[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ
GAYBİYYE" BEYÂNINDADIR]
Ma'lûm olsun ki, Eyyûb (a.s.)’ın ayn-ı sâbite-i gaybîsi
(gizlenmiş ilmi sureti)
iktizâsınca (gereğince),
bu âlem-i şehâdette
(dünyada) vücûdunda zâhir olan
(görülen) marazın
(hastalığın) zevâli
(sona ermesi) için Hak Teâlâ
............................... (Sâd, 38/42) buyurdu ve onun
için cânib-i gaybdan (gayb
tarafından) soğuk su ızhâr eyledi
(meydana çıkardı) ve bu soğuk
su vâsıtasıyla onun vücûdundaki harâret-i zâide
(hararetin fazlası) tenâkus
ederek (azalarak) mizâcı
(tabiatı) mertebe-i
i'tidâle (dengeli hale)
geldi. Binâenaleyh (bndan dolayı)
belânın ibtidâ (ilk önce)
cânib-i gaybdan (gayb
tarafından) nüzûlü
(inişi) ve ba'dehû
(daha sonra) sabır ve
mücâhedesine (uğraşısına, savaşına)
mukâbil (karşılık),
yine cânib-i gaybdan
(gayb tarafından) mâ'-i
bâridin (soğuk suyun)
zuhûru (çıkışı),
"hikmet-i gaybiyye"nin
(gayb ile ilgili hikmetlerin, gizli İlâhi gaye”nin)
Kelime-i Eyyûbiyye'ye (Eyyüb
kelimesine) tahsîsine
(mahsus kılınmasına, ona ayrılmasına) sebeb oldu.
Vâkıâ (gerçi) Hak Teâlâ
hazretleri, kâffenin (bütün hepsinin)
gaybu'l-guyûbu (gayblerin
gaybi, gizlilerin gizlisi) ve onun hüviyyeti
(zatı) ulvî
(yüce) ve süflî
(alçak) bilcümle
(bütün) eşyâya
(varlıklara) sârî olduğu
(yayıldığı, kapladığı)
cihetle (yönüyle),
ne kadar kelimât-ı İlâhiyye
(İlahi kelimeler, birimler)
varsa, bu "hikmet-i gaybiyye"nin
(gayb ile ilgili hikmetlerin) hepsine taalluku
(alakası, bağlantısı) mevcûd
olup, hiçbir kelime-i vücûdun
(varlığa çıkmış kelimenin, birimin) bu bâbda
(mevzuda) ihtisâsı yok ise
de, bu ahkâm-ı gaybiyyenin (gayb
hükümlerinin) reviş-i zuhûru
(açığa çıkış tarzı),
Eyyûb (a.s.)’ın kelime-i vücûdunda
(vücut bulmuş varlığında)
evvelen (önceden)
ve âhiren (sonradan) bir
sûret-i husûsiyyede (hususi, özel
tarzda) vâki' olduğu
(gerçekleştiği) cihetle
(dolayısıyle), “hikmet-i
gaybiyye” (gizli hikmetler)
onlara tahsîs (ayrıldı, özel)
kılındı. Ve ancak ümmet-i Muhammediyyeden
(Müslümanlardan) Eyyûb
(a.s.)’ın kitabını hâlen kırâat eden
(okuyan), ya'nî
belâya mübtelâ olup, (uğrayıp)
sabır ve mücâhededen (savaştan,
uğraşıdan) sonraki münâcaatı
(dua etmesi) üzerine bu
belâdan halâs olan (kurtulan)
her bir ferd (kişi),
bu "hikmet-i gaybiyye"nin zevkıyle mütezevvik oldu (zevklendi).
Ma’lûm olsun ki muhakkak hayâtın sırrı, suda sârî oldu. Böyle
olunca o, anâsır ve erkânın aslıdır. Ve işte bunun için Allah
Teâlâ diri olan her şeyi sudan halk etti. Ve vücûdda bir şey
yoktur, illâ ki o diri olduğu halde mevcûddur; zîrâ hiçbir şey
yoktur, illâ ki o, Allâh'ın hamdiyle tesbîh eder olduğu halde
mevcûddur; velâkin onun tesbîhi fehm olunmaz, ancak keşf-i İlâhî
ile fehm olunur ve Hakk'ı ancak diri olan şey tesbîh eder.
Binâenaleyh, her şey diridir ve her şeyin aslı sudur ( 1 ).
"Hayat" sıfât-ı İlâhiyyeden (Hakk’ın
sıfatlarından) bir sıfattır; ve evvelen
(ilk önce) kendisi ile
hüviyyet-i İlâhiyye (İlahi zatta)
zâhir olan (açığa çıkan,
görülen) şey "hayat"tır. Bunun için, sıfat-ı -hayat
(hayat sıfatı),
sıfâtı sâire (diğer
sıfatlar) üzerine tekaddüm-i zâtî
(Zatının önceliği) ile
tekaddüm etmiştir (öne geçmiştir,
önde olmuştur).
Ve mümkinâttan (mümkün
olanlardan) evvelen (ilk
önce) kendisi ile "hayat" zâhir olan
(görülen) şey dahî sudur.
Bunun için su, her bir şeyin evveli
(öncesi) ve aslı oldu ve hayâtın sırrı suda sârî oldu
(sirayet etti, yayıldı).
İşte bu sebebe binâen
(dayanarak), Hak Teâlâ
hayat sâhibi olan her şeyi sudan yarattı. Ve vücudda
(varlıkta) zî-rûh
(ruh sahibi) olmayan bir şey
yoktur; çünkü suver-i âlemden (evren
suretlerinden) her bir sûret bir ismin mazharıdır
(çıktığı, göründüğü yerdir)
ve her bir isim, cemî'-i esmâyı
(bütün esmayı) hâvîdir
(kaplar, içine alır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) her bir zerrede "Hayy" ismi mütecellîdir
(tecelli eder, görünür). Ve
Kur'ân-ı Kerim'de .................................... (İsrâ,
17/44) Ya'nî "Hiçbir şey yoktur, illâ ki Hakk'ın hamdiyle tesbîh
eder; velâkin siz onun tesbîhini anlamazsınız" buyrulduğu üzere,
vücûdda (varlıkta)
Allah'ın hamdiyle tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak
onların tesbîhleri, Allah'ın keşfiyle
(bildirmesiyle, ilham etmesiyle)
anlaşılır. Ve her şey mâdemki Hakk'ı hamd ile tesbîh
ediyor, o halde onlarda hayat vardır. Zîrâ
(çünkü) hayâtı olmayan, şey
tesbîh edemez. Ve mümkinâttan (olmuş
ve olacak olan şeylerden) evvelâ
(ilk önce) kendisi ile hayat
zâhir olan (görülen) şey
su olunca, mümkinât (olabilirlik)
ta'bîri (deyimi)
tahtına (altına) dâhil
olan bütün eşyâ-yı âlemin (alemdeki
varlıkların) aslı su olmuş olur.
Sen arşı görmez misin ki, nasıl su üzerine vâki' oldu? Zîrâ
ondan tekevvün etti. Binâenaleyh, onun üzerine tâfî ve mürtefi'
oldu. Böyle olunca su, arşı altından hıfz eder (2).
Sen arşı (gökleri) ,
ya'nî âlem-i ecsâmın
(madde âleminin) hey'et-i mecmûasını
(bütün tamamını) görmez misin
nasıl su üzerine vâki oldu (oluştu)?.
Zîrâ (çünkü)
ecsâm (cisimler, somut maddeler),
latîfin (şeffafın, nurun)
tekâsüfünden
(yoğunlaşmasından) husûle gelen vücûdât-ı i'tibâriyye
(varsayılan varlıklar) ve
izâfiyyedir (göreciliktir).
Ma'lûm olsun ki Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de
.............................. (Fussılet, 41/11) ya'nî "Ba'dehû
(daha sonra) Hak Teâlâ
semâya müstevî (düz, her tarafı bir)
oldu, halbuki o duman, ya'ni sehâbe
(tek bir bulut) idi". Ve
hadîs-i şerifde dahi .................................. Ya'nî
Allah Teâlâ gâyet beyaz renkte bir dürre
(büyük bir inci) yarattı. Ona
celâl ve heybetiyle (azametiyle)
nazar etti (baktı)
. O dürre
(inci) hayâdan
(Allah korkusundan) nâşî
(dolayı) eridi. Yarısı su ve
yarısı ateş oldu; ve ondan duman husûle geldi
(oluştu).
Ve semâları
(gökleri) dumandan halk
eyledi (yarattı) ve arzı
(dünyayı) dahi onun
köpüğünden yarattı. Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun arşı su üzerine vâki' oldu
(oluştu)"
buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîf âyet-i kerimeyi tefsîr
eder (açıklar).
Ve "dürre-i beyzâ"dan
(büyük beyaz bir inciden)
murâd, cemî'-i ekvân (bütün evren,
bütün varlıklar) kendisinden mütekevvin
(mevcut, var) olan "akl-ı
evvel"dir (ilk akıldır).
Ve Hakk'ın ona nazar-ı
Celâl (celal bakışı) ile
bakması, o akl-ı evvelin (ilk aklın)
taayyünü (belirmeleri,
meydana çıkmaları) ile Hakk'ın vücûd-ı mutlakının
(sınırsız, kayıtsız varlığının)
ihticâb etmesidir (perde altına
girmesi, gizlenmesidir) .
Çünkü nazar-ı Cemâl (cemal
bakışı) vech-i Hakk'ın
(Hakk’ın yüzünün) kendi nûruyla tecellîsidir
(belirmesidir, görünmesidir)
ki, bunda tesettür (örtünme,
saklanma) yoktur. Nazar-ı Celâl
(celal bakışı) ise vech-i
Hakk'ın (Hakk’ın yüzünün)
gayrı (başka) ile
tesettürüdûr (örtünmesidir).
Ve "gayr"dan (başkadan)
murâd mutlakıyyetten
(kayıtsızlıktan) mukayyediyyete
(kayıtlılığa) tenezzüldür
(inmedir) ve mutlakın
(kayıtsızın) mukayyedde
(kayıtlıda) ihtifâsıdır
(gizlenmesidir).
Yoksa vücûdda Hak'tan gayrı
(başka) bir şey yoktur. O'nun
zuhûru (açığa çıkışı)
zuhûruna (açığa çıkışına)
perde olmuştur. Ve "dürre-i beyzânın
(büyük beyaz incinin) erimesi" dahî mâhiyyeti
(aslı) ademden
(yokluktan) ibâret bulunan
mümkinin (olabilirlerin, manaların)
kendisinde varlık görmekten istihyâ
(utanarak, haya) ederek,
nefsinde mütelâşî (aceleci)
olduğu hînde (vakitte),
bi-hasebi'l-esmâ (sayısız
esması bakımından) ,
Hakk'ın mümkin
(olabilirlik (ilmi suret) libâsıyla
(elbisesiyle) zuhûrudur
(açığa çıkmasıdır).
Zîrâ (çünkü)
dürre-i beyzâ (büyük beyaz inci),
ya'nî akl-ı evvel
(ilk akıl),
suver-i mümkinâtın
(olabilirlik suretlerin,ilmi suretlerin) kâffesine
(bütün hepsine) ilk maddedir.
Ve "onun yarısının ateş olması", taayyünât-ı nâriyye
(ateş suretler) ile ervâhın
(ruhların) ondan tekevvün
etmesidir (meydana gelmesidir,
oluşmasıdır).
Ve "yarısının su olması", ecsâmın
(cisimlerin) tekevvünü
(oluşması) içindir. Zîrâ
(çünkü) âlem-i ecsâmın
(madde âleminin) heyet-i mecmûası
(bütün tamamı) su üzerine
mebnî olmuştur (kurulmuştur).
Tedkîk-i maddiyyât ile (maddeyi
inceleyerek) hakâyık-ı eşyâya
(varlıkların hakikatlerini)
muttali' olmağa (öğrenmeye)
çalışan ehl-i nazar ve istidlâl
(delile dayalı netice çıkararak, anlamaya çalışan görüş
sahipleri) derler ki: Ecrâm
(cisimler),
bidâyet-i hallerinde
(başlangıç hallerinde) bir sehâbe
(bulut) halinde bulunup,
tedrîcen (yavaş yavaş) küreler şeklinde tekâsüf etmişlerdir
(yoğunlaşmışlardır).
Sıkleti (ağırlığı)
teneffüs ettiğimiz (soluduğumuz)
havadan nisbet (kıyas)
kabul etmez derecede daha az olan bu sehâbe
(bulut) mütecânis
(bir cins) ve
müvellidü'l-mâ'dan (hidrojenden)
bile hafif bir gazdan müteşekkil
(oluşmuş) idi. Bu gâzî
(gazımsı) küreler, eczâ-ı
ferdiyyelerinin (parçaçıklarının)
kendi merkezlerine doğru müncezib olması
(çekilmesi) ve bu harekât-ı
ile'l-merkeziyyeden (merkeze doğru
hareketlerin) mütezâyiden
(artmasından) neş'et eden
(ileri gelen) tekâsûf
(yoğunluk) ve tezelluk
(sürçme) ve harâret (ısı)
ve harâretin bâdî (sebep)
olduğu ilk imtizâcât-ı kimyeviyye
(kimyevi karışım) ve
yekdîğerinden (birbirinden)
iştikâk eden (bölünen)
kuvây-ı tabîiyye (tabii
kuvvetlerin) te'sîrâtı
(tesirleri) ,
müvellidü'l-mâ' (hidrojen)
ve müvellidü'l-humûza (oksijen),
fahm (kömür),
azot, sodyum, hadîd
(demir),
kalsiyum ilh... gibi anâsırın
(unsurların, elementlerin) teşekkülünü
(oluşmasını) mûcib
(gerektirmiştir, sebep)
olmuştur ki, bu anâsır-ı ibtidâiyyenin
(ilk unsurların, elementlerin)
cümlesi (hepsi),
müvellidü'l-mâ'nın
(hidrojenin) ez’âfı
(katları) ve mürekkebâtı
(bileşikleri) gibi bir sûrette
(şekilde) teşekkül
etmişlerdir (oluşmuşlardır).
Ecrâmın (madde cisimlerin)
"necm-i sehâbî" (yıldız
bulutları) hâlinde pertev-feşan
(ışık saçar) olduğu
zamanlarda bu anâsırın
(unsurların) kâffesi
(hepsi) bugün güneşte
yanmakta olduğu gibi yanmakta idi. Ba'dehû
(daha sonra) bu ateş, suya
münkalib olmuştur (dönüşmüştür)
. Zîrâ
(çünkü) ateş ile su, hikmet-i
tabîiyye ahkâmınca (fizik kanunlarına
göre) yekdîğerinin
(birbirlerinin) zıddı olan seyyâlden
(sıvıdan) ibâret iseler de, bi'l-kimyâ
(kimyada) aynı anâsırın
(unsurların, elementlerin)
muhassalâtıdır (elde edilmiş
neticesidir).
Ve hattâ bugün küremizin etrafında temevvüc eden
(dalgalanan) bahr-ı muhît
(okyanus) evvelce ateş olan,
müvellidü'l-mâ' (hidrojen)
ve müvellidü'l-humûza (oksijen)
ve sodyumdan mürekkebdir
(karışımından meydana gelmiştir).
Bu husustaki îzâhât (geniş
açıklama) Fass-ı İsevî'de
(İsa bölümünde) geçti. İşte
görülüyor ki bu tâife (grup)
dahi tedkîkâtlarında,
(incelemelerinde) hadîs-i şerifdeki ihbâr-ı icmâlîye
(öz, özet bildirilere)
vâsıl olabilmişlerdir
(ulaşabilmişlerdir).
Fakat akl-ı nazarî (akli
görüş) ve istîdlâlât
(araştırmalar) ile bu kadar gidilebilir; zîrâ
(çünkü) Mesnevî-i Şerîf'de
buyrulur:
Tercüme: "İstidlâlî olan (delil ile
anlamaya çalışan) ukûl-i cüz'iyye erbâbının
(cüzi akıl sahiplerinin) ayakları ağaçtandır; ağaçtan
ma'mûl (yapılmış) ayak ise
pek dayanıksızdır."
Velhasıl (sözün kısası)
âlem-i ecsâm (cisimler alemi)
sudan tekevvün etmiştir (oluşmuştur). Binâenaleyh
(bundan dolayı) buzun
vücûdunu hıfz ettiği (sakladığı)
gibi, su, ecsâmı
(cisimleri) tahtından
(altından, aşağıdan)
ve bâtınından (içinden)
hıfz eder (saklar).
Vücûdda
(varlıkta) ateşin sudan evvel
olmasının sırrı budur ki, ............................. hadîs-i
kudsîsinde beyan buyrulan
(bildirilen) muhabbetin
(sevginin) harâretiyle
(sıcaklığı ile) halk-ı eşyâya
(varlıkların yaratılmasına)
irâde-i İlâhiyye (Hakk’ın iradesi)
teveccüh etmiştir
(yönelmiştir).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-14.03.2006
http://sufizmveinsan.com
|