BU FASS KELİME-İ HİKMET-İ
NEFESİYYE
“BEYÂNINDADIR.”YÛNUSİYYE'DE
MÜNDEMİC OLAN
İmdi Hz. Şeyh (r.a) ahvâl-i
âhireti (ahiret durumlarının)
beyândan fâriğ olduktan
(anlatılmasını bitirdikten) sonra, insanın mevt
(ölüm) ile Hakk'a rücû'
etmesi (geri dönmesi)
sadedine (konusuna)
gelerek buyururlar ki:
Ve eğer meyyit veyâ maktûl,
herhangi meyyit veyâ maktûl olursa olsun, öldüğü veyâ katl
olunduğu vakit, Allah Teâlâ'ya rücû' etmese idi, Allah Teâlâ bir
kimsenin mevtine hükm etmez ve onun katlini meşrû' kılmazdı.
Binâenaleyh, hepsi onun kabzasındadır. Şu halde onun hakkında
fıkdân yoktur. Böyle olunca Allah Teâlâ, abdi kendisini fevt
etmediğine ilminden nâşî, katli meşrû' kıldı ve mevt ile
hükmetti. İmdi Hak Teâlâ'nın ..................... (Hûd, 11/123)
ya'nî "Emrin küllîsi O'na râci'dir" kavlinde, onun O'na râci'
olmasına îzân ve işâret vardır ki, muhakkak O, emrin "ayn"ıdır.
Ya'nî tasarruf O'nda vâki'dir ve O, mutasarrıfdır (9).
Ya'nî mutî'
(itiat eden) veyâ âsî olan
meyyit (ölü),
veyâhut zulmen veyâ kısâsan
(kısas yoluyla) katl olunan
(öldürülen) maktûl, öldüğü
veyâ katl olunduğu (öldürüldüğü)
vakit, eğer Allah Teâlâ hazretlerine rücû' etmeseydi
(geri dönmeseydi),
Allah Teâlâ hiçbir kimsenin ecel-i mev'ûdu
(vadesi belli olan ecelinin)
hulûliyle (gelip çatmasıyla)
mevtine (ölümüne) hükm
etmez (karar vermez) ve
küffâr (kafirler) ve
müşrikînin (Allah’a şirk koşanların)
harben (harp ederek)
ve kâtillerin kısâsan
(kısas olarak) katl olunmalarını
(öldürülmelerini) meşrû'
kılmazdı (şeriatçe izin vermezdi)
Ma'lûm olsun ki, sırası geldikçe
fusûs-ı sâirede (füsus’un diğer
kısımlarında) dâhî îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere,
anâsırdan (unsurlardan,
elementlerden) mürekkeb
(terkip) olan cesed-i insanî
(insanın madde bedeni)
vücûd-i müstakil (kayıtsız, bağımsız
vücut) sâhibi değildir. Belki o vücûd, vücûd-i
hakîkî-i Hakk'a (hakiki vücut sahibi
olan Hakk’a) muzâf (bağlı)
olan bir vücûd-i i'tibârîdır
(var sanılan, göreli bir vücuttur).
Su ile buzun vücûdu
(varlığı) arasındaki nisbet
(bağıntı, ilişki) tasavvûr
olunursa (düşünülürse) bu
ma'nâ "ilmen" anlaşılır. Fakat "ilmen anlamak" ile vehm-i
istiklâl (vehimden kurtulmak,
bağımsız olmak)
insandan zâil olmaz (gitmez,
kaybolmaz).
İnsan, bu hakîkatı bilmekle berâber, yine "Benim elim, benim
ayağım, benim vücûdum" der durur. Vaktâki
(ne vakit ki) Hak, nûr-ı Zâtı
(Zat’ının nuru) ile sâlike
(Hakk’ yolcusuna) tecellî
edip, (belirip, görünüp)
bi-'l-farz (diyelim ki) su
içine atılan bir buz parçası gibi, vücûdunun o nûr içinde
eriyerek mahv (yok) olduğu
ve kendi vücûd-i kesîfi (yoğunlaşmış
varlığı) gibi muhîtinde
(etrafında) bulunan bilcümle
(bütün) eşyâ-yı kesîfe
(yoğunlaşmış şeylerin)
sûretlerinin dahî, o nûr-i muhîtte
(ihata eden, kuşatan nurda)
zâil (ortadan kalktığını,
yok) olduğunu görür, kendinde "Benimdir..." diyecek
bir vücûd (varlık) bulamaz
ve işte bu vakit, o sâlikten (Hakk
yolcusundan) vehm-i istiklâl
(vehmi bağımsızlık, vehimden kurtulmak)
"zevkan" (manevi zevk
duyarak) mürtefi'
(kalkmış) olur. Ve insan vehm-i istiklâl
(vehimden bağımsız olma, vehimden
kurtulma) ile
muttasıf (vasıflanmış)
iken, bittabi' (doğal olarak)
isneyniyyet (ikilik)
içindedir. Bu ise şirktir. Zîrâ
(çünkü) Hakk'ın vücûdu
(varlığı) mukâbilinde
(karşısında),
kendisinde bir vücûd (varlık)
tasavvur eder (düşünür).
Halbuki Hak Teâlâ ...................................
(Tevbe, 9/5) buyurur. Ve bununla şirk-i celîde
(açık şirkte)
ısrâr eden keferinin
(kâfirlerin) vücûd-i izâfilerinin
(göreli vücutlarının)
izâlesini (giderilmesini, yok
edilmesini) emr eder. Ve fakat şirk-i hafide
(gizli şirkte) bulanan
mü'minînin (müminlerin)
vücûd-i izâfilerini (göreli
vücutlarını) dahi ecel-i mev'ûdlarıyla
(vadesi gelmiş ecelleriyle (tabii
ölümleriyle) ortadan kaldırır. Ve bu âmmeye
(umumu, herkesi) şâmil olan
(içine alan) mevt-i
ıztırârînin (mecburi, doğal ölümün)
hikmeti Hakk'ın onları şirk-i vücûddan
(varlık şirkinden)
kurtarıp kendine ahzinden
(almasından) ibârettir. Bu âlemde
(dünyada) iken mevt-i
ihtiyârî (isteyerek ölme (ölmeden
önce ölmek) ile ölenlerin mevt-i sûrîleri
(ölmüş bedenleri) ise, bir
vecihden (yandan) âmmeye
(umuma, herkese) muvâfakat
(uymaları, uyum sağlamaları)
içindir. Yoksa onların Hakk'a vusûl
(ulaşmak) için, mevt-i
ıztırârîye (mecburi ölüme) ihtiyaçları yoktur. Diğer bir vecihden
(yandan) dahi Hak'la kendi
aralarında gâyet ince bir gömlekten ibâret kalmış olan, vücûd-i
sûrîlerinin (madde bedenlerinin)
ref’i (kalkması)
içindir.
Beyt:
Hulle-i cennet olursa çekeyim çâk edeyim
Dem-i vuslatta bana hâil ola pîrehenim
Nitekim, Hz. Mevlânâ (r.a.)
efendimizin son hastalıkları zamânında, Sadreddîn Konevî
hazretleri ıyâdetlerini
(ziyaretiyle) teşrîf edip
(şereflenip)
....................... (Allah sana
âcil şif"a versin) buyururlar. * Hz. Pîr-i dest-gîr
(yaşlı ihtiyar):
"Bundan sonra, şifâ sizin olsun. Âşık ile ma'şûk
(âşık olunan) arasında ancak
kıldan bir gömlekten ziyâde (fazla)
bir şey kalmamıştır. Nûrun nûra vâsıl olduğunu
(kavuştuğunu) istemez
misiniz?" buyururlar. '
Beyt:
Tercüme: "Ben tenden, o da hayâlden soyundu. Şimdi visâlin
(kavuşmanın) nihâyetlerinde
(sonlarında) hirâm eylerim
(gezinirim). "
İmdi mâdemki mevt
(ölüm) umûmîdir
(herkesedir) ve bunun da
hikmeti Hakk'ın emvâtı (ölüleri)
kendine ahzidir
(almasıdır), şu
halde hepsi onun kabzasındadır
(avcunun içindedir).
Böyle olunca ölü hakkında fıkdân
(yokluk, yok olma) yoktur.
Ya'nî ölen kimse mefkud (kayıp olmuş,
yok) olmuş olmaz. İşte Allah Teâlâ, abdi
(kulu) kendisinden münfekk
(ayrı, kopuk) olmadığını
bildiği için, küffâr-ı müşrikînin
(Allah’a ortak koşan kâfirlerin) harben
(harp ederek) ve kâtilin
kısâsan (kısas olarak)
katlini (öldürülmesini)
meşrû' kıldı (şeriatçe müsade etti).
Ve kâffe-i nâsın (bütün
insanların) ale'l-âde
(doğal olarak, adet üzere) mevtine
(ölümüne) hükm etti
(karar verdi).
Zîrâ (çünkü)
abd (kul),
neş'et-i dünyeviyyeden
(dünya yaşamından) neş'et-i uhreviyyeye
(ahiret yaşamına) intikâl
ettikde (geçtiğinde),
Hakk'a rücû' eder (geri
döner). Çünkü
her bir mevtın (ölümün)
vücûd-ı Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun)
bi-hasebi't-tenezzül
(aşağı inmesi bakımından) bir mertebesi ve her bir
mertebedeki suver (suretler) dahî, onun merâyâ-yı esmâiyyesidir.
(esmalarıının aynalarıdır) Ve
ism-i zâhir'in (zahir isminin)
hîtasından (ihatasından,
kuşatmasından) çıkan suver,
(suretler) ism-i Bâtın'ın
(batın isminin) hîtasına
(kuşatmasına) dâhil olur.
(girer) Ve Zâhir
(görünen) ile Bâtın
(görünmeyen) ancak Hak'tır.
Eğer mevt (ölüm) ile abdin
(kulun) Hakk'a rücû'una
(geri döndüğüne) delîl
(kanıt) istersen, Hak Teâlâ
hazretlerinin (Hûd, 11/123) ya'nî "Emrin
(işlerin) küllîsi
(bütün hepsi) ona râci'dir"
(geri döner) kavli
(sözleri) buna delildir.
(kanıttır) Ve bu kavilde
(sözlerde) muhakkak, Hak
emrin (işlerin) "ayn"ı
(hakikati, zatı) olduğuna
işâret vardır. Zîrâ (çünkü)
abdin (kulun)
sûretinde, mukayyed (kayıtlı)
olan hüviyyet-i Hak (Hakk’ın
hakikati), mevt
(ölüm) ile abdin
(kulun) o sûret-i mukayyedesi
(kayıtlı olan yoğunlaşmış sureti)
çözüldüğü vakit, hüviyyet-i mutlakasına
(kayıtsız hakikatine) rücû'
eder (geri döner).
Ve abdin (kulun)
vücûdu (varlığı) ,
vücûd-i Hakk'ın (hakk’ın
vücudunun) bi't-tenezzül
(inmek suretiyle),
o sûrette müteayyin
(belirmesinden, görünmesinden) ve mütekayyid
(kayıtlanmış) olmasından
başka bir şey değildir. O taayyün
(oluşum) bozulduğu ve o kayd çözüldüğü vakit, ıtlâka
(kayıtsızlığa, mutlakıyete)
rücû' eyler (geri döner).
Meselâ yekpâre
(tek parçadan ibaret) bir
sicim alınıp üzerine üç düğüm yapılsa, mutlak
(kayıtsız) olan sicim o
düğümler ile mukayyed olmuş
(kayıtlanmış) olur. Düğümlerin hüviyyeti
(hakikati, zatı) ve aslı
sicim ise de, taayyünü (oluşu)
i'tibâriyle (bakımından)
o düğümler, sicim değildir.Aralarında mutlakıyyet
(kayıtsızlık) ve
mukayyediyyet (kayıtlılık)
farkları vardır. Zîrâ (çünkü)
"mutlak" başka, "mukayyed" yine başkadır. Fakat
düğümler çözüldüğü vakit, onlar sicime rücû' ederler
(geri dönerler).
Ve rücû' edenle (geri
dönenle), rücû'
olunan (geri dönülen) şey
ancak sicimden ibârettir. Şu kadar ki mukayyed
(kayıtlanmış) olan sicim,
ya'nî düğüm, mutak (kayıtsız)
olan sicime rücû' eylemiş (geri
dönmüş) oldu.
İşte mukayyed
(kayıtlanmış) olan taayyün-i
insânînin (belirmiş, meydana çıkmış
insanın) mevt (ölüm)
ile Hakk'a rücû'u (geri
dönmesi) dahî bu misâle mutâbıktır
(uygundur).
Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.),
"Emrin küllîsi (bütün işler)
Hakk'â ''rücû' eder" (geri döner)
(HÛd, 11/123) kavlini
(sözünü) tefsîren
(açıklayarak):
"Tasarruf (sahiplik, idare etmek)
Hak'ta vâkı'dir (olur)
ve mutasarrıf olan
(tasarruf eden, sahip olan, idare eden) ancak O'dur"
buyururlar. Ya'nî Hak ism-i Zâhir'i
(zahir ismi) hasebiyle suver-i halkıyyede
(yaratılmışların suretlerinde)
müteayyin olduğundan (meydana
çıktığından, belirdiğinden) bu mertebede münfail
(tesiri kabul eden, etkilenen)
olarak O'nda tasarruf vâkı'
(olmuş) olur.
Ve kezâ (böylece) Hak,
ism-i Bâtın'ı (batın ismi)
hasebiyle suver-i esmâiyyede
(esma suretlerinde) müteayyin olduğundan
(meydana çıktığından),
fâil (fiili yapan, işi
işleyen) ve mutasarrıf
(tasarruf eden) olur. Zîrâ
(çünkü) Hak, Bâtın'ı
(içi, ruhu) i'tibâriyle
(bakımından) "müessir"
(hükmünü yürüten, tesir eden)
ve Zâhir'i (dışı, vücudu)
i'tibâriyle (bakımından)
“müesserün-fîh”dir (etkilenendir,
tesiri kendinde gösterendir).
Ve müessir (etkileyen)
ile müesserün-fîh
(etkilenen) bahsi (konusu),
Fass-ı İlyâsî'de
(ilyas bölümünde) tafsîl olunmuştur
(geniş
olarak anlatılmıştır).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-28.02.2006
http://sufizmveinsan.com
|