209. Bölüm


 

[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN  "HİKMET-İ GAYBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Ma'lûm olsun ki, Eyyûb (a.s.)’ın ayn-ı sâbite-i gaybîsi (gizlenmiş ilmi sureti) iktizâsınca (gereğince), bu âlem-i şehâdette (dünyada) vücûdunda zâhir olan (görülen) marazın (hastalığın) zevâli (sona ermesi) için Hak Teâlâ ............................... (Sâd, 38/42) buyurdu ve onun için cânib-i gaybdan (gayb tarafından) soğuk su ızhâr eyledi (meydana çıkardı) ve bu soğuk su vâsıtasıyla onun vücûdundaki harâret-i zâide (hararetin fazlası) tenâkus ederek (azalarak) mizâcı (tabiatı) mertebe-i i'tidâle (dengeli hale) geldi. Binâenaleyh (bndan dolayı) belânın ibtidâ (ilk önce) cânib-i gaybdan (gayb tarafından) nüzûlü (inişi) ve ba'dehû (daha sonra) sabır ve mücâhedesine (uğraşısına, savaşına) mukâbil (karşılık),  yine cânib-i gaybdan (gayb tarafından) mâ'-i bâridin (soğuk suyun) zuhûru (çıkışı), "hikmet-i gaybiyye"nin (gayb ile ilgili hikmetlerin, gizli İlâhi gaye”nin) Kelime-i Eyyûbiyye'ye (Eyyüb kelimesine) tahsîsine (mahsus kılınmasına, ona ayrılmasına) sebeb oldu. Vâkıâ (gerçi) Hak Teâlâ hazretleri, kâffenin (bütün hepsinin) gaybu'l-guyûbu (gayblerin gaybi, gizlilerin gizlisi) ve onun hüviyyeti (zatı) ulvî (yüce) ve süflî (alçak) bilcümle (bütün) eşyâya (varlıklara) sârî olduğu (yayıldığı, kapladığı) cihetle (yönüyle), ne kadar kelimât-ı İlâhiyye (İlahi kelimeler, birimler) varsa, bu "hikmet-i gaybiyye"nin (gayb ile ilgili hikmetlerin) hepsine taalluku (alakası, bağlantısı) mevcûd olup, hiçbir kelime-i vücûdun (varlığa çıkmış kelimenin, birimin) bu bâbda (mevzuda) ihtisâsı yok ise de, bu ahkâm-ı gaybiyyenin (gayb hükümlerinin) reviş-i zuhûru (açığa çıkış tarzı), Eyyûb (a.s.)’ın kelime-i vücûdunda (vücut bulmuş varlığında) evvelen (önceden) ve âhiren (sonradan) bir sûret-i husûsiyyede (hususi, özel tarzda) vâki' olduğu (gerçekleştiği) cihetle (dolayısıyle),  “hikmet-i gaybiyye” (gizli hikmetler) onlara tahsîs (ayrıldı, özel) kılındı. Ve ancak ümmet-i Muhammediyyeden (Müslümanlardan) Eyyûb (a.s.)’ın kitabını hâlen kırâat eden (okuyan), ya'nî belâya mübtelâ olup, (uğrayıp) sabır ve mücâhededen (savaştan, uğraşıdan) sonraki münâcaatı (dua etmesi) üzerine bu belâdan halâs olan (kurtulan) her bir ferd (kişi), bu "hikmet-i gaybiyye"nin zevkıyle mütezevvik oldu  (zevklendi).

Ma’lûm olsun ki muhakkak hayâtın sırrı, suda sârî oldu. Böyle olunca o, anâsır ve erkânın aslıdır. Ve işte bunun için Allah Teâlâ diri olan her şeyi sudan halk etti. Ve vücûdda bir şey yoktur, illâ ki o diri olduğu halde mevcûddur; zîrâ hiçbir şey yoktur, illâ ki o, Allâh'ın hamdiyle tesbîh eder olduğu halde mevcûddur; velâkin onun tesbîhi fehm olunmaz, ancak keşf-i İlâhî ile fehm olunur ve Hakk'ı ancak diri olan şey tesbîh eder. Binâenaleyh, her şey diridir ve her şeyin aslı sudur ( 1 ).

"Hayat" sıfât-ı İlâhiyyeden (Hakk’ın sıfatlarından) bir sıfattır; ve evvelen (ilk önce) kendisi ile hüviyyet-i İlâhiyye (İlahi zatta) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) şey "hayat"tır. Bunun için, sıfat-ı -hayat (hayat sıfatı), sıfâtı sâire (diğer sıfatlar) üzerine tekaddüm-i zâtî (Zatının önceliği) ile tekaddüm etmiştir (öne geçmiştir, önde olmuştur). Ve mümkinâttan (mümkün olanlardan) evvelen (ilk önce) kendisi ile "hayat" zâhir olan (görülen) şey dahî sudur. Bunun için su, her bir şeyin evveli (öncesi) ve aslı oldu ve hayâtın sırrı suda sârî oldu (sirayet etti, yayıldı). İşte bu sebebe binâen (dayanarak), Hak Teâlâ hayat sâhibi olan her şeyi sudan yarattı. Ve vücudda (varlıkta) zî-rûh (ruh sahibi) olmayan bir şey yoktur; çünkü suver-i âlemden (evren suretlerinden) her bir sûret bir ismin mazharıdır (çıktığı, göründüğü yerdir) ve her bir isim, cemî'-i esmâyı (bütün esmayı) hâvîdir (kaplar, içine alır). Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir zerrede "Hayy" ismi mütecellîdir (tecelli eder, görünür).  Ve Kur'ân-ı Kerim'de .................................... (İsrâ, 17/44) Ya'nî "Hiçbir şey yoktur, illâ ki Hakk'ın hamdiyle tesbîh eder; velâkin siz onun tesbîhini anlamazsınız" buyrulduğu üzere, vücûdda (varlıkta) Allah'ın hamdiyle tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak onların tesbîhleri, Allah'ın keşfiyle (bildirmesiyle, ilham etmesiyle) anlaşılır. Ve her şey mâdemki Hakk'ı hamd ile tesbîh  ediyor, o halde onlarda hayat vardır. Zîrâ (çünkü) hayâtı olmayan, şey tesbîh edemez. Ve mümkinâttan (olmuş ve olacak olan şeylerden) evvelâ (ilk önce) kendisi ile hayat zâhir olan (görülen) şey su olunca,  mümkinât (olabilirlik) ta'bîri (deyimi) tahtına (altına) dâhil olan bütün eşyâ-yı âlemin (alemdeki varlıkların) aslı su olmuş olur.

Sen arşı görmez misin ki, nasıl su üzerine vâki' oldu? Zîrâ ondan tekevvün etti. Binâenaleyh, onun üzerine tâfî ve mürtefi' oldu. Böyle olunca su, arşı altından hıfz eder (2).

Sen arşı (gökleri) , ya'nî âlem-i ecsâmın (madde âleminin) hey'et-i mecmûasını (bütün tamamını) görmez misin nasıl su üzerine vâki oldu (oluştu)?. Zîrâ (çünkü) ecsâm (cisimler, somut maddeler), latîfin (şeffafın, nurun) tekâsüfünden (yoğunlaşmasından) husûle gelen vücûdât-ı i'tibâriyye (varsayılan varlıklar) ve izâfiyyedir (göreciliktir).

Ma'lûm olsun ki Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de .............................. (Fussılet, 41/11) ya'nî "Ba'dehû (daha sonra) Hak Teâlâ semâya müstevî (düz, her tarafı bir) oldu, halbuki o duman, ya'ni sehâbe (tek bir bulut) idi". Ve hadîs-i şerifde dahi .................................. Ya'nî Allah Teâlâ gâyet beyaz renkte bir dürre (büyük bir inci) yarattı. Ona celâl ve heybetiyle (azametiyle) nazar etti (baktı) . O dürre (inci) hayâdan (Allah korkusundan) nâşî (dolayı) eridi. Yarısı su ve yarısı ateş oldu; ve ondan duman husûle geldi (oluştu).  Ve semâları (gökleri) dumandan halk eyledi (yarattı) ve arzı (dünyayı) dahi onun köpüğünden yarattı. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun arşı su üzerine vâki' oldu (oluştu)" buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîf âyet-i kerimeyi tefsîr eder (açıklar).  Ve "dürre-i beyzâ"dan (büyük beyaz bir inciden) murâd, cemî'-i ekvân (bütün evren, bütün varlıklar) kendisinden mütekevvin (mevcut, var) olan "akl-ı evvel"dir (ilk akıldır).  Ve Hakk'ın ona nazar-ı Celâl (celal bakışı) ile bakması, o akl-ı evvelin (ilk aklın) taayyünü (belirmeleri, meydana çıkmaları) ile Hakk'ın vücûd-ı mutlakının (sınırsız, kayıtsız varlığının) ihticâb etmesidir (perde altına girmesi, gizlenmesidir) . Çünkü nazar-ı Cemâl (cemal bakışı) vech-i Hakk'ın (Hakk’ın yüzünün) kendi nûruyla tecellîsidir (belirmesidir, görünmesidir) ki, bunda tesettür (örtünme, saklanma) yoktur. Nazar-ı Celâl (celal bakışı) ise vech-i Hakk'ın (Hakk’ın yüzünün)  gayrı (başka) ile tesettürüdûr (örtünmesidir). Ve "gayr"dan (başkadan) murâd mutlakıyyetten (kayıtsızlıktan) mukayyediyyete (kayıtlılığa) tenezzüldür (inmedir) ve mutlakın (kayıtsızın) mukayyedde (kayıtlıda) ihtifâsıdır (gizlenmesidir). Yoksa vücûdda Hak'tan gayrı (başka) bir şey yoktur. O'nun zuhûru (açığa çıkışı) zuhûruna (açığa çıkışına) perde olmuştur. Ve "dürre-i beyzânın (büyük beyaz incinin) erimesi" dahî mâhiyyeti (aslı) ademden (yokluktan) ibâret bulunan mümkinin (olabilirlerin, manaların) kendisinde varlık görmekten istihyâ (utanarak, haya) ederek, nefsinde mütelâşî (aceleci) olduğu  hînde (vakitte), bi-hasebi'l-esmâ (sayısız esması bakımından) , Hakk'ın mümkin (olabilirlik (ilmi suret) libâsıyla (elbisesiyle) zuhûrudur (açığa çıkmasıdır). Zîrâ (çünkü) dürre-i beyzâ (büyük beyaz inci),  ya'nî akl-ı evvel (ilk akıl), suver-i mümkinâtın (olabilirlik suretlerin,ilmi suretlerin) kâffesine (bütün hepsine) ilk maddedir. Ve "onun yarısının ateş olması", taayyünât-ı nâriyye (ateş suretler) ile ervâhın (ruhların) ondan tekevvün etmesidir (meydana gelmesidir, oluşmasıdır). Ve "yarısının su olması", ecsâmın (cisimlerin) tekevvünü (oluşması) içindir. Zîrâ (çünkü) âlem-i ecsâmın (madde âleminin) heyet-i mecmûası (bütün tamamı) su üzerine mebnî olmuştur (kurulmuştur).

Tedkîk-i maddiyyât ile (maddeyi inceleyerek) hakâyık-ı eşyâya (varlıkların hakikatlerini) muttali' olmağa (öğrenmeye) çalışan ehl-i nazar ve istidlâl (delile dayalı netice çıkararak, anlamaya çalışan görüş sahipleri) derler ki: Ecrâm (cisimler), bidâyet-i hallerinde (başlangıç hallerinde) bir sehâbe (bulut) halinde bulunup, tedrîcen (yavaş yavaş) küreler şeklinde tekâsüf etmişlerdir (yoğunlaşmışlardır). Sıkleti (ağırlığı) teneffüs ettiğimiz (soluduğumuz) havadan nisbet (kıyas) kabul etmez derecede daha az olan bu sehâbe (bulut) mütecânis (bir cins) ve müvellidü'l-mâ'dan (hidrojenden) bile hafif bir gazdan müteşekkil (oluşmuş) idi. Bu gâzî (gazımsı) küreler, eczâ-ı ferdiyyelerinin (parçaçıklarının) kendi merkezlerine doğru müncezib olması (çekilmesi) ve bu harekât-ı ile'l-merkeziyyeden (merkeze doğru hareketlerin) mütezâyiden (artmasından) neş'et eden (ileri gelen) tekâsûf (yoğunluk) ve tezelluk (sürçme) ve harâret (ısı) ve harâretin bâdî (sebep) olduğu ilk imtizâcât-ı kimyeviyye (kimyevi karışım) ve yekdîğerinden (birbirinden) iştikâk eden (bölünen) kuvây-ı tabîiyye (tabii kuvvetlerin) te'sîrâtı (tesirleri) , müvellidü'l-mâ' (hidrojen) ve müvellidü'l-humûza (oksijen), fahm (kömür), azot, sodyum, hadîd (demir), kalsiyum ilh... gibi anâsırın (unsurların, elementlerin) teşekkülünü (oluşmasını) mûcib (gerektirmiştir, sebep) olmuştur ki, bu anâsır-ı ibtidâiyyenin (ilk unsurların, elementlerin) cümlesi (hepsi), müvellidü'l-mâ'nın (hidrojenin) ez’âfı (katları) ve mürekkebâtı (bileşikleri) gibi bir sûrette (şekilde) teşekkül etmişlerdir (oluşmuşlardır). Ecrâmın (madde cisimlerin) "necm-i sehâbî" (yıldız bulutları) hâlinde pertev-feşan (ışık saçar) olduğu  zamanlarda bu anâsırın (unsurların) kâffesi (hepsi) bugün güneşte yanmakta olduğu gibi yanmakta idi. Ba'dehû (daha sonra) bu ateş, suya münkalib olmuştur (dönüşmüştür) . Zîrâ (çünkü) ateş ile su, hikmet-i tabîiyye ahkâmınca (fizik kanunlarına göre) yekdîğerinin (birbirlerinin) zıddı olan seyyâlden (sıvıdan) ibâret iseler de, bi'l-kimyâ (kimyada) aynı anâsırın (unsurların, elementlerin) muhassalâtıdır (elde edilmiş neticesidir). Ve hattâ bugün küremizin etrafında temevvüc eden (dalgalanan) bahr-ı muhît  (okyanus) evvelce ateş olan, müvellidü'l-mâ' (hidrojen) ve müvellidü'l-humûza (oksijen) ve sodyumdan mürekkebdir (karışımından meydana gelmiştir). Bu husustaki îzâhât (geniş açıklama) Fass-ı İsevî'de (İsa bölümünde) geçti. İşte görülüyor ki bu tâife (grup) dahi tedkîkâtlarında, (incelemelerinde) hadîs-i şerifdeki ihbâr-ı icmâlîye (öz, özet bildirilere) vâsıl olabilmişlerdir (ulaşabilmişlerdir). Fakat akl-ı nazarî (akli görüş) ve istîdlâlât (araştırmalar)  ile bu kadar gidilebilir; zîrâ (çünkü) Mesnevî-i Şerîf'de buyrulur:

Tercüme: "İstidlâlî olan (delil ile anlamaya çalışan) ukûl-i cüz'iyye erbâbının (cüzi akıl sahiplerinin) ayakları ağaçtandır; ağaçtan ma'mûl (yapılmış) ayak ise pek dayanıksızdır."

Velhasıl (sözün kısası) âlem-i ecsâm (cisimler alemi) sudan tekevvün etmiştir (oluşmuştur). Binâenaleyh (bundan dolayı) buzun vücûdunu hıfz ettiği (sakladığı) gibi, su, ecsâmı (cisimleri) tahtından (altından, aşağıdan) ve bâtınından (içinden) hıfz eder (saklar).  Vücûdda (varlıkta) ateşin sudan evvel olmasının sırrı budur ki, ............................. hadîs-i kudsîsinde beyan buyrulan (bildirilen) muhabbetin (sevginin) harâretiyle (sıcaklığı ile) halk-ı eşyâya (varlıkların yaratılmasına) irâde-i İlâhiyye (Hakk’ın iradesi) teveccüh etmiştir (yönelmiştir).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-14.03.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail