213. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Ve sen, Hakk'ı âlemden ayırdığın vakit, bu sıfattan, bu had üzere ulüvv-i kebîr ile müteâlî olur. Ve Hak âlemin hüviyyeti oldukda, ahkâmın hepsi ancak O'nda ve O'ndan zuhûr eder. Ve o da Hak Teâlâ'nın ...................... (Hûd; 11/123) ya'nî “Emrin küllîsi O'na rücû' eder” kavlidir. Bu, hakîkat ve keşif tarîkıyladır. İmdi hicâben ve setren O'na ibâdet et ve O'nun üzerine tevekkül eyle! Böyle olunca imkânda bu âlemden daha bedî' âlem yoktur. Zîrâ Allah Teâlâ onu sûret-i Rahmân üzere îcâd etti. Ya'nî Hak Teâlâ'nın vücûdu, âlemin zuhûru ile zâhir oldu. Nitekim insan, sûret-i tabîiyyesinin vücûdu ile zâhir oldu. İmdi biz, O'nun sûret-i zâhiresiyiz ve O'nun hüviyyeti, bu sûret-i zâhirenin rûhudur ki, onun  müdebbiridir. Binâenaleyh tedbîr, ancak O'ndan olduğu gibi, ancak Onda vâki' oldu. İmdi O, ma'nâ ile Evvel'dir ve sûret ile Âhir'dir ve O ahkâm ve ahvâlin tagayyürü ile Zâhir'dir ve tedbîr ile Bâtın'dır ve O her şeyi alîmdir. Binâenaleyh O, her şey üzere Şehîd'dir. Tâ ki şuhûddan bile, fikirden değil. İşte bunun gibi, ihn-i ezvâk dahî, fikirden değil şuhûddandır; ve o ilm-i sahîhdir; ve onun mâadâsı zan ve tahmîndir, aslâ ilim değildir (10).

Ya'nî eğer sen Hakk'ı, âlem dediğimiz halktan (yaratılmışlardan) ayırır isen ve O'na halktan (yaratılmışlardan) ayrı nazarıyla (düşüncesiyle) bakarsan, Hâkk'ın gazabı (öfkesi) magzûbun-aleyh (kendisine gazab edilmiş) olan kimseye intikal ettikde (geçtiğinde),  kendi nefsinde rahat bulmaktan ganî (zengin, doygun) ve rızâ ve gâzab sıfatlarından, nihâyet (son) derecede büyüklük ile müteâlî (yüce) olur. Zîrâ (çünkü) Hak, zâtı haysiyyetiyle (bakımından) âlemlerden ganîdir (zengindir, doygundur) ve o mertebede bir sıfat ile mevsûf (vasıflanmış) ve bir isim ile müsemmâ (isimlenmiş) olmaz. Cemî'-i izâfâttan (nisbetle olan, göreli varlıkların hepsinden) âlî (yüce) ve bi'l-cümle (bütün) kuyûddan (kayıtlılıklardan) berîdir. (salimdir, kurtulmuştur) Ve eğer Hakk'a, âlemin hüviyyeti (hakikati) nazarıyla (düşüncesiyle) bakacak olur isen, ahkâmın (hükümlerin) kâffesi (bütün hepsi), bu ahkâm-ı kesretin (çokluk hükümlerinin) zuhûruna (meydana çıkmasına) kâbiliyyeti i'tibâriyle (bakımından),  ancak Hak'ta ve bunların mebdei (evveli, başlangıcı) olmak i'tibâriyle (hususiyle) de ancak Hak'tan zâhir olur (açığa çıkar, görülür).  Zîrâ (çünkü) Hak sıfât ve esmâsı cihetinden (yönünden) hem "fâil" (işleyen yapan,  etken) ve hem de “münfail”dir. (tesirle harekete geçendir (etkilenendir) Bu i'tibar (husus) ile, ahkâm-ı kesîreyi (çokluk hükümlerini) Hak cânibine (tarafına) isnâd edersen, (dayarsan) beis (zorluk) yoktur. Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.)’nın Fass-ı Sâlihî'de (salih konusunda) nisbet-i tekevvünü (var olma, varlığa bürünme sıfatını) Hak'tan nefy (kaldırıp yok) edip bende (kul) tarafına isnâd buyurması (dayandırması), icmâl (öz) ve tafsîle (detaya) nazarandır (göredir). Ve ahkâmın (hükümlerin) kâffesinin (bütün hepsinin), Hak'ta ve Hak'tan zuhûrunun (meydana çıkışının) delîli (kanıtı), Hak Teâlâ hâzretlerinin ................ (Hûd, 11/123) ya'nî "Emrin küllîsi (bütün işler, hususlar) O'na râci' olur" (ona geri döner (ona aittir) kavlinin (sözlerinin) ma'nâsıdır. Ve bu ma'nâ hakîkaten (hakikat olarak) ve keşfen (keşif olarak) öyledir.

İmdi ey tâlib-i ma'rifet (ilme talip olan), mâdemki âlemin kâffesi (evrenin tamamı) hakîkaten (hakikat olarak) ve keşfen (keşf olarak) Hakk'a rücû' ediyor (geri dönüyor) ve sen ise âlemdensin (evrendensin) ve âlemde (evrende) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) dahî Hakk'ın hüviyyetidir (hakikatidir), şu halde herhangi tarafa teveccüh edersen (dönersen), ibâdetten ve belki ubûdiyyetten (kulluktan) geri kalma! Ve Hak ahkâm-ı keserât (çokluk hükümleri) ile ve libâs-ı taayyünât (taayyünat elbisesi) ile ihticâb etmiştir (gizlenmiştir). Sen bu hicâbı (perdeyi) ve örtüyü nazarından (görüşünden) ref edip (kaldırıp) bu hicâbât (perdeler) ve estâr-ı sûriyye (suret örtüleri) altında olan Hakk'a tevekkül et (işi Hakk’a bırak, razı ol) ve gaflet uykusu hicâbından (örtüsünden) çık! Sen kimsin ve nerdesin ve matlûbun  (istediğin) nerededir, bunları bil! Emir Seyyid Ali Hemedânî (Kaddes' Allâhu sırrahü's-sâmî) ne güzel buyurur!

Şiir:

Tercüme "Sen âb-ı hayât ortasındasın, halbuki su arıyorsun. Hazînenin üstündesin ve fakr u ihtiyaçtan (şiddetli yoksulluktan) tek ü pû (sağa sola koşuşturma) içindesin. Sen dost deyip arar durursun ve bilmezsin ki, eğer hakîkatle nazar edersen (görürsen) gûyâ (diyelim ki) sen O'sun. O'nun zülfünün (saçının) kokusundan nezle olduğundan gâfılsin (habersizsin) ve yoksa sen, O'nun zülfünün (saçlarının) kıvrımından bir kılsın. Sana âyînenin (aynanın) gösterdiği vech (yüz), sendendir. Eğer sen asl u fer'a (dal budağa) dikkatle bakarsan, o vecihsin (yüzsün).  Âlem-i ceberûtun (İlahi kudretin) perdesi, senin nefesinden muattardır (güzel kokar). Sen müşg-tıynet (yaratılmış misk) olduğun halde cehilden (bilgisizliğinden) dolayı cîfe (leş) aramaktasın. Hatâir-i melekût (meleklerin mühim işleri), senden zîb ü zînet (süslü mücevher) bulurlar. Sen tab' u hevâ (nefsinin heves) mezbelelerinde (süprüntülerinde) niçin pûyân oluyorsun (koşuyorsun)? Sen gülşen-i vuslattan (gül bahçesine kavuşmak için) toprağa düşmüş bir gülsün; hırs ve hased külhanı (ateşinin) miyânında  (ortasında) ne koşuyorsun? Ey Alâî, eğer kendini terk edersen, sana bir nefes onun meclis-i hâssına (özel meclisine) yol verirler."

İmdi âlemin hüviyyeti, (evrenin hakikati) Hakk'ın hüviyyeti (hakikati) olunca ve âlemde (evrende) mevcûd olan umûrun (işlerin) kâffesi (hepsi) Hakk'a rücu'  edince, (geri dönünce, Hakk’a ait olunca) âlem-i imkânda (imkan aleminde) bu âlemin nizâmından (düzeninden) daha bedî' (mükemmel, eşsiz) ve daha güzel âlem olmaz. Zîrâ (çünkü) Hak âlemi (evreni) sûret-i Rahmân (Rahmanın sureti) üzerine îcâd etti (yarattı). Çünkü âlem (evren) sûret-i Rahmân (Rahman’ın sureti) üzerine mahlûk (yaratık) olan  hakîkat-i insâniyyede (insanın hakikatinde) müctemi' (cem olmuş, toplanmış) bulunan şeyin tafsîlidir (teferruatıdır, genişletilmişidir, açılmışıdır). Ya'nî insanın vücûdu sûret-i tabîiyye (tabiat sureti) ile zâhir olduğu (açığa çıktığı, göründüğü) gibi, Hak Teâlâ'nın vücûdu dahî, suver-i âlem (evrenin sureti) ile zâhir oldu (açığa çıktı, göründü). Çünkü insanın hakîkatı ma'nâ-yı lâtiftir (latif, nur olan manadır). Görünmek için mutlakâ bir sûret-i kesîfeye (yoğunlaşmış, katılaşmış bir surete) taalluku (bağlı olması) lâzımdır. İşte bu sebebden nâşî, (dolayı) insanı ta'rîf edeceğimiz vakit "hayvân-ı nâtıktır" (konuşan hayvandır) deriz. "Hayvan" ise onun sûret-i kesîfe-i cismâniyyesidir (maddeleşmiş, yoğunlaşmış bedenidir). Ve "nâtık" (konuşan, söyleyen) ise, ma'nâ-yı latîf-i rûhânîsidir (ruhunun latif manasıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) sûret, ma'nâ ile kâim (mevcut) ve ma'nâ sûret ile meşhûddur (görülür). İşte Hak dahî böyledir. Hakk'ın bî-nihâye letâfette (sonsuz şeffaflıkta (nurların nuru) olan vücûd-ı mutlakını (kayıtsız, sınırsız varlığını) maddeden mücerred (tecrit edilmiş, soyutlanmış) olarak görmek mümkün değildir. Onun ezhânda (zihinlerde) zuhûru (meydana çıkışı) suver-i ma'neviyye (manevi suretler) ile ve hâricde (dışarda) zuhûru (meydana çıkışı) da, suver-i kesîfe-i âlem (yoğunlaşmış alem suretleri) iledir. Bir ârif (bilirkişi)   ne güzel buyurur:

Tercüme: "Hak cihânın (evrenin) cânı ve cihan (evren) ise bi'l-cümle (hepsi, tümü ile) bedendir. Ervâh-ı melâike (meleklerin ruhları) bu bedenin, bu tenin havâssidir (duyularıdır, kuvveleridir).  Eflâk (felekler, gökler) ve anâsır (unsurlar, elementler) ve mevâlîd (mevcutlar, doğmuşlar) a’zâdır (organlarıdır).  İşte tevhîd (birleme) ancak budur. Başka kelâmlar (sözler) hep kesreti (çokluğu) müş'irdir (iş’ar eder, bildirir)."

İmdi mâdemki Hak Teâlâ'nın vücûdu suver-i âlem (evren suretleri) ile zâhirdir (açığa çıkmıştır, görülür olmuştur) ve biz dahî âlemin (evrenin) sûretlerindeniz, şu halde biz O'nun sûret-i zâhiresiyiz (açığa çıkmış, görünen suretleriyiz) ve O'nun hüviyyeti (hakikati, zatı), bu sûret-i zâhirenin (açığa çıkmış, görünürde olan bu suretlerin) rûhudur, bu sûretin müdebbiridir (idare edeni, kullananıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) tedbîr (tasarruf etme),  ancak Hak'tan sudûr ettiği (çıktığı) gibi, ancak Hakk'ın vücûdunda vâki' olur (gerçekleşir, oluşur).  Böyle olunca Hak, ma'nâ i'tibâriyle (bakımından) Evvel'dir (öncedir) ve sûret i'tibâriyle (bakımından) de Âhir'dir (sonradır) . Ve ahkâm (şartlar) ve ahvâlin (hallerin, oluşların) tağayyürü (değişimleri, başkalaşımları) i'tibâriyle (bakımından) Zâhir'dir (meydandadır) ve bu sûret-i zâhirenin (açığa çıkmış suretin) rûhu olup, onu tedbîr (kullanması, idare) etmesi i'tibâriyle (bakımından)  Bâtın'dır. (gizlidir) Ve Hak her şeyi Alîm'dir (bilendir). Fakat O'nun bilişi, fikirden hâsıl olan (oluşan) ilim ile değil, şuhûddan (manevi görüş) ve huzûrdan hâsıl olan (oluşan) ilim iledir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak her şey üzerine Şehîd ve hâzırdır. Zîrâ (çünkü) bir kimse görmediği şey hakkında istidlâl ile (akıl yürüterek) i'mâl-i fikr ederek (fikir yürüterek) bir ilim hâsıl  eder (üretir). Gördüğü ve huzûrunda (yanında) hâzır bulunduğu (meydanda, bizzat görünürde olan) şeyi bilmek için tefekkür etmesine (düşünmesine) hâcet (ihtiyaç) yoktur; onun ilmi, şuhûdî (manevi görüş ile) olur. İşte Hakk'ın ilmi dahi şuhûdîdir. Ve böylece tarîk-i Hak'ta (Hak yolunda) seyr ü sülûk (manevi yolculuk) eden enbiyâya (Peygamberlere) zevk ile hâsıl olan (husul bulan, oluşan) ilim dahî fikir ve isddlâlden (akıl yürüterek) değil, belki müşâhededen (menevi görüşle) müstefâddır (kazanılmıştır). Ve şuhûddan (manevi görüşle) hâsıl olan (husul bulan, oluşan) ilim ise, ilm-i sahîhtir. (doğru, gerçek ilimdir) Ve bunun hâricinde (dışında) kalanlar aslâ ilim değildir; belki zan ve tahmîndir.

Bir gün risâlet-penâh (Hz. Muhammed) (s.a.v.) Efendimiz huzûr-ı ashâb-ı kirâmda (sahabelerin huzurunda) İmâm-ı Alî (keremallâhu vecheh) hazretlerinin meşreblerinde (yaratılışında) hakîkat gâlib (üstün) olduğunu beyan buyurup, (anlatıp) bunu isbât (kanıtlamak) için, bir çanak içinde biraz bal getirerek ortaya vaz' buyururlar (koyarlar) ve hâzırûna, (orda bizzat bulunanlara) bunun içinde ne olduğunu birer birer sual ederler (sorarlar). Her biri oturdukları yerde "Baldır" cevâbını verirler. Sıra Hz. İmâm'a gelince, yerinden kalkıp, çanaktaki baldan bir parmak alarak tadına baktıktan sonra "Baldır yâ Resûlallah!" buyurur. Ve bu suretle Hz. İmâm'ın hükmüyle sâir (diğer) ashâb-ı kirâmın (sahabelerin) hükmü beynindeki (arasındaki) kuvvet (kabiliyet) zâhir olur (meydana çıkar).  Zîrâ (çünkü) Hz. İmâm'ın ilmi şuhûdî (keşfi, görerek) ve huzûrî (huzur ile ilgili) olduğu için bu ilmin hilâfı (zıddı) zuhûr etmek (meydana çıkma)  ihtimâli yoktur. Bu ilim, ilm-i sahîhdir (doğru, gerçek ilimdir). Diğer zevât-ı kirâmın (ashabın, sahabelerin) hükümleri ise, nazarî (denemeden, tatbik etmeden) ve istidlâlîdir (akıl yürüterektir); bu ilim tahallüf edebilir. (uygun gelmeyebilir) Zîrâ (çünkü) câiz (olabilir) ki, çanak içindeki şey bala müşâbih (benzer) bir madde ola. Binâenaleyh (bundan dolayı) ilm-i istidlâlî (akıl yürüterek üretilen ilim),  ilm-i sahîh (doğru, gerçek ilim) değildir, belki zann-ı gâlib (doğruya, hakikate yakın olan zan) ve tahmîndir."

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.04.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail