BU FASS
KELİME-İ HİKMET-İ
NEFESİYYE
“BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
İmdi
mü'minîn (mümin olanların),
âlem-i berzahta (ahirette)
terakkıyyât-ı dâime
(devamlı şekilde terakki, yükseliş, ilerleyiş) içinde
bulundukları için, Hz. Şeyh (r.a.) onların tafsîl-i ahvâlinden
(durumlarından detaylı bir şekilde)
bahis buyurmayıp (bahs
etmeyip) münkirînin (inkâr
edenlerin) avâkıb-i ahvâlini
(durumlarının sonunu) beyânen
(anlatarak) derler ki:
Ve ehl-i
nâra gelince, onların meâli nâîmedir; velâkin nâr içindedir.
Zîrâ müddet-i ıkâbın intihâsından sonra, sevret-i nâr için, onun
içinde olan kimseler üzerine, berd ü selâm olmak lâbüddür ve bu
naîmdir. İmdi, istîfâ-yı hûkûktan sonra ehl-i nârın naîmi, nâra
ilkâ olunduğu hînde, Halîlullah'ın naîmidir. Zîrâ İbrâhîm (a.s.)
onun rü'yeti ile ve onun ilminde, muhakkak hayvandan ona mücâvir
olan kimseyi te'lîm eden bir sûret olduğu müteavved ve
mütekarrer olmakla mütezzeb oldu. Halbuki kendi hakkında onda ve
ondan Allah'ın murâdını bilmedi. Ve bu âlâmın vücûdundan sonra
kendi hakkında sûret-i levniyye-yi nâriyyenin şuhûdiyle berâber,
berd ü selâm buldu. O ise, nâsıh gözlerinde nâr idi (7).
Fass-ı
Hûdî'nin (Hudi bölümünün)
nihâyetinde (sonunda)
dahî beyân olunduğu (anlatıldığı)
üzere, dâr-ı âhirette
(ahiret yurdunda) ehl-i nârın
(cehennemliklerin) meâli
(manası, anlamı) naîme
(rahata) ve rahmete müntehî
olur (sonunda ulaşır).
Fakat, onların ni'meti, yine nâr
(ateş) içindedir. Zîrâ
(çünkü) onlar Cehennem
denilen dâr (yurt) içinde
hulûd üzeredirler (daimi, devamlı kalıcıdırlar);
edebiyyen (hiçbir zaman)
oradan çıkamazlar. Ve ıkâb (azap)
müddetinin inkızâsından
(bitmesinden, sona ermesinden) sonra elbette ateşin
sevreti (kızgınlığı) ve
harâreti gidip içinde bulunan kimseler üzerine, o ateş soğuk ve
selâmet (neticesi kurtuluş)
olur. Çünkü ateş cânib-i Hak'tan
(Hakk tarafından) ihrâka
(yakmaya) me'mûrdur
(emrolunmuştur) ve emrolunduğu şeye aslâ muhâlefet
(karşı çıkma) şânından
(tabiatında) olmayan bir
abd-i mutî'dir (itaatli kuldur).
Ve kulların dünyâda işledikleri maâsî
(günahlar) mütenâhîdir
(sonludur, nihayet bulur).
Ve ateş ise, onları, mütenâhî olan
(son bulan) ma'siyetleri
(günahları) kadar ta'zîbe
(eziyet etmeye) me'mûrdur
(vazifelidir).
Müddet-i azâb (azabın
müddeti) münkazıyye olunca
(bitince),
ateşin sıfat-ı zâtiyyesi
(zati sıfatı) olan harâret ref olunup
(kaldırılıp, bitip) sıfat-ı
ârızası (daha sonra kazandığı sıfatı)
olan soğukluk ve selâmet
(esenlik) ikâme olunur
(yerleşir). Ateşin
soğuması aklen dahî müsteb'ad
(olmayacak şey) değildir. Fennen
(fen vasıtasıyle) ma'lûmdur
(bilinir) ki, taayyünât-ı
kesîfe (meydana gelmiş katı, koyu
cisimler) fezâda (uzayda)
ecsâm-i küreviyye (küre
cisimler) hâlinde tekevvün eder
(oluşur).
Cehennem ta'bîr olunan
(denilen) küre-i azîme-i ateşîn
(büyük ateş küresi) dahî
fezâda (uzayda)
mütekevvindir (mevcuttur).
Ve bu küre-i âteşin (ateş
küresinin) edvâr-i medîdeden
(çok uzun devirler geçtikten)
sonra ale'l-kâide (kaide, kural
olarak) teberrüd (soğur)
ve tassallüb eder
(katılaşır).
İşte bu ateşin soğuması ve selâmet bahş olması
(esenliğe kavuşulması),
ehl-i nârın
(cehennemliklerin) naîmidir
(cennetidir).
İstîfâ-yı hukûk-i
İlâhiyyeden (İlahi adalet yerine
geldikten),
ya'nî ma'siyetleri (günahları)
mikdârı ta'zîb olunduktan (azap
çektikten) sonra, ehl-i nârın
(cehennemliklerin) mazhar-ı
naîm olması (cennetle şereflenmesi)
, İbrâhîm Halîlullah
(a.s.)ın Nemrûd tarafından ateşe ilkâ olunduğu
(konulduğu) hînde
(sırada) mazhar olduğu
(şereflendiği) naîme
(cennete) müşâbihdir
(benzemektedir).
Çünkü İbrâhîm (a.s.) bilir
idi ki, ateş, hayvan cinsinden kendisine mukârin
(bitişik) ve mücâvir
(komşu) olan kimseye elem
(ızdırap) veren bir sûrettir.
Ve o sûretin ihrâk (yakılmak)
ile vücûda elem (acı, ızdırap)
vermesi muktezâ-yı âdettir
(adet gereğidir). İşte onun
ilminde bu ma'nâ mütekarrer
(belirlenmiş, yerleşmiş)
olduğundan, ateşi görmekle muazzeb oldu
(azap gördü, sıkıntı çekti).
Yoksa nârın (ateşin)
ihrâkıyla (yakmasıyla)
muazzeb olmadı (azap
çekmedi). Ve cenâb-ı İbrâhîm o sûrette ve o sûretten
kendi nefsi hakkında Allâh'ın murâdı ne olduğunu bilmedi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
ale'l-âde (adet olduğu üzere)
yakmak şanından
(tabiatından) olan ateşin sûretini görmekle vehmen
(vehim olarak) muazzeb oldu
(azap çekti).
Ve mancınık (ağır taşları
atmak için kullanılan eski bir savaş aleti)
vâsıtasıyla ateşe ilkâ olunduğu
(konulduğu) vakit, bu âlâm-i vehmiyyenin
(vehmi acıların, ızdırapların)
vücûdundan (varlığından)
sonra, kendi nefsi hakkında, sûret-i levniyye-yi nâriyyeyi
(ateşin suret rengini)
görmekle berâber, o ateşi soğuk ve selâmet-bahş
(kurtuluş bahşeden, selamet veren)
bir halde buldu. Ve nâr
(ateş) onun vücûd-ı mübârekini
(kutsal vücudunu) ihrâk ile
(yakarak) te'lîm
(elem, ızdırap) etmedi.
Halbuki ateşin o kırmızı
renkteki sûreti (şekli),
onu temâşâ eden
(gören) nâsın
(insanların) gözlerinde ayn-i
nâr (ateşin kendi) idi. Ve
bu nâs, (insanlar) kendi
görüşlerine nazaran, (göre)
o ateş İbrâhîm (a.s.)ı yakar zannettiler.
İmdi
şey'-i vâhid, bakanların gözlerinde mütenevvi' olur. Tecellî-i
İlâhînin hükmü böyledir. Binâlenaleyh,
dilersen, muhakkak Allah Teâlâ bu emrin mislinde tecellî
etti, dersin ve dilersen, muhakkak âlem, ona ve onda nazar
etmekte tecellîde Hak gibidir, dersin. Böyle olunca nâzırın
aynında, nâzırın mizâcı hasebiyle .mütenevvi' olur. Yâhut
nâzırın mizâcı, tecellînin tenevvüünden mütenevvi' olur.
Bunun hepsi, hakâyıkta câizdir (8).
Ya'nî ateş
İbrâhîm (a.s.)ın aynında (zatında)
berd ü selâm (rahatlık,
selamet soğuğu) ve
nâsın (insanların)
uyûnunda (gözlerinde) dahî
nâr-ı muhrik (yakıcı, yakan ateş)
göründüğü cihetle
(yanıyla),
şey'-i vâhidden (tek şeyden, tek
hakikatten) ibâret olan bu ateşe ona nazar edenlerin
(bakanların) gözlerinde
mütenevvi' olmuş (çeşitlenmiş)
olur. İşte tecellî-i İlâhî
(hakk’ın tecellisi) böyledir. Çünkü o tecellî-i İlâhî
(İlahi tecelli, Hakk’ın kendini
izharı) hadd-i zâtında
(esasında) birdir velâkin kavâbil
(kabiliyetli kimseler) o
isti'dâdât (istidatları)
hasebiyle muhtelif (çeşitli)
olur. Ehl-i hicâb (perdeli
kişiler) bunu bilmedikleri için, bir emri
(işi, hususu) bildikleri şeye
hasr ederler (mahsus kılarlar,
sınırlarlar). Binâenaleyh
(bundan dolayı) idrâklerinden hafi
(gizli) olan
ba'zı tecelliyâtı
(tecellileri) inkâr ederler.
Nitekim ateşin o kırmızı renkli sûretini,
(şeklini) ehl-i hicâb
(perdeli kimseler) gördükleri
vakit, Hakk'ın o mazhardan (görüntü
mahalinden,ateşten) mutlaka kahr
(azap) ile zâhir olacağına
(açığa çıkacağına, görüleceğine)
hükmederler (karar verirler)
ve aynı mazhardan (görüntü
mahallinden, ateşten) lutf
(güzellik, hoşluk) ile
zuhûrunu (meydana çıkmasını)
inkâr eylerler. Binâenaleyh
(bundan dolayı) sen şey'-i vâhidin
(tek hakikatin) kâbiliyyet-i
halâyık (mahlukların kabiliyetleri)
hasebiyle tenevvü' edip
(çeşitlenip) envâ'-ı muhtelife
(muhtelif çeşitler) ile zâhir
olduğunu (göründüğünü)
bildikten sonra, dilersen nârın
(ateşin) İbrâhîm (a.s.)’a berd ü selâm
(rahatlık, selamet soğuğu) ve
sâir (diğer) nâsın
(insanların) gözlerine ateş
olarak zâhir olması (görünmesi)
gibi, merâyâ-yı a'yânda (ayna olan açığa çıkmış birimlerde),
suver-i muhtelife
(çeşitli suretler) ile mütecellî olan
(beliren, görünen) ancak
Allah'dır dersin. Ve dilersen, muhakkak a'yân ı âlem,
(aşıkâr olmuş alem) ona nazar
indinde (bakanların kendi
görüşlerince) vücûd-i Hak
(Hakk’ın varlık) mir'âtında,
(aynasında) suver-i muhtelife
(çeşitli suretler) ile
mütecellîdir (kendini ızhar
etmektedir) ve âlem,
(evren) suver (suretler)
ile tecellî (belirmede,
kendini göstermede) ve zuhûrda,
(açığa çıkmada) Hak gibidir,
dersin. Böyle olunca âlem (evren),
nâzırın (bakanın)
mizâcı (tabiatı, yaratılışı)
hasebiyle mütenevvi'
(çeşit çeşit) olur. Nitekim vücûdunda harâret ziyâde
(fazla) olan kimse havayı
sıcak ve pek üşümüş olan kimse dahî yine aynı havayı soğuk
görür. Şu halde, âlemden (dünyadan) olan hava, ona nâzır olan
(bakan) kimselerin mizâcı
(yaratılışı, tabiatı)
hasebiyle mütenevvi' (çeşitli)
olur. Yâhut nâzırın (bakanın)
mizâcı, (tabiatı)
tecellînin (belirmelerin)
tenevvü'ünden (çeşitliliğinden)
dolayı mütenevvi' (çeşit
çeşit) olur. Zîrâ (çünkü)
ârif, nâmütenâhî (sonsuz)
olan tecelliyât-i İlâhiyye-i muhtelifeye
(çeşitli İlahi tecellilere)
tâbi'dir (bağlıdır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) mizâc (tabiat)
kaydından halâs olmuş
(kurtulmuş) olan nâzır-ı ârif
(bakan, gözleyen arif),
tecelliyât-ı İlâhiyyenin
(Hakk’ın tecellilerinin) tenevvü'ü
(çeşitliliği) hasebiyle
mütenevvi' (çeşitli) olur.
Ve bu tecellîye (belirmelere, kendini
göstermelere) âit olan bahis
(konu) Fass-ı Şuaybî'de
(Şuaybî bölümünde) murûr
etti (geçti).
Ve işte bu iki i'tibârın
(hususun) küllîsi (bütün
hepsi), hakâyıkta
(hakikatlerde) câizdir.
Ya'nî Hakk'ın nâzırın (gözleyenin)
mizâcı (tabiatı,
yaratılışı) hasebiyle mütenevvi'
(çeşit çeşit) olması, câiz
olduğu gibi, kayd-ı mizâcdan (tabiat
kayıtlılığından) kurtulan zevâtın
(kişilerin) mizâcı,
(tabiatı) tecellînin
tenevvü'üne (çeşitliliğine)
tâbi' (bağlı) olması
da câizdir. Evvelki hâl (önceki
durum), gayr-i
kâmil olan (kâmil olmayan, tam
mükemmelliğe erişmemiş) ârife göredir. Çünkü Hak o
ârif-i gayr-i kâmile (tam
mükemmelliğe ulaşmamış arife) kalbi hasebiyle
(dolayısıyla) tecellî eder
(belirir, kendini ızhar eder).
İkinci hal ise, ârif-i
kâmile (tam mükemmelliğe ulaşmış
arife) göredir. Zîrâ
(çünkü) onun kalbi tecellîyât-ı ilâhiyyeye
(ilahi tecellilere) tâbi'dir
(bağlıdır, uyar) .
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-21.02.2006
http://sufizmveinsan.com
|