205. Bölüm


 

BU FASS KELİME-İ HİKMET-İ NEFESİYYE “BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN

Ve bu neş'eti, Hakk'ın “mevt” ile müsemmâ olan şeyle hedmi tevliyeti, i'dâm değildir ve o, ancak tefrîktır. Binâenaleyh, onu kendisine ahz eder. Ve murâd, ancak onu Hakk'ın kendisine ahzidir.  Ve emrin küllîsi Hakk'a rücû' eyler. İmdi onu kendisine ahz ettiği vakit, intikâl eylediği dârın cinsinden, bu mürekkebin gayrı olarak ona bir mürekkeb tesviye eder. Onun vücûdu i'tidâl üzerine olduğu için, o, dâru'l-bakâdır. Böyle olunca ebeden ölmez, ya'nî eczâsı müteferrik olmaz (6).

Ya'nî Allah Teâlâ hazretlerinin bu neş'et-i insâniyyeye (meydana gelmiş insana) riâyet eylediği (itibar ettiği, koruduğu) ve onun ibkâsını (devamlılığını) te'mîn eyleyecek (emniyet altına alacak) ahkâm (hükümler) vaz' buyurduğu (koyduğu) bâlâda (yukarıda) beyân edildiği (anlatıldığı) halde, bu vücûdun harâbîsini (yıkılmasını, viran olmasını) mûcib (sebep) olan "mevt" (ölüm) dediğimiz hâle Hakk'ın tevellîsi (yakınlığı)  (hakkında) senin suâline (soruna) karşı, cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyurdular ki: Hakk'ın "ölüm" denilen şeyle, bu neş'et-i insâniyyeyi (vücuda gelmiş insanı) yıkmaya müteveccih (dönük) ve mütevellî (görevli) oluşu, onu i'dâm (öldürmek) değildir. Belki o ölüm onun terkîbini tefrîktir (ayırmaktır).

Ma'lûm olsun ki, sırası geldikçe fusûs-ı sâirede (Fusus’un diğer kısımlarında) dahî îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere her şeyin “hakîkat”i ve rûhu, kendi ayn-i- sâbitesidir (ilmi suretidir).Ve ayn-i sâbitesi (ilmi sureti) dahî şuûnât-i İlâhiyyeden (Hakk’ın işlerinden, fiillerinden) bir şe'nden (işten, fiilden) ibârettir. Şuûnât-ı Zâtiyye (Zat’ın işleri) ise Zât’ın aynıdır. Binâenaleyh (bundan dolayı) Zât’ı ta'rîf etmek (anlatmak) nasıl mümkin değil ise, şe'ni (işi, fiili) dahî öylece ta'rîf (anlatmak) mümkin değildir. Onun için rûhdan suâl olunduğu (soru sorulduğu) vakit ............................ (İsrâ, 17/85) âyet-i kerîmesi nâzil oldu (indi). Emr, "şe'n" ma'nâsınadır. Rûhu bundan daha belîğ (düzgün, açık) bir sûrette (şekilde) ta'rîf (anlatım) mümkin değildir. Nitekim, bu âlem-i kesâfette (madde âleminde) bir insânın bile şuûnâtını (işlerini) ta'rîf etmek (anlatmak) mümkin değildir. Bu şuûnat (işler) ancak o insanın ef'âli (fiilleri) ve ahvâli (halleri) müşâhede olundukça (göründükçe) fehm olunabilir (anlaşılabilir).

İmdi Hakk-ı mutlakın (sınırsız, kayıtsız Hakk’ın) vücûd-ı latîfı (şeffaf, nur varlığı) bi't-tenezzül (inerek) evvelen ( önce) mertebe-i ervâhda (ruhlar âleminde) ve sâniyen (ikinci olarak) mertebe-i misâlde (hayal âleminde) ve sâlisen (üçüncü olarak) mertebe-i şehâdette (görülen, hissedilen âlemde), o a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) suverine (suretlerine) göre müteayyin olur (belirir, meydana çıkar).  Ve bu kisve-i taayyün (taayyün elbisesi), her bir mertebenin cinsinden bulunur. Ve âlem (dünya) dediğimiz bu mertebe-i şehâdetteki (görülen, hissedilen âlemdeki) kisve-i taayyün (taayyün elbisesi), kimyâgerlerin bi't-tahlîl (tahlil, analiz yoluyla) buldukları yetmiş küsür anâsır-ı basîtanın (basit elementlerin) terekküb (birleşmesinden) ve imtizâcından (kaynaşmasından) husûle gelir. Binâenaleyh (bundan dolayı) herhangi bir insanın hakîkati, kendi ayn-ı sâbitesidir (ilmi suretidir) ve ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) dahi esmâ-yı İlâhiyyeden (Allah’ın isimlerinden) bir ismin sûret-i ilmiyyesidir (ilmi suretidir). İşte onun "rûh"u o ism-i hâsstır (asıl isimdir). Ve bu ismin her bir mertebenin îcâbına göre bir kisve-i taayyüne (taayyün elbisesine, surete) bürünmesi, kendi kemâlâtının (mükemmelliğinin, tamlığının) zuhûru (açığa çıkması) içindir. Ve her mevtındaki (yerleştiği, yurt edindiği yerdeki) müddet-i meksi (kalma müddeti), o mevtında (yerleştiği yerde) zuhûru (meydana çıkması) mukadder (takdir edilmiş) olan kemâlâtının (olgunluğunun) tamâmına kadardır. Ba'dehû (daha sonra) eceli gelip diğer mevtına (yerleşeceği yere) intikâl eder (geçer). Ve o mevtının (yurdun) cinsinden ona diğer bir kisve-i taayyün (taayyün elbisesi, suret) verilir. Ve evvelki libâs-ı taayyününü (taayyün elbisesi, sureti) , kendisinden intikâl ettiği (geçtiği, göçtüğü) mevtında (yurtta) bırakır. İşte mertebe-i ahadiyyetten (Zat mertebesinden) kopup, evvelâ (öncelikle) mertebe-i ilme (ilim mertebesine); sâniyen (ikinci olarak) mertebe-i ervâha (ruhlar mertebesine) ve sâlisen (üçüncü olarak) mertebe-i misâle; (hayal mertebesine) ve râbi'an  (dördüncü olarak) mertebe-i şehâdete (dünyaya) bu sûretle (şekille) nüzûl eder  (iner) ve burada nüzûl (inme) hitâm (son) bulur. Ondan sonra rücû' (yükseliş) başlar. Bu dünyâda dahî o ismin bi-hasebi'l-isti’dâd (istidadı bakımından) kemâlât-ı mukadderesinin (takdir edilmiş kemalatının) zuhûru (meydana çıkması) tamâm olduktan sonra eceli gelmekle, anâsırdan (elementlerden) mürekkeb (bileşik) olarak verilen cesed (beden),  "ölüm" denilen şeyle münhedim (harap olmuş, yıkılmış) olur. Bu ise i’dâm (öldürme) değildir. Zîrâ (çünkü) o isim mün'adim (yok) olmaz. Belki "ölüm" denilen şey, anâsır-ı müctemianın (birleşmiş, bir araya gelmiş elementlerin) tefrîkından (ayrışmasından) ibâret olur. Şu halde Hak Teâlâ insanın rûhunu ve hakîkatini kendi tarafına çeker ve onun cesedini teşkîl eden (meydana getiren) eczâ-yı muhtelifeden (çeşitli parçalardan, kısımlardan) her birisi dahî kendi aslına rücû' eyler (geri döner). Binâenaleyh (bundan dolayı) bu neş'et-i insâniyyenin (dünyaya gelmiş insanın) hedminden (yıkılmasından, harap olmasından) Hakk'ın murâdı, ancak Hakk'ın onu kendisine ahz etmesidir (almasıdır). Ve emrin (işlerin) kâffesi (bütün hepsi) Hakk'a rü'cû eder (geri döner).

Hak Teâlâ o neş'et-i insâniyyeyi (vücut bulmuş insanı) kendisine ahz ettiği (aldığı) vakit, onun rûhu için bu âlem-i unsurîdeki (unsurlar âlemindeki) mürekkebden (bileşikten, terkipten) başkaca bir mürekkeb (bileşik) tesviye eder (verir). Ve o mürekkeb (terkip) onun intikâl eylediği (geçtiği) dârın (yurdun) cinsinden olur. Şu kadar ki, esmâ-yı cemâliyyenin (cemal esmasının) mazharı olan (çıktığı, göründüğü yer olan) insanlar âlem-i şehâdette (dünyada),  ahkâm-ı şer'iyyeye (şeriat hükümlerine) tevessül (inanmak, sarılmak) ile, a'mâl-i sâliha (iyi işler yapmış, sevap) işlemiş ve ahlâk-ı hasene (güzel ahlak) ile muttasıf olmuş (vasıflanmış) bulunacaklarından, mevt (ölüm) ile âlem-i berzaha (berzah âlemine) intikâl ettiklerinde (geçtiklerinde), kendilerine o âlemin cinsinden olarak verilen mürekkeb (terkip),  ahsen-i takvîm (en güzel suret) üzerine olan, sûret-i insâniyye (insanın sureti) üzerine olur.  Ve esmâ-yı celâliyyenin (celal esmasının) mazharı (çıktığı göründüğü yer) olan insanlar dahî bu âlemde (dünyada) ahkâm-ı şer'iyyeye (şeriat hükümlerine) muhâlefetle (karşı çıkmakla),  sû'-i amel işlemiş (çirkin işler yapmış) ve ahlâk-ı zemîme (beğenilmeyen, kötü davranışlar) ve sıfât-ı hayvâniyye (hayvani sıfatlar) ile muttasıf olmuş (vasıflanmış) bulunacaklarından, onlara verilen mürekkeb (terkip) dahî, kendilerinde gâlib (üstün) olan sıfât-ı hayvâniyyeye (hayvani sıfatlara) göre, suver-i hayvâniyye (hayvan suretleri) üzerine olur. Zîrâ (çünkü) hayvânât (hayvanlar) mezâhir-i celâliyyedir (celal esmasının göründüğü yerdir). Binâenaleyh (bundan dolayı) âlem-i berzah (berzah âlemi) sâlihîne (salih olana, günahkâr olmayana) göre dâr-ı sürûr (cennet) ve tâlihîne (günahkâra) göre de dârü'l-bevâr (cehennem) olur. Velhâsıl (kısaca) insân-ı müntekılin (ahirete intikal eden insanın) âlem-i berzahtaki (berzah âlemindeki) mürekkeb-i misâlîsi (hayali terkibi) akâidi (inancı),  ahlâkı ve sıfât-ı gâlibesi (üstün gelen sıfatları) ve a'mâli (işleri, fiilleri) hasebiyle terkîb olunup, bu mürekkeb (terkip) ile ebedî (sonu olmayan) merâtib-i uhreviyye (ahiret mertebelerine) ve İlâhiyyede kat'-ı merâtib eder (mertebeleri kat eder, geçer).  Ve onların ervâhı (ruhları) olan esmâ-yı İlâhiyyenin (Allah esmasının) kemâlâtı (tamlığı, olgunluğu) nelerden ibâret ise mezâhir-i berzahıyye (berzah âlemindeki görüntü yeri olan) âyînelerinde (aynalarında) mün'akıs olarak (yansıyarak) zâhir olur (görülür). Ve âlem-i berzahın (berzah âleminin) vücûdu i'tidâl (ölçü, denge) üzere olduğundan, dâr-ı bakâdır (devamlılık, ebedilik evidir). Şu halde verilen mürekkeb (terkip) ecsâd-ı dünyeviyye (dünyadaki cesetler, bedenler) gibi inhilâl (çözülme, dağılma) kabûl etmez. Ve inhilâl (çözülme, dağılma) kabul etmeyince, ebediyyen (hiçbir zaman) ölüm yoktur. Ya'nî o mürekkebin (terkibin) eczâsı (parçaları, cüzleri) dağılmaz.

Ey mü'min, ölüm senin için tuhfedir (armağandır). Bu cesed-i kesîfin (madde bedenin),  gamm-ı iftirâkını (ayrılık hüznünü) münkirîne (inkar edenlere) bırak. Havf-ı mevt (ölüm korkusu) ile lerzân olan (titreyen) onlar olsun. Nitekim Hz. Mevlâna (r.a.) buyururlar:

Beyt (Tercüme):

Ey kafes-i tenden uçan yâr-ı cân

Rahtını eflâke edersin resân

Tâze hayat gör de yaşa ba'de-zîn

Serseriyâne yaşamaktan usan

Mevt hayattır ve hayattır ölüm

Kâfır onun aksini eyler gümân

Ger yıkılırsa ten evi ağlama

Mahbesini yıktın efendi inan

Ve Mesnevî-i' Şerîf lerinde dahi buyururlar:

Tercüme: "Halk (insanlar) derler ki: "O filân miskin öldü." Sen de dersin  ki: "Ey gâfiller, ben diriyim. Eğer benim tenim böyle tek ü tenhâ uyumuş ise, gönlümde sekiz cennet açılmıştır. Uyumuş can, gül ve nesrin (yabani gül) içinde olunca, ten o gübre içinde olursa ne gam vardır? Uyumuş canın bedenden ne haberi vardır ki, o beden gülşende (gül bahçesinde) mi, yâhut külhanda (hamam ocağında) mı uyudu? Cihân-ı sâf içinde cân "Yâ leyte kavmî ya'lemûn", ya'ni "Kavmim bilse idiler, ne olurdu" na'rasını vurur."

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-16.02.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail