[BU FASS
KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE"
BEYÂNINDADIR]
Ve
eğer arş, su ûzerine vâki' olmasaydı, onun vücûdu münhafız
olmazdı; zırâ dirinin vücûdu, hayat ile münhafız olur. Sen
diriyi görmez misin ki, mevt-i örfî ile öldüğü vakit, onun
nizâmının eczâsı münhall ve onun kuvâsı bu nazm-ı hâstan
mün'adim olur (6).
Ya'nî
âlem-i ecsâmın (cisimler aleminin)
heyet-i mecmûası (tamamı)
su üzerine vâki' olmasaydı
(oluşmasaydı) onların
vücûd-ı cismânîleri (madde
varlıkları) münhafız olmazdı
(korunmazdı).
Çünkü su Hayy isminin mazharıdır
(göründüğü yer, mahaldir) ve her bir şey diridir ve
dirinin vücûdu ise, hayat ile münhafız
(korunmuş) olur ve dirinin
hayat ile inhifâzı (korunması)
zâhirdir (meydandadır).
Zîrâ (çünkü)
sen diri olan insanı görmez misin ki, herkesin bildiği ölüm ile
öldüğü vakit, onu bâtınından
(içinden) hıfz eden
(muhafaza eden, koruyan) hayat munkatı' olup
(kesilip) nizâm-ı mahsûs
(belli kaide) ile manzûm
(düzenlenmiş, dizilmiş) olan
eczâsı (parçacıkları)
dağılır ve onun sem' (duyma)
ve basar (görme) gibi
birtakım kuvâsı (meleki güçleri),
bu nazm-ı -hâss (kendine
has özel tertip edilmiş) olan cesedinden mün'adim
(ademe gider, yok) olur.
İmdi
cenâb-ı Şeyh (r.a.) Hz. Eyyûb'un zevkıne ve meşrebine
(yaratılışına, tabiatına)
münâsib (uygun) olan
mukaddemâtı (ön bilgileri)
beyân ettikten (anlattıktan)
sonra onun hâlini zikre
(anlatmaya) şurû' edip
(başlayıp) buyururlar ki:
Allah
Teâlâ cenâb-ı Eyyûb'e ............................. (Sâd, 38/42)
ya'nî “Ayağını yere vur bu muğtasildır; ya'nî soğuk sudur" dedi.
Çünkü onun üzerine elem-i harâretinin ifrâtı vâki' idi.
Binâenaleyh, Allah Teâlâ onu suyun soğukluğuyla teskîn etti. Ve
işte bunun için tıb, ziyâdeden naks ve naksda ziyâde oldu. Böyle
olunca maksûd taleb-i i'tidâldir. Halbuki ona yol yoktur, ancak
ona karîb olur. Ve tahkîkan hakâyık ve şuhûd, ale'd-devâm enfâs
ile tekvîni i'tâ ettiği ecilden, biz ancak ona, ya'nî i'tidâle,
yol yoktur dedik. Ve tekvîn ancak meyilden vâki' olur ki, tabiât
hakkında “inhirâf” veyâ “ta’fîn” ve Hak hakkında da "irâde"
tesmiye olunur. O dahi murâd-ı hâssa meyl etmektir, onun
gayrisine degil. Ve i'tidâl cemîisinde müsâviyyeti müş'irdir. Bu
ise vâki' değildir. Ve işte bundan dolayı biz hükm-i i'tidâti
men' ettik (7).
Ya'nî
vücûdu birtakım çıban ve yaralarla ma'lûl
(hastalıklı) olan Eyyûb
(a.s.)’a Allah Teâlâ "Ayağınla yere vur, bu muğtasildir ya'ni
soğuk sudur ve vurduğun yerden çıkan su ile yıkan ve iç!" (Sâd;
38/42) buyurdu ve Cenâb-ı Eyyûb dahi emr-i İlahi
(Allah’ın emri) mûcibince
(gereğince) hareket etti.
Zîrâ (çünkü) Eyyûb
(a.s.)’ın vücûdundaki elemin
(ızdırabın) harâreti derece-i ifrâta
(aşırı dereceye) varmış idi.
Hak Teâlâ o harâreti suyun soğukluğuyla teskîn etti
(yatıştırdı).
Ve bu bürûdet (soğukluk)
ile, onun vücûdundaki harâret-i zâide
(fazla sıcaklık) tenâkus
ederek (azalarak) mizâcı
(tabiatı) mertebe-i
i'tidâle (dengeli dereceye)
geldi. Ve işte bu esâsa mebnî
(dayalı) "tabâbet" (tıp
ilmi) dediğimiz ilm-i tedâvînin
(tedavi etme ilminin)
hulâsası (özü),
tabîatta i’tidâli
(dengeyi) bozan ziyâdeyi
(fazlalığı) tenkîs
(eksiltme) ve noksânı dahî tezyîd etmekten
(artırmaktan) ibâret oldu.
Zîrâ (çünkü) etıbbâ
(tıp ilmini bilenler, hekimler)
marîzın (hastalığın)
mizâcına (tabiatına)
nazar edip (bakıp)
kendisinde hâl-i tabîîden (tabii
halden) fazla harâret görürlerse onu tenkîsa
(azaltmaya, indirmeye) ve
eğer harâret-i garîziyyenin (vücudun
normal hararetinin) hâl-i tabîîden
(tabii halden) noksan
olduğunu görürlerse, onu da tezyîde
(artırmaya) hizmet edip ilâçlarını ona göre tertîb
ederler (düzenlerler).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) tıbdan maksûd olan
(arzu edilen) şey
taleb-i i'tidâldir (denkliktir, tam
eşit ölçüde tutma isteğidir).
Halbuki tam ve hakîkî i'tidâle
(gerçek denkliğe, eşitliğe)
yol yoktur ve ona vusûl (ulaşmak)
mümkün değildir. Şu kadar var ki, vücûd-i insânînin
(insan vücudunun)
i'tidâli (dengesi),
bu i'tidâl-i hakîkîye
(doğru, gerçek denkliğe) karîbdir
(yakındır).
İşte o kadar. İşte bu sebebden dolayı etıbbâ-yı
hâzıka (işinin ehli doktorlar)
"Tâmmü's-sıhha (tam
sıhhatli) hiçbir adam yoktur; herkesin mizâcında
(yaratılışında) mutlaka az
çok bir inhirâf (bozukluk)
yardır" derler. Binâenaleyh
(bundan dolayı) tâmmü's-sıhha
(tam sıhhatli olduğu) zann
olunan (zannedilen)
kimsenin mizâcı (tabiatı)
i'tidâl-i hakîkîye (gerçek,
doğru ölçüye) en ziyâde
(fazla) karîbdir
(yakındır).
Yoksa mizâcı (yaratılışı, tabiatı)
i'tidâl-i hakîkîye
(gerçek denklik halina) mâlik
(sahip) hiçbir kimse
yoktur.
Cenâb-ı
Şeyh (r.a.) bunun sebeb ve illetini
(gerekçesini) tavzîhan
(açıklayarak) buyururlar ki: Muhakkak hakâyık
(hakikatler) ve şuhûd
(görme, şahit olma),
a'led-devâm (devamlı
şekilde) enfâs (nefesler)
ile tekvîni (yaratmayı, vücuda
getirmeyi) i'tâ ettiği
(verdiği) için, biz, ancak i'tidâle
(dengeli, müsavi oluşa) yol
yoktur, dedik. Zîrâ (çünkü)
eşyâ (varlıklar) her
anda tecellî-i İlahi (İlahi
belirmeler, oluşumlar) ile "halk-ı cedîd"dedir
(yeni yaratılıştadır).
Bir anda ma'dûm (yok)
ve bir anda mevcûd (var)
olur. Ve eşyânın
(varlıkların) hakâyıkı
(hakikatleri),
a'yân-ı sâbite (ilmi suretler)
mertebesinden onların sûretlerini mertebe-i şehâdete
(içinde bulunduğumuz mertebeye)
verir ve mertebe-i şehâdet
(içinde bulunduğumuz âlem)
dahî ale'd-devam (daimi, devamlı bir
şekilde) enfâs (nefesler)
ile bu verilen suveri
(suretleri) alır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) âlem
(evren) her anda fenâ-pezîr
(yok) olur ve yine o ân
içinde ve kemâl-i sür'atle (tam bir
hızla) diğer âlem peydâ olur
(bir anda meydana çıkar).
Ve bu teceddüd-i emsâl
(bir önceki suretin yok olmasının hemen ardından, bir
benzerinin anda yenilenmesi, yaratılması) hakkındaki
tafsîlât (geniş açıklama)
Fass-ı Şuaybî (Şuaybi
bölümü) ile Fass-ı Süleymânî'de
(Süleyman bölümünde) mürûr
etmiştir (geçmiştir) ve
oralara mürâcaat olunsun!
"Tekvîn"e
gelince, bu tekvîn (yaratma)
ancak meyil (eğilim, yönelme
(irade etme) tarîkıyla
(yoluyla) vâki' olur
(gerçekleşir, oluşur) , başka
bir sûretle (şekilde)
olmaz. Zîrâ (çünkü) bir
şeyin vücûduna (varlığına)
ve ademine (yokluğuna)
bir meyil (yönelme (irade)
lâzımdır ki maksat husûle gelebilsin
(oluşsun).
İlm-i tabiatta (tabiat
ilminde) bu meyle
(yönelmeye) "inhirâf '
(dönüşme) ve "ta'fîn"
(çürüme) denir. Ve kevn
(oluş), ancak
in'idâmdan (yok olduktan)
sonra olur; in'idâm (yok olmak)
ise ancak bâtına (içe)
meyl (yönelme)
ile husûle gelir (oluşur).
Ve bu meyle (yönelmeye,
eğilime), hayvan
hakkında, tabîatta (doğada)
“inhirâf” (dönüşme, bozulma)
tesmiye olunur (denir).
Ve onun gayrisi (başkası)
olan mürekkebât
(terkipler) hakkında dahi "ta’fîn"
(çürüme) denir. Nitekim,
meyve ve süt ve taâm (yiyecek)
gibi şeylerin mizâcı
(tabiatı, yapısı) tağayyür ettiği
(değiştiği) vakit "taaffün
etti" (çürüdü, koktu)
derler ve hattâ hayvan, meyyit oldukda,
(öldüğünde) artık onun
hayvâniyyeti kalmamış olduğundan, onun cesed-i bî-rûhu
(cansız cesedi) hakkında bu
ta'bîr (deyim) isti'mâl
olunur (kullanılır).
Ve Cenâb-ı Hakk'a nisbetle
(göre) bu meyle
(yönelişe, eğilime) "irâde"
tesmiye olunur (denir).
Ve “irâde” murâd-ı hâssa
(asıl niyete) meyl etmek
(yönelmek) ve onun gayrisine
(başkasına) meyl etmemektir
(yönelmemektir).Ve
"i'tidâl" (denk, eşit oluş,
ölçülülük) ise her tarafa müsâvî
(eşit) sûrette
(şekilde) teveccühü
(yönelmeyi) müş'irdir
(emretmektedir) ve bu emr
(husus) ise âlemde
(dünyada) vâki'
(olmuş) değildir. Çünkü âlem
(dünya),
kevn (olma) ve
fesâd (bozulma) üzerine
müsteniddir (dayanmaktadır)
ve eşyâ (varlıklar),
her anda ma'dûm (yok)
ve mevcûd (var)
olur. Eğer i'tidâlin (dengeli
oluşun) hükmü âlemde
(dünyada) cârî (geçerli)
olmak lâzım gelse, hiçbir şey vücûda
(varlığa) gelmez ve vücûdda
(varlıkta) olan şey dahi
mütegayyir olmaz (değişmez,
bozulmaz) idi. Ya'nî bu âleme
(dünyaya) artık âlem-i kevn
ve fesâd (olma ve bozulma âlemi)
dememek lâzım gelir idi. İşte bunun için âlemde
hükm-i i'tidâli (dengeli olma
hükmünü) men' ettik
(vermedik, esirgedik)
ya'nî i'tidâl-i hakîkîye (gerçek
eşitlikte, denk ölçüde bulunmaya) yol yoktur dedik.
Ma'lûm
olsun ki, i'tidâl (denklilik)
ve onun ademi, (yokluğu)
yekdîğerine (birbirlerine)
mugâyir (aykırı)
olan iki şeyden mürekkebe
(terkibe) nîsbetle (göre)
vâki' olur (oluşur).
Halbuki vücûd (varlık)
ile adem (yokluk)
arasında terkîb yoktur ki, onda, i'tidâl
(denklik, eşitlik) vardır
veyâ yoktur, denilsin. Şeyh (r.a,) hazretlerinin bu kelâmdan
(sözlerden) maksûd-ı âlîleri
(yüce niyetleri):
Âlemin (Evrenin)
"irâde" tesmiye olunan (denilen)
meyl-i Hak'tan (Hakk’ın
yönelişinden, eğiliminden (Hakk’ın iradesinden) vücûd
(varlık) bulduğunu ve
âlemde (evrende)
mütehakkık olan (tahakkuk eden,
gerçekleşen) meylin
(yönelmenin, iradenin) devâm üzere bulunduğunu, ya'nî
mâil (yöneliş, eğilim)
ister basît olsun, ister mürekkeb
(terkip) olsun, bu meylin
(eğilimin) zevâl-pezîr
olmadığını (son bulmadığını)
ve meylin (eğilimin)
vücûduyla (varlığıyla)
berâber i'tidâl (denklik)
mümkün bulunmadığını ve çünkü i'tidâl,
(deng oluş) ancak mürekkeb
(terkip) olan bir şeyin
eczâsı (parçaçıkları)
arasında, kemmiyyeten (nicelik)
ve keyfiyyeten
(nitelikten),
ziyâde (fazla) ve noksan
bulunmayıp müsâvât
(eşitlik, eşit şekilde) husûliyle
(olmakla) mutasavver
(tasarlanmış) olduğunu isbât
etmektedir.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-29.01.2006
http://sufizmveinsan.com
|