215. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE" BEYÂNINDADIR]

Ve muhakkak sen bildin ki, kurb ile bu'd, iki emr-i izâfidir ve baîd ve karîbde ikisinin dahi ahkâmı sübût bulmakla berâber, her ikisi de "ayn"da vücûdları olmayan nisbetlerdir (12).

Ya'nî her meşhûd olan (görülen) şeyin, mesâfe i'tibâriyle (bakımından) her ne kadar uzak olsa da, göze yakın olmasından dolayı sen yakınlık ile uzaklığın iki emr-i izâfîden (göreceli husustan) ibâret olduğunu bildin. Kurb (yakın) ile bu'd (uzak), hakîkatte vücudları (varlıkları) olmayan iki nisbettir (sıfattır) . Maahâza (bununla beraber) uzak ve yakın dediğimiz mesâfelerde her ikisinin dahî ahkâmı (hükümleri, şartları) sâbittir (belirlenmiştir). Eğer "bu'd" (uzak) denilen şeyin hakîkatte (gerçekte) vücûdu (varlığı) olaydı, mesâfe-i baîdede (uzak mesafelerde) vâki' (olmuş) olan meşhûd (gözle görülmüş şey), basar (göz) ile mübsar (görülen şey) arasında karîb (yakın) olmamak lâzım gelirdi. Ve kezâ (böylece) her bir karîb  (yakın) olan şey zulmetin (karanlığın) hicâb (perde) olması sebebiyle görülmez. Binâenaleyh (bundan dolayı) o şey, yakın olduğu halde hicâb-ı zulmet (karanlık perdesi) sebebiyle baîd (uzak) olur. Ve kezâ (aynı şekilde) bir cisim göze pek ziyâde (çok fazla) yaklaştırılınca görülmez. Şu halde onun şiddet-i kurbu (çok yakın oluşu) ayn-ı bu'd (uzağın ta kendisi) olur. İşte bu îzâhâttan (açıklamalardan) anlaşılır ki, kurb (yakın) ile bu'dun (uzağın) hakîkatte vücûd-ı müstakilleri (kendilerine ait bir varlığı) olmayıp, iki emr-i izâfiden (göreceli hususlardan) ibârettir ve baîd (uzak) ve karîbde (yakında) ahkâmı (hükümleri, şartları) sâbit olan (belirlenmiş) iki nisbettir (sıfattır). Karîb, (yakın) baîd (uzak) ve baîd (uzak) dahi karîb (yakın) olduğu için, Eyyûb (a.s.) "Bu'd  (uzak) beni mess etti" (bana dokundu) buyurdu. Zîrâ (çünkü) mess, (temas) ya'nî sıvama ve dokunma fiili, bir şey bir şeye yaklaşmayınca vâki' olmaz. (oluşmaz) Binâenaleyh (bundan dolayı) bu'd, (uzak) mess (dokunma) fiili ile, cenâb-ı Eyyûb'a karîb (yakın) olmuştur.

Ma'lûm olsun ki tahkîkan Allah Teâlâ'nın Eyyûb'deki sırrı ki, Hak onu bize ibret ve kitâb-ı mastûr-ı hâlî kıldı; onda olan şeyi bilmek için, bu ümmet-i Muhammediyye onu kırâat eder. Böyle olunca onun sâhibine lâhık olur; onun için teşrifdir (13).

Ya'nî Allah Teâlâ hazretlerinin Eyyûb (a.s.)a vaz' ettiği (vücuda getirdiği, yarattığı) sırr-ı ibtilâ (belalara uğramasının sırrı), bizlere ibret olması ve hurûf (harfler) ve zurûf (zarflar) ile yazılmış bir kitâb değil, hâlen yazılmış bir kitâb olarak zuhûr etmesi (açığa çıkması, görünmesi) içindir. Çünkü Hak Teâlâ Eyyûb (a.s.)’ı ibtidâ (ilk başta) belâya giriftâr etti (uğrattı) ve sonra da onun bu belâya sabır etmesine karşı necât verdi (selamete çıkardı, kurtardı). Binâenaleyh (bundan dolayı) Eyyûb (a.s.)’ın vücûd-ı saâdeti (saadetli vücutları) bir kitâb oldu ki, onun yazıları, ibtilâsının (imtihanının, tecrübesinin) ahvâli (halleri) ve sabır ve tahammülünün ahkâmıdır (hükümleridir).  Bunlar ise ahvâlden (hallerden, oluşlardan) ibârettir. Şu halde hazretin vücûdu bir kitâb-ı mastûr-ı hâlî (halinin yazılı olduğu bir kitab) olmuş olur. Ve o kitâbın münderecâtına (içindekilerini) muttali' olmak (öğrenmek) için, bu ümmet-i Muhamrnediyye, (Hz. Muhammed’in ümmeti) onu hâlen okurlar. Ya'nî cenâb-ı Eyyûb gibi belâlara dûçâr olup (uğrayıp) sabr ederler ve bu sabırları mukâbelesinde (karşılığında) necât bulurlar (kurtuluşa ererler) ve netîcede dahi sabır ve rızâda ve mükâfatta Eyyûb (a.s.)’ın makâmına lâhık olurlar (ulaşırlar). İşte mahzâ (sadece) ümmet-i Muhammediyyeye (Muhammed’in ümmetine) ibret (ders) olmak için Hak Teâlâ hazretlerinin bir nebiyy-i zî-şânını (mübarek ulu bir Peygamberini) belâya giriftâr kılması (uğratması) şüphesiz ümmet-i Muhammediyyeyi (Muhammed’in ümmetini) teşrîf (şereflendirmektir) ve tekrîmdir (ululamaktır).

Mesnevî:

Tercüme: "O beyânda (bildiride, anlatımda) sâdık (gerçekçi) olan Hakk'ın resûlü, bize bu yüzden "ümmet-i merhûme" (Allah’ın rahmetiyle müjdelenmiş ümmet) buyurdu (dedi) ." Ya'nî bu ümmet-i merhûme (rahmetle müjdelenmiş ümmet) ta'bîri, (tanımlaması) kendilerinden evvel gelen enbiyâ (a.s.) (Nebiler, Peygamberler)  ile, onların ümmetlerinin ahvâli (halleri) onlara ibret (ders) olduğu için isti'mâl buyrulmuştur (kullanılmıştır).

İmdi Allah Teâlâ, onun üzerine, ya'nî kendisinden ref’-i durr hakkında vâki' olan duâsıyla berâber, Eyyûb üzerine sabr ile isnâ eyledi. Böyle olunca biz bildik ki, muhakkak bir abd, kendisinden durrun keşfi hakkında, Allah Teâlâ'ya duâ ettikde, sabrı hakkında kadh vermez. Ve mulıakkak "o, sâbirdir" ve muhakkak “o, ni'me'l-abddir”. Nitekim "o evvâbdır" ya'nî esbâba değil, Allah'a reccâ’dır, dedi. Ve halbuki bunun indinde sebeb ile Hak işler, zîrâ abd ona müsteniddir. Çünkü, umûrdan bir emri müzîl olan esbâb çoktur ve müsebbib ise vâhidü'l ayndır. Binâenaleyh abdin, bu elemi sebeb ile müzîl olan vâhidü'l-âyna rücfû'u, çok kere ilm-i ilâhîde sâbit olan şeye muvâfık olmayan sebeb-i hâssa rücû'undan evlâdır. İmdi "Tahkîkan Allah Teâlâ benim için isticâbet etmedi" der. Halbuki o duâ etmedi, ancak ne zamânın ve ne de vaktin iktizâ etmediği sebeb-i hâssa meyt etti (14).

Ya'nî Eyyûb (a.s). ................................ (Enbiyâ, 21/83) deyip, bedenindeki illetin (nedenin) ve hastalığın zevâlini (sona ermesini) istediği halde, Hak Teâlâ hazretleri onu sabr ile medh etti (övdü). İşte biz bundan bildik ki, bir kul başına gelen belânın ref’i (kalkması) için Allâh'a duâ etse, o sabırsızlık sayılmaz; o yine sâbırdır; ve Hak Teâlâ'nın Eyyûb (a.s.) hakkında buyurduğu ....................... (Sâd, 38/44) ya'nî "Ne güzel kuldur!" medhi (övgüsü) tahtına (altına) dâhil olur; ve cenâb-ı Eyyûb gibi o da memdûh (övülen, övülmüş) kullar zümresine (topluluğuna) girer. Ve nitekim Hak Teâlâ Eyyûb (a.s.) hakkında .................... (Sâd, 38/44) buyurdu, ya'nî "Kulum Eyyûb esbâba (sebeplere) değil, mübâlağa ile (aşırı derecede) Allâh'a rücû' edicidir" (geri dönücüdür) dedi..

Suâl: Bâlâda (yukarıda) denilmiş idi ki: "Hak Teâlâ'nın vücûdu (varlığı),  âlemin (evrenin) zuhûru (meydana çıkması)  ile zâhir oldu (göründü). Biz Hakk'ın sûret-i zâhiresiyiz (dış suretiyiz, dış görünüşüyüz) ve Hakk'ın hüviyyeti (hakikati) bu sûret-i zâhirenin (görünen suretin) rûhudur (içidir) ki, onun müdebbiridir (tedbir edenidir, düşünenidir, idare edenidir). Binâenaleyh (bundan dolayı), tedbîr (tasarruf etme, yönetme) ancak O'ndan olduğu gibi, ancak O'nda vâki' (olmuş) oldu. O ma'nâ ile Evvel'dir (öncedir),  sûret ile Âhir'dir (sondur) ve ahkâm (hükümler, şartlar) ve ahvâlin (hallerin) tağayyürü (değişmesi) ile Zâhir'dir (görünendir) ve tedbîr (tasarruf eden, yöneten olmak) ile Bâtın'dır (gizlidir)." Halbuki esbâb (sebepler) dahî suver-i âlemden âlemin suretlerinden) birer sûrettir ve onlar dahi Hakk'ın sûret-i zâhiresidir (dış suretidir, görünen suretidir) ve Hakk'ın hüviyyeti (Zatı, hakikati) bu esbâb-ı sûriyyenin (suret olan sebeplerin) rûhudur ki, onların müdebbiridir (tedbir edenidir). Binâenaleyh (bundan dolayı) es­bâbdan (sebeplerden) rücû' etmek (geri dönmek), Hak'tan rücû' etmek (geri dönmek) değil midir?

Cevap: Cenâb-ı Şeyh. (r.a.) bu suâle (soruya) cevâben buyururlar (derler) ki: Abd (kul), sebeb ile Hakk'a rücû' etmiş (geri dönmüş) olsa dahî, o sebeb perdesi arkasından fâil olan (işi yapan) Hak'tır. Ve bütün suver-i âlem (evren suretleri) nasıl ki Hakk'a müstenid (dayanır) ise, suver-i âlemden (evren suretlerinden) bir sûret olan abd (kul) dahî öylece Hakk'a müsteniddir. (dayanır) Kendisi gibi âlemin (evrenin) bir sûreti olan sebebe müstenid (dayalı) değildir. Ve suver-i âlem (evren suretleri) kesîr (çok) olduğu gibi, umûrdan (emirlerden) herhangi bir emrin (işin, hususun) izâlesinde (giderilmesinde) müessir (etken olan) suver-i esbâb (sebep şekilleri) dahi pek çoktur ve müsebbib (sebep olan) ise ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir). Eğer abd (kul),  başına gelen bir belâyı esbâbdan (sebeplerden) bir sebebe teşebbüs (davranmak, girişmek) ile def’ etmeğe (savmaya, gidermeye) kıyam ederse (kalkarsa),  câiz (olabilir) ki, o sebebin o belâyı def’ etmesi (ortadan kaldırması), veyâhut teşebbüs    olunan (davranılan) vakitte te'sîr (etki) edebilmesi, ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sâbit olmamış bulunur ve bu halde de o sebeb, o belânın def'ine (savulmasına, ortadan kaldırılmasına) asla (hiçbir zaman) kârger-i te'sîr (tesir edici, etkileyici) olamaz. O belânın ne zaman ve vakitte hangi sebeb ile mündefi' olacağını, (atlatılacağını, def edileceğini) ancak vâhidü'l-ayn (tek hakikat) olan müsebbibü'l-esbâb (sebeplerin yaratıcısı Hakk) bilir. Binâenaleyh (bundan dolayı) abd (kul) ilm-i İlâhi’de (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olmayan şeye muvâfık (uygun) olmayan bir sebeb-i hâssa (özel sebebe) rü'cû'  edeceği (geri döneceği) yerde, bu belâyı herhangi bir sebeb ile izâle edici (giderici) olan müsebbib-i vâhidü'l-ayna (sebebin tek hakikatine, “Hakk”a) rücû' ederse (dönerse), elbet daha a'lâ (yüce) olur. Halbuki abd (kul) ekseriyâ böyle yapmayıp, ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan şeye muvâfık (uygun) bulunmayan sebeb-i hâssa (özel sebebe, birime) rücû' eder (döner) ve onun bu sebebe teşebbüsle berâber, Hakk'a duâ etmesi müessir (tesirli) olmadığını görüp "Hak Teâlâ benim duâmı kabul etmedi" der. Halbuki o, hakîkatte (gerçekte) duâ etmedi. Belki İlm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) sübût bulan (meydana çıkan, sabitleşen) ayn-ı sâbitesinin, (ilmi suretinin) lisân-ı isd'dâd (isdidanın dili) ile Hak'tan taleb etmiş (istemiş) olduğu şeye muhâlif (uygun olmayan, zıt) bir şeyi istedi. Yâ'nî içi başka, dışı başka talebde (istekte) bulundu. Veyâhut istediği şey isti'dâdına muvâfıktır (uygundur); fakat henüz zamân-ı zuhûru (açığa çıkma zamanı) ve vakt-i bürûzu (belirme, ortaya çıkma vakti) gelmemiştir ki, bu âlem-i vücûdda (dünyada) zâhir olabilsin (açığa çıkabilsin, görülebilsin).  Bu halde abd (kul) ancak ne zamânın ve ne de vaktin iktizâ etmediği (gerektirmediği) sebeb-i hâssa (özel sebebe) meyl etmiş (yönelmiş, eğilmiş)  bulunur ve sonra da “duâ ettim de Hak kabul etmedi” der. Duâ bahsi (konusu) Fass-ı Şisî'de (Şisi bölümünde) ve kazâ ve kader hakkındaki tafsîlât (geniş açıklama) dahî Fass-ı Üzeyrî'de (üzeyr bölümünde) beyân olunmuştur (anlatılmıştır). Oraya mürâcaat buyrulsun.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-26.04.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail