[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE
MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE" BEYÂNINDADIR]
İmdi Eyyûb Allâh'ın hikmeti ile
amel etti, zîrâ Nebî idi. Çünkü bilindi ki, tahkîkan sabır,
tâife indinde, şekvâdan nefsi habs etmektir. Halbuki bu, bizim
indimizde sabır için hadd değildir. ve ancak onun haddi, Allâh'a
değil Allâh'ın gayrına şekvâdan nefsi habs etmektir. İmdi
tahkîkan şâkînin şekvâ etmesiyle kazâya rızâda kadlı vermesinde,
nazarları tâifeyi mahcûb etti. Halbuki böyle değildir. Zîrâ
kazâya rızâda Allah Teâlâ'ya ve O'nun gayrına şekvâ kadh vermez
ve ancak makzîye rızâda kadh verir ve halbuki biz makzîye rızâ
ile hitâb olunmadık. ve durr ise makzîdir; o, kazânın aynı
değildir (15).
Ya'nî Eyyûb (a. s. ) bir nebiyy-yi
zî-şan (ulu bir Peygamber)
olduğu için, hakîkât-ı emri
(hakikat hususlarını, işlerini) bilip, hikmet-i
İlâhiyye (İlahi hikmetin)
muktezâsı (gerektirdikleri)
üzere, belâ vaktinde sabr etti
ve vakt-i merhûnu
(muayyen, belirlenmiş zamanı) gelince de, illetin
(hastalığın) def’i
(savulması, ortadan kalkması)
için duâ eyledi. ve durrun
(hastalığın, derdin) keşfi hakkında Hakk'a duânın
sabra kadh (zarar) verir
denilmesi, ulemâ-yı zâhir (zahir
âlimler) ve makâm-ı tahkîka
(tahkik makamına) vâsıl
olmayan (ulaşmamış) ehl-i
sülûk (Hakk yolcusu)
denilen tâife (birtakım kişiler)
indinde (görüşünde),
sabrın şekvâdan
(şikayetten) nefsi habs etmek
(alıkoymak, tutmak) olduğu
bilindiği içindir: Halbuki bizim indimize
(görüşümüze),
ya'nî muhakkıkîn indinde
(tahkik ehlinin düşüncesinde),
sabrın ta'rîfi (izahı,
tanıtımı) böyle değildir. Bizim indimizde
(düşüncemizde) sabrın ta'rifi
(tarifi) "Allâh'a değil,
Allah'ın gayrına (Allah’tan
başkasına) şekvâdan
(şikayetten) nefsi habs etmektir
(zaptetmektir, tutmaktır).
" Ya'nî bir abd (kul)
bir belâya giriftâr oldukda
(uğradığında),
onun eleminden (acısından,
sıkıntısından) Hakk'a şikayet ederse sabrına zarar
vermez. Ancak Hakk'ın gayrına
(Hakk’tan başkasına) şikâyet etmeyip, nefsini zabt
etmelidir (tutmalıdır).
Eğer o kimse dûçâr olduğu
(uğradığı) belâdan kendi gibi
bir abd-i âcize (aciz kula)
şikâyet ederse, ona sâbir
(sabırlı) denilmez. Allâh'a şikâyet sabra zarar verir
diyen tâifeyi (bazı kişileri)
hicâba düşüren (perdeleyen)
şey budur ki, onların nazarında
(görüşünde) şâkî
(mutsuz) şikâyet etmekle
kazâ-yı ilâhîye (Allah’ın kazasına)
râzı olmamış olur. Ya'nî onlar şikâyet eden kimseye,
şikâyet ettiği vakit, kazâ-yı İlâhîye
(Allah’ın kazasına) râzı
olmamış nazarıyla (düşüncesiyle) bakarlar ve onların bu nazarları
(düşünceleri) kendilerini
hakîkat-ı emirden (hakikat hususlarından, işlerinden) hicâba
düşürür (perdeler).
Halbuki emrin (işlerin)
hakîkatı böyle değildir. Zîrâ
(çünkü) gerek Allâh'a ve
gerek Hakk'ın gayrına (Hakk’tan
başkasına) olan şikâyet, şâkînin
(mutsuzun) kazâya râzı
olmasına kadh (zarar)
vermez. Belki şikâyet eden kimse, bu şikâyeti ile kazâya değil,
makzî olan (kaza olunan, hükmolunmuş)
şeye râzı olmamış bulunur. Halbuki bize makzî olan
(kaza olunan) şeye râzı olun
diye hitâb olunmadı (söylenilmedi)
ve mübtelâ olduğumuz (tutulduğumuz) durr (dert, hastalık)
ise makzî olan (kaza
olunan) şeydir. Bu da kazânın aynı değildir. Kazâ
başka, makzî (kaza olunan şey)
başkadır.
Ma'lûm olsun ki: Kazâ, Fass-ı
Üzeyri'de (Üzeyr bölümünde)
îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere, Allâh'ın eşyâda
(ilmi suretlerde) hükmüdürve
Allâh'ın eşyâda (ilmi suretlerde)
hükmü, Allâh'ın eşyâya
(ilmi suretlere) ve eşyâda
(ilmi suretlerde) olan
ilminin haddi (derecesi, gerçek
değeri) üzerinedirve Allâh'ın eşyâda
(ilmi suretlerde) ilmi dahî
ma'lûmât (bilinen şeyler, bilgiler)
nefislerinde
ne hal (hangi oluş) üzere
sâbit (mevcut) idiyseler,
o ma'lûmâtın (bilgilerin)
Hakk'a i'tâ ettikleri (verdikleri)
şeyin haddi (hükmün
ölçüsü, değeri) üzerinedir. ve Hz. Şeyh (r.a.)
Füttihât-ı Mekkiyye'lerinde buyururlar ki: "Kazâ makzînin
(kaza olunan şeyden)
gayrıdır; (başkadır) ve
kazâ a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) isti'dâdına râci'
(dönük) olan kadere muvâfık
(uygun) îcâd
(yaratma)ve ahkâmdan
(hükümlerden, şartlardan)
ibârettir. Binâenaleyh (bundan
dolayı) kazâ, sıfât-ı fiiliyye-i Hak'tandır
(Hak’ın sıfatlarından meydana gelen
fiillerdir)ve ona
rızâ farzdır (zorunludur)
ve niçin şöyle böyle kazâ etti diye Hak'tan şikâyet etmek
haramdır.Velâkin makzîye (kaza olunan
şeye) râzı olmak mutlaka farz
(zaruri) değildir; belki
küfür ve sâir (diğer)
maâsî (günahlar) gibi,
âsâr-ı kazânın (kazanın eserleri)
kendisinden sudûrundan
(çıkmasından) dolayı, mükellefin râzı olmayıp şikâyet
etmesi zarûrî (zorunlu) ve
vâcibdir (gereklidir).
Mesnevî:
Tercüme: "Kazâ olması cihetinden
(yönünden) küfre râzıyım;
bu rızâ, bizim nizâ'ımız (kavgamız)
ve hubsümüz (kötülüğümüz)
olması cihetinden
(yönünden) değildir."
Bu izâhâttan
(açıklamalardan) anlaşıldığı
üzere, bir belâya giriftâr olan
(uğrayan) kimse "Yâ Rabb, bu belâyı def' et!"
(uzaklaştır, ortadan kaldır)
diye duâ edebilirve bu duâ Allah'a şikâyettir. Onun bu şikâyeti
sabrına mâni' (engel)
olmadığı gibi, Hakk'ın kazâsına râzı olmaması da demek değildir.
Müştekî (şikayetçi) ancak
makzî (kaza olunmuş) olan
belâya râzı olmamış olurve biz makzîye
(kaza olunan şeye) râzı
olmakla emr olunmadığımızdan, bu adem-i rızâ
(rızasızlık) makdûh
(ayıp) olmaz.
Misâl:
Tabîb (doktor) bir hastaya
fenâ kokulu bir ilâç içirmek istese, hasta tabîbin
(doktorun) bu hükmü ile
müteezzî olur
(eziyet çeker).
Fakat onun bu hükmü muktezâ-yı hikmet
(hikmetin bir gereği) olup,
kendisindeki hastalığı izâle edeceğini
(gidereceğini) bilir. Hasta
bunu bilmekle berâber: "Aman tabib
(doktor) efendi, bu ilâç pek fenâ kokuyor, benim ona
tahammülüm yoktur. Ricâ ederim izâle-i marazda
(hastalığı gidermede) bu ilâç
makâmına (derecesinde)
kâim olabilecek (yerine geçebilecek)
daha sehlü'l-isti'mâl
(kullanılması kolay) bir ilâç ver!" diye şikâyet
etse, bu şikâyet tabîbin (doktorun)
hükmünden ve kazâsından değildir. Belki hasta makzî
(kaza olunmuş, takdir edilmiş)
olan ilâca râzı olmamış olur.
ve Eyyûb (a.s.) bildi ki, durrun
ref’i hakkında tahkîkan Allah Teâlâ'ya şekvâdan nefsin habsinde
kahr-ı İlâhîye mukâvemet vardırve o da şahsı ile olan cehildir
ki, Allah Teâlâ onu, nefsi onda müteellim olur bir şeye mübtelâ
ettikde, bu emr-i müellimin izâlesinde Allah Teâlâ'ya duâ etmez;
belki ona lâyık olan, nıuhakkık indinde tazarru' etmek ve
kendinden bunun izâlesinde Allah'dan suâl eylemektir. Zîrâ
sâhib-i keşf olan ârif indinde bu, Cenâb-ı İlâhî'den izâledir.
Çünkü Allah Teâlâ, muhakkak nefsini ezâ olunmakla vasf etti.
Binâenaleyh ...................... (Ahzâb, 35/57) dedi. ve
bundan daha büyük hangi ezâ vardır ki, Allah Teâlâ seni, ondan
veyâhut bilmediğin bir makâm-ı İlâhîden gafletin indinde, bir
belâya mübtelâ eder, tâ ki sen O'na rücû' edesin. Binâenaleyh, O
da senden onu ref’ eyliye de, senin hakîkatin olan iftikârın
sahîh ola. Netîcede de, senden onun ref’i hakkında, O'na suâlin
sebebiyle, Hak'tan ezâ mürtefi' ola. Zîrâ sen O'nun sûret-i
zâhiresisin. Halbuki sen bu belânın izâlesinde O'na mürâci'
değilsin* (16).
Ya'nî Eyyûb (a.s.) kendisine ârız
olan (gelen) marazın
(hastalığın) ref’i
(kaldırılması) hakkında Allah
Teâlâ hazretlerine şikâyetten nefsini habs etme husûsunda,
Allâh'ın kahrına karşı koymak ve mukâvemet etmek
(direnmek, dayanmak) olduğunu
bildiğinden, izâle-i marazı
(hastalığın giderilmesi) hakkında Hakk'a duâ ettive
kahr-ı İlâhîye (Hakk’ın kahrına)
mukâvemet (dayanmak,
direnmek) ise, kişinin cehlinden
(cahilliğinden, bilgisizliğinden)
neş'et eder (meydana gelir)
ve cehil (cahillik)
ile muttasıf (vasıflanmış)
olan bir kişiyi, Allah Teâlâ bir belâya mübtelâ edip
(uğratıp) o kimsenin nefsi o
belâdan müteellim olsa (üzülse, acı
çekse),
kendisine elem (acı) veren
bu belânın izâlesini (giderilmesini)
Hak'tan taleb etmez
(istemez).
Çünkü ibtilâdan (musibete, belaya
tutulmaktan) garaz (gaye)
nedir ve kendisinden belânın ref’ine
(kalkmasına) say' etmek
(gayret etmek),
kimin hakkında sa'y etmektir
(çalışmaktır) bunu bilmez.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bu, reviş-i münâsib (tarz uygun)
değildir. Belki muhakkık
(tahkik ehli) olan kimse indinde
(katında) o kimseye lâyık
olan (yakışan) şey,
yalvarmak ve kendisinden bu belânın izâlesini
(giderilmesini) Hak'tan taleb
etmektir (istemektir).
Zîrâ
(çünkü) keşf sâhibi olan
ârif-i billah (Allah’ı Allah ile
bilen) indinde (katında),
abdin (kulun) o
belâyı kendi nefsinden izâlesi
(gidermesi),
Cenâb-ı İlâhî'den (Hakk’tan)
izâle etmek (gidermek)
olur. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de:
.............................. (Ahzâb, 33/57) âyet-i kerîmesinde
"Allâh'a ve Resûlüne ezâ (eziyet)
eden kimseler" diyerek, nefs-i İlâhîsini
(İlahi nefsini)
"ezâ (eziyet)
olunmakla" vasf etti (vasıflandırdı)
ve Hakk'ın "ezâ (eziyet) olunmak" gibi sıfât-ı mahlûkât
(yaratılmışlık sıfatı) ile
ittisâfı (vasıflanması),
sıfât ve esmâsı
i'tibâriyledir (bakımındandır).
Zâtı i'tibâriyle
(bakımından) bu gibi sıfât-ı halkıyyeden
(yaratılmışlık sıfatlarından)
münezzehdir (temizdir, beridir)
ve hattâ Zât-ı ahadiyyesi
(Zat’ının ahad oluşu) i'tibâriyle
(bakımından) kendi sıfâtından
bile tenzîh olunur (münezzehdir).
Zîrâ (çünkü)
mertebe-i ahadiyyette (Zat
mertebesinde) bi'lcümle
(bütün) sıfât ve esmâ mahv
(ortadan kalkmış, yok olmuştur)
ve müstehlektir (tükenmiştir,
bitmiştir) velâkin (fakat)
mertebe-i sıfât (sıfat
mertebesi) ve esmâda böyle değildir ve suver-i
âlemden (evren suretlerinden)
herbir sûret, Hakk'ın bir ism-i müteayyenidir;
(görünen, beliren bir ismidir)
ya'nî o sûretle taayyün etmiş
(meydana çıkmış) bir isimdir ve sen o sûretlerden bir
sûretsin ve senin hüviyyetin (zatın,
hakikatin) ve bâtının
(ruhun) o isimdir ve sen o ismin zâhirisin
(dıştan görünenisin)
Binâenaleyh (bundan dolayı)
senin sûretinden müteezzî (eziyet
çeken, incilen) ve müteellim olan
(sızı, acı duyan) Hak'tır ve
sen nefsinden belânın izâlesine
(giderilmesine) sa'y ettiğin
(çalıştığın, gayret ettiğin)
vakit, o belâyı Hak'tan izâle etmeğe
(gidermeye) sa'y etmiş
(çalışmış) olursun.
İmdi sen, Hak'tan veyâhut
bilmediğin bir makâm-ı İlâhîden
(İlahi mertebeden) gaflet ettiğin
(dalgın olduğun) vakit, ona
rû'cû' etmen (geri dönmen)
için Allah Teâlâ seni bir belâya mübtelâ ede
(düşüre) ve senin rücû'un
(geri dönüşün) sebebiyle o
belâyı senden ref’ eyliye de (kaldıra
da), hakîkatin
olan iftikârın (fakirliğin)
ve acz (acizliğin) ve
ubûdiyyetin (kulluğun)
sahîh (kusursuz, doğru)
ola ve netîcede de, o belânın ref’i
(kaldırılması) hakkında vaki' olan
(oluşan) talebin
(isteğin) üzerine, bâlâda
(yukarıda) zikr
(anlatıldığı) ve îzâh
olunduğu (açıklandığı)
vech (yönü) ile, sen onun
sûret-i zâhiresi (dışta görünen
sureti) olduğun için, Hak'tan ezâ
(eziyet) mürtefi'
(kalkmış) ola ve hal böyle
iken sen bu belânın izâlesinde
(giderilmesinde) Hak Teâlâ'ya rücû' etmeyip
(geri dönmeyip) ben belâya
sabredeceğim, diye kahr-ı İlâhîye
(Hakk’ın kahrına) mukavemette bulunasın
(direnesin, dayanasın) Hakk'a
bundan daha büyük hangi ezâ (eziyet)
vardır? Binâenaleyh
(bundan dolayı) sen, sana ârız olan
(gelen) belânın ref’i
(kaldırılması) için Hakk'a
mürâcaat etmediğin (başvurmadığın,
yardım istemediğin) vakit, senin taayyününden
(vücudundan) ve mazharından
(görüntü yerinden, bedeninden)
o belâ ile müteellim olan (acı
çeken) Hakk'a ezâ (eziyet)
etmiş olursun. Bu ise ezâ-yı a'zamdır
(eziyetin en büyüğüdür).
Böyle olunca ehl-i belâ
(belaya uğramış kimse) Hakk'a tazarru'
(kendini alçaltarak yalvarıp)
ve niyâz etmeli (dua ve istekte
bulunmalı) ve kendi sûretinde
(bedeninde) müteayyin olan
(beliren açığa çıkan) Hakk'a
ezâdan (eziyet vermekten)
tevakkî edip (sakınıp)
........................ (Ahzâb, 33/57) âyet-i kerîmesi mefhûmu
(manası) tahtına
(altına) dâhil olmamalıdır.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-02.05.2006
http://sufizmveinsan.com
|