[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE"
BEYÂNINDADIR]
Ve
sen, Hakk'ı âlemden ayırdığın vakit, bu sıfattan, bu had üzere
ulüvv-i kebîr ile müteâlî olur. Ve Hak âlemin hüviyyeti oldukda,
ahkâmın hepsi ancak O'nda ve O'ndan zuhûr eder. Ve o da Hak
Teâlâ'nın ...................... (Hûd; 11/123) ya'nî “Emrin
küllîsi O'na rücû' eder” kavlidir. Bu, hakîkat ve keşif
tarîkıyladır. İmdi hicâben ve setren O'na ibâdet et ve O'nun
üzerine tevekkül eyle! Böyle olunca imkânda bu âlemden daha
bedî' âlem yoktur. Zîrâ Allah Teâlâ onu sûret-i Rahmân üzere
îcâd etti. Ya'nî Hak Teâlâ'nın vücûdu, âlemin zuhûru ile zâhir
oldu. Nitekim insan, sûret-i tabîiyyesinin vücûdu ile zâhir
oldu. İmdi biz, O'nun sûret-i zâhiresiyiz ve O'nun hüviyyeti, bu
sûret-i zâhirenin rûhudur ki, onun müdebbiridir. Binâenaleyh
tedbîr, ancak O'ndan olduğu gibi, ancak Onda vâki' oldu. İmdi O,
ma'nâ ile Evvel'dir ve sûret ile Âhir'dir ve O ahkâm ve ahvâlin
tagayyürü ile Zâhir'dir ve tedbîr ile Bâtın'dır ve O her şeyi
alîmdir. Binâenaleyh O, her şey üzere Şehîd'dir. Tâ ki şuhûddan
bile, fikirden değil. İşte bunun gibi, ihn-i ezvâk dahî,
fikirden değil şuhûddandır; ve o ilm-i sahîhdir; ve onun mâadâsı
zan ve tahmîndir, aslâ ilim değildir (10).
Ya'nî eğer sen Hakk'ı, âlem dediğimiz halktan
(yaratılmışlardan) ayırır
isen ve O'na halktan
(yaratılmışlardan) ayrı nazarıyla
(düşüncesiyle) bakarsan,
Hâkk'ın gazabı (öfkesi)
magzûbun-aleyh (kendisine gazab
edilmiş) olan kimseye intikal ettikde
(geçtiğinde),
kendi nefsinde rahat
bulmaktan ganî (zengin, doygun)
ve rızâ ve gâzab sıfatlarından, nihâyet
(son) derecede büyüklük ile
müteâlî (yüce) olur. Zîrâ
(çünkü) Hak, zâtı
haysiyyetiyle (bakımından)
âlemlerden ganîdir (zengindir,
doygundur) ve o mertebede bir sıfat ile mevsûf
(vasıflanmış) ve bir isim ile
müsemmâ (isimlenmiş)
olmaz. Cemî'-i izâfâttan (nisbetle
olan, göreli varlıkların hepsinden) âlî
(yüce) ve bi'l-cümle
(bütün) kuyûddan
(kayıtlılıklardan) berîdir.
(salimdir, kurtulmuştur)
Ve eğer Hakk'a, âlemin hüviyyeti
(hakikati) nazarıyla
(düşüncesiyle) bakacak olur isen, ahkâmın
(hükümlerin) kâffesi
(bütün hepsi),
bu ahkâm-ı kesretin
(çokluk hükümlerinin) zuhûruna
(meydana çıkmasına)
kâbiliyyeti i'tibâriyle (bakımından),
ancak Hak'ta ve bunların
mebdei (evveli, başlangıcı)
olmak i'tibâriyle (hususiyle)
de ancak Hak'tan zâhir olur
(açığa çıkar, görülür).
Zîrâ (çünkü)
Hak sıfât ve esmâsı cihetinden
(yönünden) hem "fâil"
(işleyen yapan, etken) ve hem de “münfail”dir.
(tesirle harekete geçendir
(etkilenendir) Bu i'tibar
(husus) ile, ahkâm-ı kesîreyi
(çokluk hükümlerini) Hak
cânibine (tarafına) isnâd
edersen, (dayarsan) beis
(zorluk) yoktur. Ve
cenâb-ı Şeyh (r.a.)’nın Fass-ı Sâlihî'de
(salih konusunda) nisbet-i
tekevvünü (var olma, varlığa bürünme
sıfatını) Hak'tan nefy
(kaldırıp yok) edip
bende (kul)
tarafına isnâd buyurması
(dayandırması),
icmâl (öz) ve tafsîle
(detaya) nazarandır
(göredir).
Ve ahkâmın (hükümlerin)
kâffesinin (bütün
hepsinin),
Hak'ta ve Hak'tan zuhûrunun (meydana
çıkışının) delîli (kanıtı),
Hak Teâlâ hâzretlerinin ................ (Hûd,
11/123) ya'nî "Emrin küllîsi (bütün
işler, hususlar) O'na râci' olur"
(ona geri döner (ona aittir)
kavlinin (sözlerinin)
ma'nâsıdır. Ve bu ma'nâ hakîkaten
(hakikat olarak) ve keşfen
(keşif olarak) öyledir.
İmdi ey tâlib-i ma'rifet (ilme talip
olan), mâdemki
âlemin kâffesi (evrenin tamamı)
hakîkaten (hakikat olarak)
ve keşfen (keşf olarak)
Hakk'a rücû' ediyor (geri
dönüyor) ve sen ise âlemdensin
(evrendensin) ve âlemde
(evrende) zâhir olan
(açığa çıkan, görülen) dahî
Hakk'ın hüviyyetidir (hakikatidir),
şu halde herhangi tarafa teveccüh edersen
(dönersen),
ibâdetten ve belki ubûdiyyetten
(kulluktan) geri kalma! Ve Hak ahkâm-ı keserât
(çokluk hükümleri) ile ve
libâs-ı taayyünât (taayyünat
elbisesi) ile ihticâb etmiştir
(gizlenmiştir).
Sen bu hicâbı (perdeyi)
ve örtüyü nazarından
(görüşünden) ref edip
(kaldırıp) bu hicâbât
(perdeler) ve estâr-ı sûriyye
(suret örtüleri) altında olan
Hakk'a tevekkül et (işi Hakk’a bırak,
razı ol) ve gaflet uykusu hicâbından
(örtüsünden) çık! Sen kimsin
ve nerdesin ve matlûbun (istediğin)
nerededir, bunları bil! Emir Seyyid Ali Hemedânî
(Kaddes' Allâhu sırrahü's-sâmî) ne güzel buyurur!
Şiir:
Tercüme "Sen âb-ı hayât ortasındasın, halbuki su arıyorsun.
Hazînenin üstündesin ve fakr u ihtiyaçtan
(şiddetli yoksulluktan) tek ü
pû (sağa sola koşuşturma)
içindesin. Sen dost deyip arar durursun ve bilmezsin ki, eğer
hakîkatle nazar edersen (görürsen)
gûyâ (diyelim ki)
sen O'sun. O'nun zülfünün
(saçının) kokusundan nezle olduğundan gâfılsin
(habersizsin) ve yoksa sen,
O'nun zülfünün (saçlarının)
kıvrımından bir kılsın. Sana âyînenin
(aynanın) gösterdiği vech
(yüz),
sendendir. Eğer sen asl u fer'a
(dal budağa) dikkatle
bakarsan, o vecihsin (yüzsün).
Âlem-i ceberûtun (İlahi
kudretin) perdesi, senin nefesinden muattardır
(güzel kokar). Sen müşg-tıynet (yaratılmış misk)
olduğun halde cehilden
(bilgisizliğinden) dolayı cîfe
(leş) aramaktasın. Hatâir-i
melekût (meleklerin mühim işleri),
senden zîb ü zînet (süslü
mücevher) bulurlar. Sen tab' u hevâ
(nefsinin heves)
mezbelelerinde (süprüntülerinde)
niçin pûyân oluyorsun
(koşuyorsun)?
Sen gülşen-i vuslattan (gül bahçesine
kavuşmak için) toprağa düşmüş bir gülsün; hırs ve
hased külhanı (ateşinin)
miyânında (ortasında) ne
koşuyorsun? Ey Alâî, eğer
kendini terk edersen, sana bir nefes onun meclis-i hâssına
(özel meclisine) yol
verirler."
İmdi âlemin hüviyyeti, (evrenin
hakikati) Hakk'ın hüviyyeti
(hakikati) olunca ve âlemde
(evrende) mevcûd olan
umûrun (işlerin) kâffesi
(hepsi) Hakk'a rücu'
edince, (geri dönünce, Hakk’a ait
olunca) âlem-i imkânda
(imkan aleminde) bu âlemin nizâmından
(düzeninden) daha bedî'
(mükemmel, eşsiz) ve daha
güzel âlem olmaz. Zîrâ (çünkü)
Hak âlemi (evreni)
sûret-i Rahmân (Rahmanın sureti)
üzerine îcâd etti
(yarattı).
Çünkü âlem (evren) sûret-i
Rahmân (Rahman’ın sureti)
üzerine mahlûk (yaratık)
olan hakîkat-i
insâniyyede (insanın hakikatinde)
müctemi' (cem olmuş,
toplanmış) bulunan şeyin tafsîlidir
(teferruatıdır, genişletilmişidir,
açılmışıdır).
Ya'nî insanın vücûdu sûret-i tabîiyye
(tabiat sureti) ile zâhir
olduğu (açığa çıktığı, göründüğü)
gibi, Hak Teâlâ'nın vücûdu dahî, suver-i âlem
(evrenin sureti) ile zâhir
oldu (açığa çıktı, göründü).
Çünkü insanın hakîkatı ma'nâ-yı lâtiftir
(latif, nur olan manadır).
Görünmek için mutlakâ bir sûret-i kesîfeye
(yoğunlaşmış, katılaşmış bir surete)
taalluku (bağlı olması)
lâzımdır. İşte bu sebebden nâşî,
(dolayı) insanı ta'rîf
edeceğimiz vakit "hayvân-ı nâtıktır"
(konuşan hayvandır) deriz. "Hayvan" ise onun sûret-i
kesîfe-i cismâniyyesidir
(maddeleşmiş, yoğunlaşmış bedenidir).
Ve "nâtık" (konuşan,
söyleyen) ise, ma'nâ-yı latîf-i rûhânîsidir
(ruhunun latif manasıdır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) sûret, ma'nâ ile kâim
(mevcut) ve ma'nâ sûret ile
meşhûddur (görülür). İşte
Hak dahî böyledir. Hakk'ın bî-nihâye letâfette
(sonsuz şeffaflıkta (nurların nuru)
olan vücûd-ı mutlakını
(kayıtsız, sınırsız varlığını) maddeden mücerred
(tecrit edilmiş, soyutlanmış)
olarak görmek mümkün değildir. Onun ezhânda
(zihinlerde) zuhûru
(meydana çıkışı) suver-i
ma'neviyye (manevi suretler)
ile ve hâricde (dışarda)
zuhûru (meydana çıkışı) da, suver-i kesîfe-i âlem
(yoğunlaşmış alem suretleri)
iledir. Bir ârif (bilirkişi)
ne güzel buyurur:
Tercüme: "Hak cihânın (evrenin)
cânı ve cihan (evren)
ise bi'l-cümle (hepsi,
tümü ile) bedendir. Ervâh-ı melâike
(meleklerin ruhları) bu
bedenin, bu tenin havâssidir
(duyularıdır, kuvveleridir).
Eflâk
(felekler, gökler) ve anâsır
(unsurlar, elementler) ve
mevâlîd (mevcutlar, doğmuşlar)
a’zâdır (organlarıdır).
İşte tevhîd
(birleme) ancak budur. Başka
kelâmlar (sözler) hep
kesreti (çokluğu)
müş'irdir (iş’ar eder, bildirir)."
İmdi mâdemki Hak Teâlâ'nın vücûdu suver-i âlem
(evren suretleri) ile
zâhirdir (açığa çıkmıştır, görülür
olmuştur) ve biz dahî âlemin
(evrenin) sûretlerindeniz, şu
halde biz O'nun sûret-i zâhiresiyiz
(açığa çıkmış, görünen suretleriyiz) ve O'nun
hüviyyeti (hakikati, zatı),
bu sûret-i zâhirenin
(açığa çıkmış, görünürde olan bu suretlerin) rûhudur,
bu sûretin müdebbiridir (idare edeni,
kullananıdır).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
tedbîr (tasarruf etme),
ancak Hak'tan sudûr
ettiği (çıktığı) gibi,
ancak Hakk'ın vücûdunda vâki' olur
(gerçekleşir, oluşur). Böyle
olunca Hak, ma'nâ i'tibâriyle
(bakımından) Evvel'dir
(öncedir) ve sûret i'tibâriyle
(bakımından) de Âhir'dir
(sonradır) .
Ve ahkâm (şartlar)
ve ahvâlin (hallerin, oluşların)
tağayyürü (değişimleri,
başkalaşımları) i'tibâriyle
(bakımından) Zâhir'dir
(meydandadır) ve bu sûret-i
zâhirenin (açığa çıkmış suretin)
rûhu olup, onu tedbîr
(kullanması, idare) etmesi i'tibâriyle
(bakımından) Bâtın'dır.
(gizlidir) Ve Hak her şeyi
Alîm'dir (bilendir).
Fakat O'nun bilişi, fikirden hâsıl olan
(oluşan) ilim ile değil,
şuhûddan (manevi görüş) ve
huzûrdan hâsıl olan (oluşan)
ilim iledir. Binâenaleyh (bundan
dolayı) Hak her şey üzerine Şehîd ve hâzırdır. Zîrâ
(çünkü) bir kimse
görmediği şey hakkında istidlâl ile
(akıl yürüterek) i'mâl-i fikr ederek
(fikir yürüterek) bir ilim
hâsıl eder (üretir).
Gördüğü ve huzûrunda
(yanında) hâzır bulunduğu
(meydanda, bizzat görünürde olan) şeyi bilmek için
tefekkür etmesine (düşünmesine) hâcet (ihtiyaç)
yoktur; onun ilmi, şuhûdî (manevi
görüş ile) olur. İşte Hakk'ın ilmi dahi şuhûdîdir. Ve
böylece tarîk-i Hak'ta (Hak yolunda)
seyr ü sülûk (manevi
yolculuk) eden enbiyâya
(Peygamberlere) zevk ile hâsıl olan
(husul bulan, oluşan) ilim
dahî fikir ve isddlâlden (akıl
yürüterek) değil, belki müşâhededen
(menevi görüşle) müstefâddır
(kazanılmıştır).
Ve şuhûddan (manevi
görüşle) hâsıl olan (husul
bulan, oluşan) ilim ise, ilm-i sahîhtir.
(doğru, gerçek ilimdir) Ve
bunun hâricinde (dışında)
kalanlar aslâ ilim değildir; belki zan ve tahmîndir.
Bir gün risâlet-penâh (Hz. Muhammed)
(s.a.v.) Efendimiz huzûr-ı ashâb-ı kirâmda
(sahabelerin huzurunda)
İmâm-ı Alî (keremallâhu vecheh) hazretlerinin meşreblerinde
(yaratılışında) hakîkat gâlib
(üstün) olduğunu beyan
buyurup, (anlatıp) bunu
isbât (kanıtlamak) için,
bir çanak içinde biraz bal getirerek ortaya vaz' buyururlar
(koyarlar) ve hâzırûna,
(orda bizzat bulunanlara)
bunun içinde ne olduğunu birer birer sual ederler
(sorarlar).
Her biri oturdukları yerde "Baldır" cevâbını
verirler. Sıra Hz. İmâm'a gelince, yerinden kalkıp, çanaktaki
baldan bir parmak alarak tadına baktıktan sonra "Baldır yâ
Resûlallah!" buyurur. Ve bu suretle Hz. İmâm'ın hükmüyle sâir
(diğer) ashâb-ı kirâmın
(sahabelerin) hükmü
beynindeki (arasındaki)
kuvvet (kabiliyet) zâhir
olur (meydana çıkar).
Zîrâ
(çünkü) Hz. İmâm'ın ilmi
şuhûdî (keşfi, görerek) ve
huzûrî (huzur ile ilgili)
olduğu için bu ilmin hilâfı
(zıddı) zuhûr etmek
(meydana çıkma) ihtimâli
yoktur. Bu ilim, ilm-i sahîhdir
(doğru, gerçek ilimdir).
Diğer zevât-ı kirâmın
(ashabın, sahabelerin) hükümleri ise, nazarî
(denemeden, tatbik etmeden)
ve istidlâlîdir (akıl yürüterektir);
bu ilim tahallüf edebilir.
(uygun gelmeyebilir) Zîrâ
(çünkü) câiz
(olabilir) ki, çanak içindeki
şey bala müşâbih (benzer)
bir madde ola. Binâenaleyh (bundan
dolayı) ilm-i istidlâlî
(akıl yürüterek üretilen ilim),
ilm-i sahîh
(doğru, gerçek ilim)
değildir, belki zann-ı gâlib
(doğruya, hakikate yakın olan zan) ve tahmîndir."
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.04.2006
http://sufizmveinsan.com
|