216. Bölüm

[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE" BEYÂNINDADIR]

İmdi Eyyûb Allâh'ın hikmeti ile amel etti, zîrâ Nebî idi. Çünkü bilindi ki, tahkîkan sabır, tâife indinde, şekvâdan nefsi habs etmektir. Halbuki bu, bizim indimizde sabır için hadd değildir. ve ancak onun haddi, Allâh'a değil Allâh'ın gayrına şekvâdan nefsi habs etmektir. İmdi tahkîkan şâkînin şekvâ etmesiyle kazâya rızâda kadlı vermesinde, nazarları tâifeyi mahcûb etti. Halbuki böyle değildir. Zîrâ kazâya rızâda Allah Teâlâ'ya ve O'nun gayrına şekvâ kadh vermez ve ancak makzîye rızâda kadh verir ve halbuki biz makzîye rızâ ile hitâb olunmadık. ve durr ise makzîdir; o, kazânın aynı değildir (15).

Ya'nî Eyyûb (a. s. ) bir nebiyy-yi zî-şan (ulu bir Peygamber) olduğu için, hakîkât-ı emri (hakikat hususlarını, işlerini) bilip, hikmet-i İlâhiyye (İlahi hikmetin) muktezâsı (gerektirdikleri) üzere, belâ vaktinde sabr etti ve vakt-i merhûnu (muayyen, belirlenmiş zamanı) gelince de, illetin (hastalığın) def’i (savulması, ortadan kalkması) için duâ eyledi. ve durrun (hastalığın, derdin) keşfi hakkında Hakk'a duânın sabra kadh (zarar) verir denilmesi, ulemâ-yı zâhir (zahir âlimler) ve makâm-ı tahkîka (tahkik makamına) vâsıl olmayan (ulaşmamış) ehl-i sülûk (Hakk yolcusu) denilen tâife (birtakım kişiler) indinde (görüşünde), sabrın şekvâdan (şikayetten) nefsi habs etmek (alıkoymak, tutmak) olduğu bilindiği içindir: Halbuki bizim indimize (görüşümüze), ya'nî muhakkıkîn indinde (tahkik ehlinin düşüncesinde), sabrın ta'rîfi (izahı, tanıtımı) böyle değildir. Bizim indimizde (düşüncemizde) sabrın ta'rifi (tarifi) "Allâh'a değil, Allah'ın gayrına (Allah’tan başkasına) şekvâdan (şikayetten) nefsi habs etmektir (zaptetmektir, tutmaktır). " Ya'nî bir abd (kul) bir belâya giriftâr oldukda (uğradığında), onun eleminden (acısından, sıkıntısından) Hakk'a şikayet ederse sabrına zarar vermez. Ancak Hakk'ın gayrına (Hakk’tan başkasına) şikâyet etmeyip, nefsini zabt etmelidir (tutmalıdır). Eğer o kimse  dûçâr olduğu (uğradığı) belâdan kendi gibi bir abd-i âcize (aciz kula) şikâyet ederse, ona sâbir (sabırlı) denilmez. Allâh'a şikâyet sabra zarar verir diyen tâifeyi (bazı kişileri) hicâba düşüren (perdeleyen) şey budur ki, onların nazarında (görüşünde) şâkî (mutsuz) şikâyet etmekle kazâ-yı ilâhîye (Allah’ın kazasına) râzı olmamış olur. Ya'nî onlar şikâyet eden kimseye, şikâyet ettiği vakit, kazâ-yı İlâhîye (Allah’ın kazasına) râzı olmamış nazarıyla (düşüncesiyle) bakarlar ve onların bu nazarları (düşünceleri) kendilerini hakîkat-ı emirden (hakikat hususlarından, işlerinden) hicâba düşürür (perdeler). Halbuki emrin (işlerin) hakîkatı böyle değildir. Zîrâ (çünkü) gerek Allâh'a ve gerek Hakk'ın gayrına (Hakk’tan başkasına) olan şikâyet, şâkînin (mutsuzun) kazâya râzı olmasına kadh (zarar) vermez. Belki şikâyet eden kimse, bu şikâyeti ile kazâya değil, makzî olan (kaza olunan, hükmolunmuş) şeye râzı olmamış bulunur. Halbuki bize makzî olan (kaza olunan) şeye râzı olun diye hitâb olunmadı (söylenilmedi) ve mübtelâ olduğumuz (tutulduğumuz) durr (dert, hastalık) ise makzî olan (kaza olunan) şeydir. Bu da kazânın aynı değildir. Kazâ başka, makzî (kaza olunan şey) başkadır.

Ma'lûm olsun ki: Kazâ, Fass-ı Üzeyri'de (Üzeyr bölümünde) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, Allâh'ın eşyâda (ilmi suretlerde) hükmüdürve Allâh'ın eşyâda (ilmi suretlerde) hükmü, Allâh'ın eşyâya (ilmi suretlere) ve eşyâda (ilmi suretlerde) olan ilminin haddi (derecesi, gerçek değeri) üzerinedirve Allâh'ın eşyâda (ilmi suretlerde) ilmi dahî ma'lûmât (bilinen şeyler, bilgiler) nefislerinde  ne hal (hangi oluş) üzere sâbit (mevcut) idiyseler, o ma'lûmâtın (bilgilerin) Hakk'a i'tâ ettikleri (verdikleri) şeyin haddi (hükmün ölçüsü, değeri) üzerinedir. ve Hz. Şeyh (r.a.) Füttihât-ı Mekkiyye'lerinde buyururlar ki: "Kazâ makzînin (kaza olunan şeyden) gayrıdır; (başkadır) ve kazâ a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) isti'dâdına râci' (dönük) olan kadere muvâfık (uygun) îcâd (yaratma)ve ahkâmdan (hükümlerden, şartlardan) ibârettir. Binâenaleyh (bundan dolayı)  kazâ, sıfât-ı fiiliyye-i Hak'tandır (Hak’ın sıfatlarından meydana gelen fiillerdir)ve ona rızâ farzdır (zorunludur) ve niçin şöyle böyle kazâ etti diye Hak'tan şikâyet etmek haramdır.Velâkin makzîye (kaza olunan şeye) râzı olmak mutlaka farz (zaruri) değildir; belki küfür ve sâir (diğer) maâsî (günahlar) gibi, âsâr-ı kazânın (kazanın eserleri) kendisinden sudûrundan (çıkmasından) dolayı, mükellefin râzı olmayıp şikâyet etmesi zarûrî (zorunlu) ve vâcibdir (gereklidir).

Mesnevî:

Tercüme: "Kazâ olması cihetinden (yönünden) küfre râzıyım; bu rızâ, bizim nizâ'ımız (kavgamız) ve hubsümüz (kötülüğümüz) olması cihetinden (yönünden) değildir."

Bu izâhâttan (açıklamalardan) anlaşıldığı üzere, bir belâya giriftâr olan (uğrayan) kimse "Yâ Rabb, bu belâyı def' et!" (uzaklaştır, ortadan kaldır) diye duâ edebilirve bu duâ Allah'a şikâyettir. Onun bu şikâyeti sabrına mâni' (engel) olmadığı gibi, Hakk'ın kazâsına râzı olmaması da demek değildir. Müştekî (şikayetçi) ancak makzî (kaza olunmuş) olan belâya râzı olmamış olurve biz makzîye (kaza olunan şeye) râzı olmakla emr olunmadığımızdan, bu adem-i rızâ (rızasızlık) makdûh (ayıp) olmaz.

Misâl: Tabîb (doktor) bir hastaya fenâ kokulu bir ilâç içirmek istese, hasta tabîbin (doktorun) bu hükmü ile müteezzî  olur (eziyet çeker). Fakat onun bu hükmü muktezâ-yı hikmet (hikmetin bir gereği) olup, kendisindeki hastalığı izâle edeceğini (gidereceğini) bilir. Hasta bunu bilmekle berâber: "Aman tabib (doktor) efendi, bu ilâç pek fenâ kokuyor, benim ona tahammülüm yoktur. Ricâ ederim izâle-i marazda (hastalığı gidermede) bu ilâç makâmına (derecesinde) kâim olabilecek (yerine geçebilecek) daha sehlü'l-isti'mâl (kullanılması kolay) bir ilâç ver!" diye şikâyet etse, bu şikâyet tabîbin (doktorun) hükmünden ve kazâsından değildir. Belki hasta makzî (kaza olunmuş, takdir edilmiş) olan ilâca râzı olmamış olur.

ve Eyyûb (a.s.) bildi ki, durrun ref’i hakkında tahkîkan Allah Teâlâ'ya şekvâdan nefsin habsinde  kahr-ı İlâhîye mukâvemet vardırve o da şahsı ile olan cehildir ki, Allah Teâlâ onu, nefsi onda müteellim olur bir şeye mübtelâ ettikde, bu emr-i müellimin izâlesinde Allah Teâlâ'ya duâ etmez; belki ona lâyık olan, nıuhakkık indinde tazarru' etmek ve kendinden bunun izâlesinde Allah'dan suâl eylemektir. Zîrâ sâhib-i keşf olan ârif  indinde bu, Cenâb-ı İlâhî'den izâledir. Çünkü Allah Teâlâ, mu­hakkak nefsini ezâ olunmakla vasf etti. Binâenaleyh ...................... (Ahzâb, 35/57) dedi. ve bundan daha büyük hangi ezâ vardır ki, Allah Teâlâ seni, ondan veyâhut bilmediğin bir makâm-ı İlâhîden gafletin indinde, bir belâya mübtelâ eder, tâ ki sen O'na rücû' edesin. Binâenaleyh, O da senden onu ref’ eyliye de, senin hakîkatin olan iftikârın sahîh ola. Netîcede de, senden onun ref’i hakkında, O'na suâlin sebebiyle, Hak'tan ezâ mürtefi' ola. Zîrâ sen O'nun sûret-i zâhiresisin. Halbuki sen bu belânın izâlesinde O'na mürâci' değilsin* (16).

Ya'nî Eyyûb (a.s.) kendisine ârız olan (gelen) marazın (hastalığın) ref’i (kaldırılması) hakkında Allah Teâlâ hazretlerine şikâyetten nefsini habs etme  husûsunda, Allâh'ın kahrına karşı koymak ve mukâvemet etmek (direnmek, dayanmak) olduğunu bildiğinden, izâle-i marazı (hastalığın giderilmesi) hakkında Hakk'a duâ ettive kahr-ı İlâhîye (Hakk’ın kahrına) mukâvemet (dayanmak, direnmek) ise, kişinin cehlinden (cahilliğinden, bilgisizliğinden) neş'et eder (meydana gelir) ve cehil (cahillik) ile muttasıf (vasıflanmış) olan bir kişiyi, Allah Teâlâ bir belâya mübtelâ edip (uğratıp) o kimsenin nefsi o belâdan müteellim olsa (üzülse, acı çekse), kendisine elem (acı) veren bu belânın izâlesini (giderilmesini) Hak'tan taleb etmez (istemez). Çünkü ibtilâdan (musibete, belaya tutulmaktan) garaz (gaye) nedir ve kendisinden belânın ref’ine (kalkmasına) say' etmek (gayret etmek), kimin hakkında sa'y etmektir (çalışmaktır) bunu bilmez. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu, reviş-i münâsib (tarz uygun) değildir. Belki muhakkık (tahkik ehli) olan kimse indinde (katında) o kimseye lâyık olan (yakışan) şey, yalvarmak ve kendisinden bu belânın izâlesini (giderilmesini) Hak'tan taleb etmektir (istemektir).  Zîrâ (çünkü) keşf sâhibi olan ârif-i billah (Allah’ı Allah ile bilen) indinde (katında), abdin (kulun) o belâyı kendi nefsinden izâlesi (gidermesi), Cenâb-ı İlâhî'den (Hakk’tan) izâle etmek (gidermek) olur. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de: .............................. (Ahzâb, 33/57) âyet-i kerîmesinde "Allâh'a ve Resûlüne ezâ (eziyet) eden kimseler" diyerek, nefs-i İlâhîsini (İlahi nefsini) "ezâ  (eziyet) olunmakla" vasf etti (vasıflandırdı) ve Hakk'ın "ezâ (eziyet) olunmak" gibi sıfât-ı mahlûkât (yaratılmışlık sıfatı) ile ittisâfı (vasıflanması),  sıfât ve esmâsı i'tibâriyledir (bakımındandır). Zâtı i'tibâriyle (bakımından) bu gibi sıfât-ı halkıyyeden (yaratılmışlık sıfatlarından) münezzehdir (temizdir, beridir) ve hattâ Zât-ı ahadiyyesi (Zat’ının ahad oluşu) i'tibâriyle (bakımından) kendi sıfâtından bile tenzîh olunur (münezzehdir). Zîrâ (çünkü) mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde) bi'lcümle (bütün) sıfât ve esmâ mahv (ortadan kalkmış, yok olmuştur) ve müstehlektir (tükenmiştir, bitmiştir) velâkin (fakat) mertebe-i sıfât (sıfat mertebesi) ve esmâda böyle değildir ve suver-i âlemden (evren suretlerinden) herbir sûret, Hakk'ın bir ism-i müteayyenidir; (görünen, beliren bir ismidir) ya'nî o sûretle taayyün etmiş (meydana çıkmış) bir isimdir ve sen o sûretlerden bir sûretsin ve senin hüviyyetin (zatın, hakikatin) ve bâtının (ruhun) o isimdir ve sen o ismin zâhirisin (dıştan görünenisin) Binâenaleyh (bundan dolayı) senin sûretinden müteezzî (eziyet çeken, incilen) ve müteellim olan (sızı, acı duyan) Hak'tır ve sen nefsinden belânın izâlesine (giderilmesine) sa'y ettiğin (çalıştığın, gayret ettiğin) vakit, o belâyı Hak'tan izâle etmeğe (gidermeye) sa'y etmiş (çalışmış) olursun.

İmdi sen, Hak'tan veyâhut bilmediğin bir makâm-ı İlâhîden (İlahi mertebeden) gaflet ettiğin (dalgın olduğun) vakit, ona rû'cû' etmen (geri dönmen) için Allah Teâlâ seni bir belâya mübtelâ ede (düşüre) ve senin rücû'un (geri dönüşün) sebebiyle o belâyı senden ref’ eyliye de (kaldıra da), hakîkatin olan iftikârın (fakirliğin) ve acz (acizliğin) ve ubûdiyyetin (kulluğun) sahîh (kusursuz, doğru) ola ve netîcede de, o belânın ref’i (kaldırılması) hakkında vaki' olan (oluşan) talebin (isteğin) üzerine, bâlâda (yukarıda) zikr (anlatıldığı) ve îzâh olunduğu (açıklandığı) vech (yönü) ile, sen onun sûret-i zâhiresi (dışta görünen sureti) olduğun için, Hak'tan ezâ (eziyet) mürtefi' (kalkmış) ola ve hal böyle iken sen bu belânın izâlesinde (giderilmesinde) Hak Teâlâ'ya rücû' etmeyip (geri dönmeyip) ben belâya sabredeceğim, diye kahr-ı İlâhîye (Hakk’ın kahrına) mukavemette bulunasın (direnesin, dayanasın) Hakk'a bundan daha büyük hangi ezâ (eziyet) vardır? Binâenaleyh (bundan dolayı) sen, sana ârız olan (gelen) belânın ref’i (kaldırılması) için Hakk'a mürâcaat etmediğin (başvurmadığın, yardım istemediğin) vakit, senin taayyününden (vücudundan) ve mazharından (görüntü yerinden, bedeninden) o belâ ile müteellim olan (acı çeken) Hakk'a ezâ (eziyet) etmiş olursun. Bu ise ezâ-yı a'zamdır (eziyetin en büyüğüdür).  Böyle olunca ehl-i belâ (belaya uğramış kimse) Hakk'a tazarru' (kendini alçaltarak yalvarıp) ve niyâz etmeli (dua ve istekte bulunmalı) ve kendi sûretinde (bedeninde) müteayyin olan (beliren açığa çıkan) Hakk'a ezâdan (eziyet vermekten) tevakkî edip (sakınıp) ........................ (Ahzâb, 33/57) âyet-i kerîmesi mefhûmu (manası) tahtına (altına) dâhil olmamalıdır.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-02.05.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail