm (son) bulur.
Ondan sonra rücû' (yükseliş)
başlar. Bu dünyâda dahî o ismin bi-hasebi'l-isti’dâd
(istidadı bakımından)
kemâlât-ı mukadderesinin (takdir
edilmiş kemalatının) zuhûru
(meydana çıkması) tamâm
olduktan sonra eceli gelmekle, anâsırdan
(elementlerden) mürekkeb
(bileşik) olarak verilen
cesed (beden),
"ölüm" denilen şeyle
münhedim (harap olmuş, yıkılmış)
olur. Bu ise i’dâm
(öldürme) değildir. Zîrâ
(çünkü) o isim mün'adim
(yok) olmaz. Belki "ölüm" denilen şey, anâsır-ı
müctemianın (birleşmiş, bir araya
gelmiş elementlerin) tefrîkından
(ayrışmasından) ibâret olur.
Şu halde Hak Teâlâ insanın rûhunu ve hakîkatini kendi tarafına
çeker ve onun cesedini teşkîl eden
(meydana getiren) eczâ-yı muhtelifeden
(çeşitli parçalardan, kısımlardan)
her birisi dahî kendi aslına rücû' eyler
(geri döner).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) bu neş'et-i insâniyyenin
(dünyaya gelmiş insanın)
hedminden (yıkılmasından, harap
olmasından) Hakk'ın murâdı, ancak Hakk'ın onu
kendisine ahz etmesidir (almasıdır).
Ve emrin (işlerin)
kâffesi (bütün hepsi)
Hakk'a rü'cû eder (geri
döner).
Hak Teâlâ o
neş'et-i insâniyyeyi (vücut bulmuş
insanı) kendisine ahz ettiği
(aldığı) vakit, onun rûhu
için bu âlem-i unsurîdeki (unsurlar
âlemindeki) mürekkebden
(bileşikten, terkipten) başkaca bir mürekkeb
(bileşik) tesviye eder
(verir).
Ve o mürekkeb (terkip)
onun intikâl eylediği
(geçtiği) dârın (yurdun)
cinsinden olur. Şu kadar ki, esmâ-yı cemâliyyenin
(cemal esmasının) mazharı
olan (çıktığı, göründüğü yer olan)
insanlar âlem-i şehâdette
(dünyada), ahkâm-ı
şer'iyyeye (şeriat hükümlerine)
tevessül (inanmak,
sarılmak) ile, a'mâl-i sâliha
(iyi işler yapmış, sevap)
işlemiş ve ahlâk-ı hasene (güzel
ahlak) ile muttasıf olmuş
(vasıflanmış) bulunacaklarından, mevt
(ölüm) ile âlem-i berzaha
(berzah âlemine) intikâl
ettiklerinde (geçtiklerinde),
kendilerine o âlemin cinsinden olarak verilen
mürekkeb (terkip),
ahsen-i takvîm
(en güzel suret) üzerine
olan, sûret-i insâniyye (insanın
sureti) üzerine olur. Ve esmâ-yı celâliyyenin
(celal esmasının) mazharı
(çıktığı göründüğü yer) olan
insanlar dahî bu âlemde (dünyada)
ahkâm-ı şer'iyyeye (şeriat
hükümlerine) muhâlefetle
(karşı çıkmakla), sû'-i
amel işlemiş (çirkin işler yapmış)
ve ahlâk-ı zemîme
(beğenilmeyen, kötü davranışlar) ve sıfât-ı
hayvâniyye (hayvani sıfatlar)
ile muttasıf olmuş (vasıflanmış)
bulunacaklarından, onlara verilen mürekkeb
(terkip) dahî, kendilerinde
gâlib (üstün) olan sıfât-ı
hayvâniyyeye (hayvani sıfatlara)
göre, suver-i hayvâniyye
(hayvan suretleri) üzerine olur. Zîrâ
(çünkü) hayvânât
(hayvanlar) mezâhir-i
celâliyyedir (celal esmasının
göründüğü yerdir).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
âlem-i berzah (berzah
âlemi) sâlihîne (salih
olana, günahkâr olmayana) göre dâr-ı sürûr
(cennet) ve tâlihîne
(günahkâra) göre de
dârü'l-bevâr (cehennem)
olur. Velhâsıl (kısaca)
insân-ı müntekılin (ahirete intikal
eden insanın) âlem-i berzahtaki
(berzah âlemindeki)
mürekkeb-i misâlîsi (hayali
terkibi) akâidi (inancı),
ahlâkı ve sıfât-ı
gâlibesi (üstün gelen sıfatları)
ve a'mâli (işleri,
fiilleri) hasebiyle terkîb olunup, bu mürekkeb
(terkip) ile ebedî
(sonu olmayan) merâtib-i
uhreviyye (ahiret mertebelerine)
ve İlâhiyyede kat'-ı merâtib eder
(mertebeleri kat eder, geçer).
Ve onların ervâhı
(ruhları) olan esmâ-yı
İlâhiyyenin (Allah esmasının)
kemâlâtı (tamlığı, olgunluğu)
nelerden ibâret ise mezâhir-i berzahıyye
(berzah âlemindeki görüntü yeri olan)
âyînelerinde (aynalarında)
mün'akıs olarak
(yansıyarak) zâhir olur
(görülür). Ve
âlem-i berzahın (berzah âleminin)
vücûdu i'tidâl (ölçü,
denge) üzere olduğundan, dâr-ı bakâdır
(devamlılık, ebedilik evidir).
Şu halde verilen mürekkeb
(terkip) ecsâd-ı dünyeviyye
(dünyadaki cesetler, bedenler)
gibi inhilâl (çözülme, dağılma)
kabûl etmez. Ve inhilâl
(çözülme, dağılma) kabul etmeyince, ebediyyen
(hiçbir zaman) ölüm yoktur.
Ya'nî o mürekkebin (terkibin)
eczâsı (parçaları, cüzleri)
dağılmaz.
Ey mü'min,
ölüm senin için tuhfedir (armağandır).
Bu cesed-i kesîfin (madde
bedenin), gamm-ı
iftirâkını (ayrılık hüznünü)
münkirîne (inkar edenlere)
bırak. Havf-ı mevt (ölüm korkusu)
ile lerzân olan (titreyen)
onlar olsun. Nitekim Hz. Mevlâna (r.a.) buyururlar:
Beyt
(Tercüme):
Ey kafes-i
tenden uçan yâr-ı cân
Rahtını
eflâke edersin resân
Tâze hayat
gör de yaşa ba'de-zîn
Serseriyâne
yaşamaktan usan
Mevt
hayattır ve hayattır ölüm
Kâfır onun
aksini eyler gümân
Ger
yıkılırsa ten evi ağlama
Mahbesini
yıktın efendi inan
Ve
Mesnevî-i' Şerîf lerinde dahi buyururlar:
Tercüme:
"Halk (insanlar) derler
ki: "O filân miskin öldü." Sen de dersin ki: "Ey gâfiller, ben
diriyim. Eğer benim tenim böyle tek ü tenhâ uyumuş ise, gönlümde
sekiz cennet açılmıştır. Uyumuş can, gül ve nesrin
(yabani gül) içinde olunca,
ten o gübre içinde olursa ne gam vardır? Uyumuş canın bedenden
ne haberi vardır ki, o beden gülşende
(gül bahçesinde) mi, yâhut
külhanda (hamam ocağında)
mı uyudu? Cihân-ı sâf içinde cân "Yâ leyte kavmî ya'lemûn",
ya'ni "Kavmim bilse idiler, ne olurdu" na'rasını vurur."
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-16.02.2006
http://sufizmveinsan.com
|