[BU FASS
KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE"
BEYÂNINDADIR]
Ve
muhakkak sen bildin ki, kurb ile bu'd, iki emr-i izâfidir ve
baîd ve karîbde ikisinin dahi ahkâmı sübût bulmakla berâber, her
ikisi de "ayn"da vücûdları olmayan nisbetlerdir (12).
Ya'nî her
meşhûd olan (görülen)
şeyin, mesâfe i'tibâriyle
(bakımından) her ne kadar uzak olsa da, göze yakın
olmasından dolayı sen yakınlık ile uzaklığın iki emr-i izâfîden
(göreceli husustan)
ibâret olduğunu bildin. Kurb
(yakın) ile bu'd
(uzak),
hakîkatte vücudları
(varlıkları) olmayan iki nisbettir
(sıfattır) .
Maahâza (bununla beraber)
uzak ve yakın dediğimiz mesâfelerde her ikisinin dahî
ahkâmı (hükümleri, şartları)
sâbittir (belirlenmiştir).
Eğer "bu'd" (uzak)
denilen şeyin hakîkatte
(gerçekte) vücûdu (varlığı) olaydı, mesâfe-i baîdede
(uzak mesafelerde) vâki'
(olmuş) olan
meşhûd (gözle görülmüş şey),
basar (göz) ile
mübsar (görülen şey)
arasında karîb (yakın)
olmamak lâzım gelirdi. Ve kezâ
(böylece) her bir karîb (yakın)
olan şey zulmetin
(karanlığın) hicâb (perde)
olması sebebiyle görülmez. Binâenaleyh
(bundan dolayı) o şey, yakın
olduğu halde hicâb-ı zulmet (karanlık
perdesi) sebebiyle baîd
(uzak) olur. Ve kezâ (aynı
şekilde) bir cisim göze pek ziyâde
(çok fazla) yaklaştırılınca
görülmez. Şu halde onun şiddet-i kurbu
(çok yakın oluşu) ayn-ı bu'd
(uzağın ta kendisi) olur.
İşte bu îzâhâttan (açıklamalardan)
anlaşılır ki, kurb (yakın)
ile bu'dun (uzağın)
hakîkatte vücûd-ı müstakilleri
(kendilerine ait bir varlığı) olmayıp, iki emr-i
izâfiden (göreceli hususlardan)
ibârettir ve baîd (uzak)
ve karîbde (yakında)
ahkâmı (hükümleri, şartları) sâbit olan
(belirlenmiş) iki nisbettir
(sıfattır).
Karîb, (yakın)
baîd (uzak) ve baîd
(uzak) dahi karîb
(yakın) olduğu için, Eyyûb
(a.s.) "Bu'd (uzak) beni
mess etti" (bana dokundu)
buyurdu. Zîrâ (çünkü)
mess, (temas) ya'nî sıvama
ve dokunma fiili, bir şey bir şeye yaklaşmayınca vâki' olmaz.
(oluşmaz) Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu'd,
(uzak) mess
(dokunma) fiili ile, cenâb-ı
Eyyûb'a karîb (yakın)
olmuştur.
Ma'lûm
olsun ki tahkîkan Allah Teâlâ'nın Eyyûb'deki sırrı ki, Hak onu
bize ibret ve kitâb-ı mastûr-ı hâlî kıldı; onda olan şeyi bilmek
için, bu ümmet-i Muhammediyye onu kırâat eder. Böyle olunca onun
sâhibine lâhık olur; onun için teşrifdir (13).
Ya'nî Allah
Teâlâ hazretlerinin Eyyûb (a.s.)a vaz' ettiği
(vücuda getirdiği, yarattığı)
sırr-ı ibtilâ (belalara
uğramasının sırrı),
bizlere ibret olması ve hurûf
(harfler) ve zurûf
(zarflar) ile yazılmış bir
kitâb değil, hâlen yazılmış bir kitâb olarak zuhûr etmesi
(açığa çıkması, görünmesi)
içindir. Çünkü Hak Teâlâ Eyyûb (a.s.)’ı ibtidâ
(ilk başta) belâya giriftâr
etti (uğrattı) ve sonra da
onun bu belâya sabır etmesine karşı necât verdi
(selamete çıkardı, kurtardı).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Eyyûb (a.s.)’ın vücûd-ı saâdeti
(saadetli vücutları) bir kitâb oldu ki, onun
yazıları, ibtilâsının (imtihanının,
tecrübesinin) ahvâli
(halleri) ve sabır ve
tahammülünün ahkâmıdır (hükümleridir).
Bunlar ise ahvâlden
(hallerden, oluşlardan)
ibârettir. Şu halde hazretin vücûdu bir kitâb-ı mastûr-ı hâlî
(halinin yazılı olduğu bir kitab)
olmuş olur. Ve o kitâbın münderecâtına
(içindekilerini) muttali'
olmak (öğrenmek) için, bu
ümmet-i Muhamrnediyye, (Hz.
Muhammed’in ümmeti) onu hâlen okurlar. Ya'nî cenâb-ı
Eyyûb gibi belâlara dûçâr olup
(uğrayıp) sabr ederler ve bu sabırları mukâbelesinde
(karşılığında) necât
bulurlar (kurtuluşa ererler)
ve netîcede dahi sabır ve rızâda ve mükâfatta Eyyûb
(a.s.)’ın makâmına lâhık olurlar
(ulaşırlar).
İşte mahzâ (sadece)
ümmet-i Muhammediyyeye (Muhammed’in
ümmetine) ibret (ders)
olmak için Hak Teâlâ hazretlerinin bir nebiyy-i
zî-şânını (mübarek ulu bir
Peygamberini) belâya giriftâr kılması
(uğratması) şüphesiz ümmet-i
Muhammediyyeyi (Muhammed’in ümmetini)
teşrîf (şereflendirmektir)
ve tekrîmdir (ululamaktır).
Mesnevî:
Tercüme: "O
beyânda (bildiride, anlatımda)
sâdık (gerçekçi) olan
Hakk'ın resûlü, bize bu yüzden "ümmet-i merhûme"
(Allah’ın rahmetiyle müjdelenmiş ümmet)
buyurdu (dedi)
." Ya'nî bu ümmet-i
merhûme (rahmetle müjdelenmiş ümmet)
ta'bîri, (tanımlaması)
kendilerinden evvel gelen enbiyâ (a.s.)
(Nebiler, Peygamberler) ile,
onların ümmetlerinin ahvâli (halleri)
onlara ibret (ders)
olduğu için isti'mâl buyrulmuştur
(kullanılmıştır).
İmdi
Allah Teâlâ, onun üzerine, ya'nî kendisinden ref’-i durr
hakkında vâki' olan duâsıyla berâber, Eyyûb üzerine sabr ile
isnâ eyledi. Böyle olunca biz bildik ki, muhakkak bir abd,
kendisinden durrun keşfi hakkında, Allah Teâlâ'ya duâ ettikde,
sabrı hakkında kadh vermez. Ve mulıakkak "o, sâbirdir" ve
muhakkak “o, ni'me'l-abddir”. Nitekim "o evvâbdır" ya'nî esbâba
değil, Allah'a reccâ’dır, dedi. Ve halbuki bunun indinde sebeb
ile Hak işler, zîrâ abd ona müsteniddir. Çünkü, umûrdan bir emri
müzîl olan esbâb çoktur ve müsebbib ise vâhidü'l ayndır.
Binâenaleyh abdin, bu elemi sebeb ile müzîl olan vâhidü'l-âyna
rücfû'u, çok kere ilm-i ilâhîde sâbit olan şeye muvâfık olmayan
sebeb-i hâssa rücû'undan evlâdır. İmdi "Tahkîkan Allah Teâlâ
benim için isticâbet etmedi" der. Halbuki o duâ etmedi, ancak ne
zamânın ve ne de vaktin iktizâ etmediği sebeb-i hâssa meyt etti
(14).
Ya'nî Eyyûb
(a.s). ................................ (Enbiyâ, 21/83) deyip,
bedenindeki illetin (nedenin)
ve hastalığın zevâlini (sona
ermesini) istediği halde, Hak Teâlâ hazretleri onu
sabr ile medh etti (övdü).
İşte biz bundan bildik ki, bir kul başına gelen
belânın ref’i (kalkması)
için Allâh'a duâ etse, o sabırsızlık sayılmaz; o yine sâbırdır;
ve Hak Teâlâ'nın Eyyûb (a.s.) hakkında buyurduğu
....................... (Sâd, 38/44) ya'nî "Ne güzel kuldur!"
medhi (övgüsü) tahtına
(altına)
dâhil olur; ve cenâb-ı Eyyûb gibi o da memdûh
(övülen, övülmüş) kullar
zümresine (topluluğuna)
girer. Ve nitekim Hak Teâlâ Eyyûb (a.s.) hakkında
.................... (Sâd, 38/44) buyurdu, ya'nî "Kulum Eyyûb
esbâba (sebeplere) değil,
mübâlağa ile (aşırı derecede)
Allâh'a rücû' edicidir" (geri
dönücüdür) dedi..
Suâl:
Bâlâda (yukarıda) denilmiş
idi ki: "Hak Teâlâ'nın vücûdu
(varlığı), âlemin
(evrenin) zuhûru
(meydana çıkması) ile zâhir
oldu (göründü).
Biz Hakk'ın sûret-i zâhiresiyiz
(dış suretiyiz, dış görünüşüyüz)
ve Hakk'ın hüviyyeti
(hakikati) bu sûret-i zâhirenin
(görünen suretin) rûhudur
(içidir) ki, onun
müdebbiridir (tedbir edenidir, düşünenidir, idare edenidir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı), tedbîr
(tasarruf etme, yönetme)
ancak O'ndan olduğu gibi, ancak O'nda vâki'
(olmuş) oldu. O ma'nâ ile
Evvel'dir (öncedir),
sûret ile Âhir'dir
(sondur) ve ahkâm
(hükümler, şartlar) ve
ahvâlin (hallerin)
tağayyürü (değişmesi) ile
Zâhir'dir (görünendir) ve
tedbîr (tasarruf eden, yöneten olmak)
ile Bâtın'dır (gizlidir)."
Halbuki esbâb (sebepler)
dahî suver-i âlemden
âlemin suretlerinden) birer sûrettir ve onlar dahi
Hakk'ın sûret-i zâhiresidir (dış
suretidir, görünen suretidir) ve Hakk'ın hüviyyeti
(Zatı, hakikati) bu esbâb-ı
sûriyyenin (suret olan sebeplerin)
rûhudur ki, onların müdebbiridir
(tedbir edenidir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) esbâbdan
(sebeplerden) rücû' etmek
(geri dönmek),
Hak'tan rücû' etmek (geri dönmek)
değil midir?
Cevap:
Cenâb-ı Şeyh. (r.a.) bu suâle
(soruya) cevâben buyururlar
(derler) ki: Abd
(kul),
sebeb ile Hakk'a rücû' etmiş
(geri dönmüş) olsa dahî, o
sebeb perdesi arkasından fâil olan
(işi yapan) Hak'tır. Ve bütün suver-i âlem
(evren suretleri) nasıl ki
Hakk'a müstenid (dayanır)
ise, suver-i âlemden (evren
suretlerinden) bir sûret olan abd
(kul) dahî öylece Hakk'a
müsteniddir. (dayanır)
Kendisi gibi âlemin (evrenin)
bir sûreti olan sebebe müstenid
(dayalı) değildir. Ve suver-i âlem
(evren suretleri) kesîr
(çok) olduğu gibi, umûrdan
(emirlerden) herhangi bir
emrin (işin, hususun)
izâlesinde (giderilmesinde)
müessir (etken olan)
suver-i esbâb (sebep şekilleri)
dahi pek çoktur ve müsebbib
(sebep olan) ise ayn-ı
vâhidedir (tek hakikattir).
Eğer abd (kul),
başına gelen bir belâyı
esbâbdan (sebeplerden) bir
sebebe teşebbüs (davranmak, girişmek)
ile def’ etmeğe (savmaya,
gidermeye) kıyam ederse
(kalkarsa), câiz
(olabilir) ki, o sebebin o
belâyı def’ etmesi (ortadan
kaldırması),
veyâhut teşebbüs olunan
(davranılan) vakitte te'sîr
(etki) edebilmesi, ilm-i
İlâhî’de (Allah’ın ilminde)
sâbit olmamış bulunur ve bu halde de o sebeb, o belânın
def'ine (savulmasına, ortadan
kaldırılmasına) asla
(hiçbir zaman) kârger-i te'sîr
(tesir edici, etkileyici)
olamaz. O belânın ne zaman ve vakitte hangi sebeb ile mündefi'
olacağını, (atlatılacağını, def
edileceğini) ancak vâhidü'l-ayn
(tek hakikat) olan
müsebbibü'l-esbâb (sebeplerin
yaratıcısı Hakk) bilir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) abd
(kul) ilm-i İlâhi’de
(Allah’ın ilminde) sâbit
(mevcut) olmayan şeye muvâfık
(uygun) olmayan bir
sebeb-i hâssa (özel sebebe)
rü'cû' edeceği (geri döneceği)
yerde, bu belâyı herhangi bir sebeb ile izâle edici
(giderici) olan müsebbib-i
vâhidü'l-ayna (sebebin tek
hakikatine, “Hakk”a) rücû' ederse
(dönerse),
elbet daha a'lâ (yüce)
olur. Halbuki abd (kul)
ekseriyâ böyle yapmayıp, ilm-i İlâhîde
(Allah’ın ilminde) sâbit
(mevcut) olan şeye muvâfık
(uygun) bulunmayan sebeb-i
hâssa (özel sebebe, birime)
rücû' eder (döner)
ve onun bu sebebe teşebbüsle
berâber, Hakk'a duâ etmesi müessir
(tesirli) olmadığını görüp
"Hak Teâlâ benim duâmı kabul etmedi" der. Halbuki o, hakîkatte
(gerçekte) duâ etmedi.
Belki İlm-i İlâhî’de (Allah’ın
ilminde) sübût bulan
(meydana çıkan, sabitleşen) ayn-ı sâbitesinin,
(ilmi suretinin) lisân-ı
isd'dâd (isdidanın dili)
ile Hak'tan taleb etmiş (istemiş)
olduğu şeye muhâlif (uygun
olmayan, zıt) bir şeyi istedi. Yâ'nî içi başka, dışı
başka talebde (istekte)
bulundu. Veyâhut istediği şey isti'dâdına muvâfıktır
(uygundur);
fakat henüz zamân-ı zuhûru
(açığa çıkma zamanı) ve
vakt-i bürûzu (belirme, ortaya çıkma
vakti) gelmemiştir ki, bu âlem-i vücûdda
(dünyada)
zâhir olabilsin (açığa
çıkabilsin, görülebilsin).
Bu halde abd
(kul) ancak ne zamânın ve ne
de vaktin iktizâ etmediği
(gerektirmediği) sebeb-i hâssa
(özel sebebe) meyl etmiş
(yönelmiş, eğilmiş) bulunur
ve sonra da “duâ ettim de Hak kabul etmedi” der. Duâ bahsi
(konusu) Fass-ı Şisî'de
(Şisi bölümünde) ve kazâ
ve kader hakkındaki tafsîlât (geniş
açıklama) dahî Fass-ı Üzeyrî'de
(üzeyr bölümünde) beyân
olunmuştur (anlatılmıştır).
Oraya mürâcaat buyrulsun.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-26.04.2006
http://sufizmveinsan.com
|