214. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Ba'dehû bu su, Eyyûb (a.s.)a bedenindeki zarar ve azâbdan hâsıl olan susama elemini izâle için şarâb oldu. Öyle azâb' ki şeytan, ya'nî idrâkiyle mahall-i kurbda olacağı hakâyıkı alâ-mâ-hiye-aleyh idrâk etmekten bu'd, onu onunla mess etti. İmdi her ne kadar mesâfe ile baîd olursa da, her bir meşhûd, göze karîbdir. Zîrâ onun şuhûdu haysiyyetiyle muhakkak basar, ona muttasıl olur ve eğer böyle olmasa idi, onu müşâhede etmezdi. Yâhut nasıl olursa olsun, meşhûd, basara muttasıl olur. Binâeaaleyh o, basar ile mubsar arasında karîbdir. İşte bunun için, Eyyûb (a.s.) da messde şeytanı kinâye etti. Binâenaleyh kurb-ı mess ile berâber, onu şeytana izâfe eyledi. Böyle olunca "Bende olan hikmetten nâşî, baîd, benden karîbdir" dedi (11).

Hz. Şeyh (r.a.) birtakım hakâyıkı (hakikatleri) beyan buyurduktan (anlattıktan) sonra, Eyyûb (a.s.)’ın hikmeti mes'elesine rücu' edip (geri dönüp) derler ki: Emr-i İlâhî (Hakk’ın emri) ile Eyyûb (a.s.) ayağını yere vurmakla zemînden (yerden) kaynayan su, ona kâbil-i şürb (içilebilir) oldu ve bedenindeki illet (hastalık) ve azâbdan (acıdan) hâsıl olan (oluşan) susuzluk elemini (ızdırabını) izâle etti (giderdi). Onun bedenindeki azâb (acı), öyle bir azâb idi ki, şeytan cenâb-ı Ey­yûb'u o azâb (acı) ile mess eyledi (dokundu). Nitekim Hz. Eyyûb'den naklen Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: ...................... (Sâd, 38/41) ya'nî "Yâ Rab, şeytan beni nusb (meşakkat, hastalık) ve azâb ile mess etti (dokundu)." Ve "şeytan" lügatte ..... ve ...... mastarından müştak (çıkmış, türemiş) olup "bu'd" (uzaklık) ma'nâsına müsta'mel (kullanılmış) olduğundan burada, bu ma'nâ ile tefsîr buyrulmuştur (yorumlanmıştır). Ya'nî "Beni bu'd (uzaklık), öyle bir azâb (acı, ızdırap) ile mess etti (dokundu) ki, o sebeble ben hakâyıkı (hakikatleri), olduğu hâl (oluş) üzere idrâk etmekten uzak olurum; ve o hakâyık (hakikatler) öyle hakâyıktır (gerçeklerdir) ki, onları idrak ettiğim vakit, mahall-i kurbda (yakın mahalde, yerde) bulunurum" demek olur. Ve şeytana "şeytan" denilmesi Hak'tan ve hakâyıktan (hakikatlerden) son derece baîd (uzak mesafede) olma­sından nâşîdir (dolayıdır). Zîrâ (çünkü) Hak Tealâ hazretleri şeytanı, hazret-i kurbdan (yakınlık mertebesinden) hazîz-i bu'd-ı tabîîye (tabiatın en uzak en aşağısına) kovmuş ve ........................ (Sâd, 38/77) buyurmuştur. Ve "recm" bir şeyi yukarıdan aşağıya atmak ma'nâsına olduğundan, "Sen hazret-i kurbdan (yakınlık mertebesinden) çık, çünkü sen hazret-i ulyâdan, (yüce mertebeden) merkez-i süflî-i tabâyia (tabiatın en aşağı merkezine) atılmışsın" demek olur. Ve .......................... (Sâd, 38/78) "La'net" îhâş (yalnızlığa itme, kovma) ve tard (sürme, uzaklaştırma) ma'nâsınadır. Ya'nî "Benim la'netim (uzaklaştırmam, kovmam) kıyâmete kadar senin üzerine olsun!" buyurur. Zîrâ (çünkü) yevm-i kıyâmette (kıyamet gününde) zulmet-i tabîîyyenin (tabiatın doğurduğu manevi karanlığın, sıkıntının) hükmü mürtefi' olur (kalkar) ve o vakit şeytanın üstünde oturup, icrâ-yı ahkâm eylediği (hükmünü yürüttüğü) tâc ve taht yıkılır. Binâenaleyh (bundan dolayı) şeytanın bu'du (uzaklaştırılması) ve tardı (kovulması) yevm-i kıyâmete (kıyamet gününe) kadar devâm eder; ondan sonra şeytana la'net yoktur. Çünkü şeytanın iktizâ-yı aslîsi (aslının gereği) mevâni'-i tabîiyyedir (tabiattan hasıl olan maniler, engellemelerdir) ki, bu mevâni'-i tabîiyye (tabiattan, nefsten doğan engellemeler), rûhu hakâyık-ı İlâhiyye (İlahi hakikatler)  ile tahakkuktan  (gerçekleşmekten) men' eder (engeller).   Nitekim bu hakîkati herkes, bu âlem-i tabîatte (tabiat aleminde), bu vücûd-ı tabîisi (tabii varlığı (nefsi) ile, her an müşâhede eder (görür, seyreder) ve kendi nefsinde zevkan (manevi zevk ile) idrâk eyler. Zîrâ (çünkü) nefis dediğimiz bu vücûdât-ı tabîiyyemiz (tabii vücudlarımız, nefislerimiz), şeytanın üstünde hükm ettiği (hükmünü yürüttüğü) âlem-i tabîatın (tabiat aleminin) birer cüz'üdür (parçasıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) şeytan âlem-i tabîatı (tabiat alemini (nefisleri) muhîttir (kuşatmıştır) ve şu halde bizim vücûdumuzun hâricinde (dışında) değildir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz "Şeytan damarlardaki kan gibi cereyan eder" (akar, geçer) buyururlar. Onun için şeytan Hak Teâlâ'ya hitâben: ...................... (Sâd, 38/82) Ya'nî "İzzetin hakkı için kullarının hepsini azdırayım" dedi. Zîrâ (çünkü) bilir ki bu âlem-i tabîatte (tabiat aleminde) her şey, hükm-i tabîatın (tabiatın hükmü, nefsin hükmü) altındadır ve iktizâât-ı zul­mâniyye (karanlığın, maddenin)  gerekleri), hazarât-ı nûrâniyyeye (nurani mertebelere) suûdu (çıkmasını, yükselmesini) men' eder (önler). Ba'dehû (daha sonra) şeytan, ....................... (Hicr, 15/40) Ya'nî "Senin ibâdetin ile zulmet-i tabâyi'den (tabiatın zulmünden (nefsin karanlığından) ve kesâfet-i mevâni'den (madde engelinden)  kurtulanlar müstesnâdır" (istisna edilmiştir, ayrı tutulmuştur) dedi. Zîrâ (çünkü) onlar şeytanın taht-ı tasarrufuna (idaresi, yönetimi altına) verilen memleketten çıkmışlardır. Onun bu gibi zevât-ı kirâma (soylu, temiz kişilere) tasallutu (sataşma, rahatsız etme) imkânı kalmaz. Nitekim Hâce Hâfız (k.s.) buyurur:

Beyt:

Tercüme: “Sen hâne-i tabîatten (tabiat evinden (nefs meskeninden) dışarıya çıkmıyorsun; hakîkat mahallesine nasıl sefer (yolculuk) edebilirsin?”

Bu mukaddime (başlık) anlaşıldıktan sonra ma'lûm olur (bilinir) ki, vücûdât-i müteayyinimize (meydana çıkmış vücutlarımıza, bedenlerimize) ârız olan (gelen) ilel (illetler, hastalıklar) ve eskâm (dertler), bu âlem-i tabîatın (tabiat aleminin) iktizââtındandır (gerektirdiklerindendir). Ve âlem-i tabîat (tabiat alemi) ise, cemî'-i müştemilâtıyla (bütün hepsini içine almak, kavramakla) berâber Hak'tan baîd (uzak) olup hicâb-ı cemâl-i Hak'tır (Hakk’ın cemal perdesidir). Ve şeytan ibâdı (kulları), bu vesâit-ı tabîiyye (tabii vasıtalar) ile iğfâl (aldatır, yanıltır) ve iğvâ eyler (şaşırtır, azdırır) ve şeytanın vücûdu ancak bir müvesvis (vesvese veren) ve bir mihek (ayar, ölçü taşı) olmaktan  ibârettir. Zîrâ (çünkü) bir müvesvis (vesvese) ve bir mihek (ayar aleti) olmadıkça emîn (güvenilir)  ile hâin (nankör) ve merd (yiğit) ile nâ-merd (korkak) ve kalb (sahte) ile nakd-ı ceyyid (saf para) zâhir olmaz (meydana çıkmaz). Görülmez mi ki, insana bir elem (keder, acı) ve illet (hastalık) ârız olsa (gelse) hâtırı (zihni) perîşan ve gece ve gündüz onunla meşgûl ve nâlân (inleyen) olur ve ibâdet-i Hak'tan (Hakk’a ibadet etmekten) geri kalır. İşte bu sebebden dolayı Eyyûb (a.s.) "Şeytan beni nusb (meşakkat, hastalık) ve azâb (acı, keder) ile mess etti" (dokundu) ya'nî "Âlem-i tabîatte (tabiat aleminde) bu'dun (uzaklığın) envâ'ı (çeşitleri) çoktur; fakat bu bu'd (uzaklık),  benim vücûd-ı tabîîmi (vücudumun tabiatını) zarar ve âzâb (işkence) tarzında (şeklinde) mess (dokunmak) ile karîb (yakın) oldu; binâenaleyh (bundan dolayı) o bu'dun (uzaklığın)  mess (dokunmak) ile kurbu (yakınlığı)  hasebiyle, hakâyıkı (hakikatleri) olduğu hal (oluş) üzere idrâk etmekten uzak olurum. Halbuki o hakâyıkı (hakikatleri) idrâk ettiğim hînde (sırada) ben mahall-i kurbda (yakın yerde) bulunurum" buyurdu. Zîrâ (çünkü) idrâk olunan şey, idrâk edilen kimseye karîbdir (yakındır) ve her meşhûd olan (görülen) şey, her ne kadar mesâfe i'tibâriyle baîd (uzak) ise de, göze karîbdir (yakındır).  Zîrâ (çünkü) keyfiyyet-i rü''yet (gözle görme hususu) gözden çıkan şuâ' (ışın) sebebiyle vâki' olur (gerçekleşir), diyenlerin fikir ve mezhebine (anlayışlarına, görüşlerine) göre, basar (göz) şuhûdu (görmesi) haysiyyetiyle (bakımından) meşhûda (görülene) muttasıl (bitişik) olur. Eğer basarın (gözün) meşhûda (görülene) ittisâli (bitişikliği, kavuşması) olmasa idi, onu müşâhede etmezdi (görmezdi).  Veyâhut keyfiyyet-i rü'yet (görme hususu), ziyâ (ışık) vâsıtasıyla hayâl-i meşhûdun (görülen hayalin) gözdeki adeseye (merceğe) intibâ'ı (tab olması, basılması) sebebiyle  vâki' olur (oluşur), diyenlerin mezhebine (görüşüne) göre, meşhûd (görünen) basara (göze) muttasıl (bitişik) olur. Bu iki mezhebden (görüşten) hangisine göre vâki' (olmuş) olursa olsun, mesâfe uzak ve yakın olsa dahî, görülen şey, basar (göz) ile gören kimse arasında karîbdir (yakındır) . İşte baîd, (uzak) karîb (yakın) olduğundan dolayı Eyyûb (a. s.) ............................... (Sâd, 38/41) kavlinde (sözlerinde) vâki' (olmuş) olan mess, ya'nî dokunma, ta'bîrini (deyişini) kinâyeten (dolayısıyle anlatmak bakımından) isti'mâl etti (kullandı) ve messin, ya'nî dokunmanın, yakınlığıyla berâber, o messi (dokunmayı) şeytana, ya'nî uzaklığa muzâf (bağıntılı) kıldı. Binâenaleyh (bundan dolayı) gûyâ (sanki) Eyyüb (a.s.) buyurdu ki: "Bende mevcûd olan hikmetin muktezası (gerekleri (şartları) olmak üzere, baîd (uzak) olan şeytan nusb (meşakkat, hastalık) ve azâb (keder, acı) ile bana dokunmak sûretiyle, bana yaklaştı." Ve Eyyûb (a.s.)da mevcûd olan hikmet, müteayyin (belirmiş, meydana çıkmış) olan Hak'tan, bu taayyün (beliriş, meydana çıkış) sebebiyle onun ihticâbıdır (perdelenmesidir, gizlenmesidir) ki, bu hicâb-ı taayyünün (meydana gelmiş perdenin) galebesinden (üstünlüğünden) nâşî (dolayı) Hak'tan baîd (uzak) olur.

Suâl: Eyyûb (a.s.) bir nebiyy-i zîşan (şerefli, mübarek bir Peygamber) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hakk'ın inâyet-i ezeliyyesi (ezelde ihsan olunmuş rahmeti (rahmet-i hassa-i zatiyesi) hasebiyle (bakımından) zümre-i muhlasîne (ihlasa ermişlerin cemaatına) dâhil ibâdullahdan (Allah kullarından) idi. Ve şeytan ise ............................. (Hicr, 15/40) deyip bu zevâta (kimselere) tasallutu (sataşamayacağını, musallat) olamıyacağını beyân etmiş (bildirmiş) ve Hak Teâlâ hazretleri dahî şeytana ............................. (Hicr; 15/42) ya'nî "Benim kullarım vardır ki, senin için onların üzerine kuvvet-i tasarruf (tasarruf etme gücün) yoktur" diye hitâb eylemiştir (seslenmiştir). Hal böyle iken şeytanın Eyyûb (a.s.)ı nusb (meşakkat, hastalık) ve azâb (işkence) eylemesi nasıl olur?

Cevap: Ma'lûm olsun ki, esfel-i sâfilîn-i tabîata (tabiatın en aşağısına) merdûd (kovulmuş) olan insan Haktan baîd (uzak) ve ............................ (Asr, 103/2) ya'nî "İnsan elbette hüsrân (mahrumiyet acısı) içindedir" âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince), bu bu'd (uzaklık) hasebiyle (dolayısıyle), sûret-i umûmiyyede (genel olarak) mutlakâ hüsrandadır (mahrumiyet acısı içindedir).Çünkü vücûdât-ı müteayyineleri (meydana çıkmış varlıkları) şeytanın mahtidi (oturduğu, bulunduğu yer) olan âlem-i tabîatte (tabiat aleminde) zâhir olmuştur (açığa çıkmıştır).  Bunun için (S.a.v.) Efendimiz, "Benim de şeytanım var idi, elimde Müslüman oldu" buyurmuşlardır. Zîrâ (çünkü) (S.a.v.) Efendimiz'in vücûd-ı unsûrîleri (unsur olan varlıkları) dahî bu âlem-i tabîatten (tabiat âleminden) mahlûk (yaratılmış) idi; binâenaleyh (bundan dolayı) şeytanın mahtidi (oturduğu, bulunduğu yer) üzerinde vâki' olmuş (oluşmuş)  idi. Enbiyâ-yı izâm (büyük, ulu nebiler, peygamberler) hazarâtının (hazretlerinin) kâffesi (hepsi) de bi't-tabi' (doğal olarak) bu hükümde dâhildir (bu hüküm içindedir). Şu kadar ki a'yân-ı sâbitelerinde (ilmi suretlerinde) mûndemic olan (bulunan) hakâyıkın (hakikatlerin) bu âlem-i tabîatte (tabiat aleminde) zâhir olan (görülen) vücûd-ı müteayyinlerinde (meydana çıkmış varlıklarında) îcâb ettirdiği (gerektirdiği) hikmetler muktezâsı (lazımı, gereği) olmak üzere seyr ü sülûk (Hakk yolundaki manevi yolculuk) ile ânen-fe-ânen (sürekli olarak) terakkî edip (gelişip, yükselip) bu hüsrandan (mahrumiyetlikten) halâs olurlar (kurtulurlar).Ve onların havâss-ı ümmetleri (seçkin ümmetleri) dahî, bu saâdetlilerin isrine (yolunda, izinde olmakla) iktifâ ettikleri (yetindikleri) için bunlar da: ..................................... (Asr, 103/3) âyet-i kerîmesinde beyan buyrulan (bildirilen) istisnâ (kaide dışı bırakmak, ayırmak) sebebiyle hüsrandan (mahrumiyetlikten) kurtulan zümreye (topluluğa) dâhil bulunurlar. İşte bundan anlaşıldığı üzere şeytanın bilâ-tefrîk (ayrıcalıksız) nev'-i insan (insan türü) üzerine tasallutu (sataşması) vâkı' (olmuş) olur. Fakat enbiyâ (nebiler, peygamberler) ile onların havâss-ı ümmetleri (ileri gelen ümmetleri) üzerinde kuvve-i tasarrufiyyesi (tasarruf etme gücü) yoktur. Ya'nî onların üzerinde şeytanın tasallutu (sataşması) bir eser husûle getirmez (oluşturmaz). Nitekim cenâb-ı Şeyh (r.a.) Fütühât-ı Mekkiyye'lerinde buyururlar ki; "Evliyâullahdan (Allah velilerinden) birisi, bir veliyy-i İlâhîden (İlahi veliden) naklen dedi ki: Şeytanı rü'yamda gördüm; ona tevhîdde (birlemede) ve tevekkülde (kadere razı olmakta) imâm (ileride, önde)  olan Şeyh Ebu'l-Medyen (r.a.) ile hâlin nedir? diye sordum. Benim onunla hâlim ve onun hatırıma bir şey ilkâ etmem (koymam) şuna benzer ki, bir kimse denizin içine tebevvül eder (işer). Ona: Niçin tebevvül ettin? (işedin) diye sorarlar. O da der ki: Tahâret etsinler, (temizlensinler) diye bahr-i muhîti (denizi) telvîs etmek (kirletmek) için tebevvül ettim (işedim). Hiç bundan daha câhil bir kimse olur mu? İşte onun kalbine karşı benim hâlim böyledir diye cevap verdi.

"İşte Eyyûb (a.s.)ı, şeytanın nusb (hastalık) ve azâb (acı, keder) ile mess etmesi (dokunması) dahî bu kabîldendir (türdendir, sınıftandır). Şeytan zarar ve âzab (işkence, keder) ile mess etmek (dokunmak) sûretiyle musallat oldu (sataştı). Fakat sabrını ihlâl etmek (bozmak) sûretiyle bir te'sîr (etki) ilkâ edemedi (bırakamadı). Şu kadar vardır ki, cenâb-ı Eyyûb vücûd-ı mübârekinde (mübarek vücudunda) müteayyin olan (beliren) illetle (hastalıkla) meşgûl oldu ve o illetin (hastalığın) taayyünü (belirişi) ise, idrâk ile mahall-i kurbda (yakın mahalde, yerde) olacağı hakâyıkı, (hakikatleri) olduğu hal (oluş) üzere  idrâk etmesine hicâb (perde) oldu ki, bu da bu'd (uzaklık) idi.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-18.04.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail