[BU FASS KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE"
BEYÂNINDADIR]
Nitekim âriflerin ba'zısı acıktı, ağladı. Bu fende zevki
olmayan bir kimse ona muâtib olarak bunun hakkında söyledi.
Böyle olunca ârif dedi ki: "Ancak beni ağlamam için acıktırdı.
Gûyâ der ki, benden onun ref’i hakkında, O'ndan suâl etmem için,
beni durra mübtelâ eyledi. Ve bu, benim sâbir olmama kadh vermez
(17).
Ya'nî ibtilâdan (belaya tutulmuş
olmaktan) garaz (maksad)
ne olduğunu ve kendisinden belânın ref’ine
(kaldırılmasına) sa'y
(çalışmak, gayret) etmek
kimin hakkında sa'y etmek idiğini
(çalışmak, geyret etmek olduğunu) bilen âriflerden
(bilginlerden) ba'zılarının
karnı acıktı ve bu açlığın verdiği elemden
(üzüntüden, sıkıntıdan)
dolayı ağladı. Ve fass-ı münîfde
(kıymetli eserde) beyân buyrulan
(anlatılan) ma'rifette
(bilgilerde) zevk sâhibi
olmayan bir kimse o ârife itâb edip
(azarlayıp): "Niçin Hakk'ın ibtilâsına
(belasına) karşı sabr
etmiyorsun?" dedi. O ârif dahî ona cevâben: Hak Teâlâ beni
ağlamam için acıktırdı. Hak Teâlâ hazretleri gûyâ bana der ki:
"Ben seni açlık elemine (üzüntüsüne,
acısına) onun için mübtelâ ettim
(düşürdüm) ki, o elemin
(acının) ref’i
(kaldırılması) hakkında
benden suâl edesin (bana dua edesin).
Ve sen benim abdimsin
(kulumsun);
iftikâr (fakirlik, yoksulluk)
ve acz, (acizlik)
senin muktezâ-yı zâtındır (zatının
gereklerindendir).
Bana arz-ı ihtiyâc eyle
(ihtiyacını bildir) ki, ubûdiyyetin
(kulluğun) sâbit olsun
(anlaşılsın, kanıtlansın)".
Binâenaleyh (bundan
dolayı) benim O'ndan dilenmem, sâbir
(sabreden, sabırlı) olmama
kadh (zarar) vermez, dedi.
İmdi biz bildik ki, muhakkak sabır, nefsi Allâh’ın gayrısına
şekvâdan habs etmektir. Ve "gayr" ile murâdım, vücûhullahdan bir
vech-i hâstır; ve muhakkak Hak Teâlâ vücûhullahdan bir vech-i
bâssı ta'yin eyledi; ve o dahi "vech-i hüviyyet"le müsemmâdır.
Binâenaleyh o, ref’-i durr hakkında "esbâb" tesmiye olunan
vücûh-ı âhardan değil, bu vecihden duâ eder; ve halbuki o, kendi
nefsinde emrin tafsîli haysiyyetinden onun gayrı değildir. İmdi
ârifin, kendinden zararın ref’i hakkında hüviyyet-i Hak'tan suâl
etmesi, esbâbın kâffesi haysiyyet-i hâssadan onun aynı olmakdan
onu mahcûb etmez (18).
Ya'nî bir kimse başına gelen bir belâdan Allâh'a şikâyetle def’i
(kaldırılması) için duâ
ederse, onun bu şikâyeti sabrına zarar vermez. Fakat Allah'dan
gayrısına (başkasına)
şikâyet ederse, o kimseye sâbir
(sabreden, sabırlı) denmez.
Suâl: Cemî'-i mevcûdât (açığa
çıkmış varlıkların hepsi) Hakk'ın sûret-i zâhiresidir
(dışta açığa çıkmış suretleridir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) vücûdda
(varlıkta) Hakk'ın gayrı
(Hakk’tan başka) bir şey
yoktur ki, ona şikâyet olunsun. Şu halde Allâh'ın gayrısına
(Allah’tan başkasına) şikâyet
nasıl mutasavver olur (düşünülür)?
Cevap: Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu suâle
(soruya) cevâben buyururlar
ki: Ben "Allâh'ın gayrı" (Allah’tan
başka) demekle vücûh-ı İlâhiyyeden
(İlahi vecihlerden, ilahi esmadan)
bir vech-i hâssı (has
vechi, özel esmayı) murâd ederim. Ve bu ta'bîr
(deyiş) ile murâd, ister
cüz'î (kısım, parça)
ister küllî (tüm, bütün)
olsun, taayyünât ile (belirmekle,
açığa çıkmakla) müttekayyid
(kayıtlanmış) olan hüviyyet-i
müteayyinedir (beliren, açığa çıkan
hakikattir) ;
yoksa hüviyyet-i mutlaka (kayıtsız,
mutlak zat) değildir."
Ve
Hak Teâlâ hazretleri, abd (kul)
duâ etmek için vücûh-ı İlâhiyyesinden
(İlahi vecihlerinden, İlahi esmasından)
bir vech-i hâssı (has
vechi, özel esmayı) ta'yîn
(belirtti) ve tahsîs eyledi;
(mahsus kıldı, ayırdı) ve
o vech-i hâssa (özel isme)
dahi "vech-i hüviyyet" tesmiye olunur
(denir) ki, vücûh-i
İlâhiyyenin İlahi vecihlerin,İlahi
esmanın) hepsini câmi' olan
(toplayan) "hüviyyet-i
mutlaka"nın (mutlak hakikatin,
Allah’ın) vechidir;
(yüzüdür) ve o vech (yüz)
"Allah" ismidir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) abd
(kul),
zararın ref’i
(kaldırılması) hakkında Hakk'a duâ edeceği vakit "Yâ
Allah!" deyip, o vech-i hâssa
(hususi, özel yüze, özel esmaya) teveccüh eder
(yönelir);
yoksa gayrullah (Allah’tan
başka) denilen vücûh-ı hâssa-i İlâhiyyeden
(İlahi olan özel vecihlerden,esmadan)
birisine teveccüh etmez
(yönelmez);
ya'nî "esbâb" (sebepler) tesmiye olunan (denilen)
diğer vecihler (yüzler,
esma) ile suâl (talepte
bulunmaz) ve duâ etmez. Ve halbuki vücûh-ı âhar
(başka sebepler) denilen
esbâb (sebepler),
o vech-i hâssın (has, özel
vechin, ismin) hüviyyetinden
(hakikatinden) gayrı
(başka) değildir. Zîrâ
(çünkü) esbâb
(sebepler) kendi nefsinde
emr-i hüviyyetin (hakikat hususunun)
tafsîlidir (açılmışı,
detayıdır).
Ya'nî hüviyyet-i mutlakanın (mutlak
zatın, Allah’ın) vechi
(yüzü) olan "Allah" ismi, cemî'-i vücûhun
(bütün vecihlerin,isimlerin)
, ya'nî kâffe-i esmânın
(bütün isimlerin) aynıdır ve
bu vech-i hâssın (özel vechin,
esmanın) cemî'-i vücûhda
(bütün vecihlerde,esmalarda) tafsîli,
(açılmışı, teferruatı) ya'nî
"Allah" isminin bi'l-cümle esmâ
(bütün esmanın hepsi) ile tafsîli,
(açılımı, detayı) kendi
nefsinde tafsîlidir (açılmışıdır).
Ne kadar esmâ varsa hepsi Allah isminin tahtında
(altında) mündemicdir
(bulunmaktadır).
Bu ismi, Rezzâk; Raûf, Atûf, Mu'tî, Vehhâb ilh...
isimleriyle tafsîl eder (açar)
isen, Allah isminin kendi nefsinde tafsîli
(açılması, açılımı) olur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Allâh'ın gayrısına (Allah’tan
başkasına) şikâyetten nefsi habs etmek
(tutmak),
vücûh-ı İlâhiyyeden (İlahi
vecihlerden, esmadan) bir vech-i hâs
(has vecih, has esma) olan
hüviyyet-i mutlakanın (mutlak
hakikatin, Allah’ın) vechine
(tarafına) meyl etmek
(yönelmek) demek olur. Ya'nî
"Allah" ism-i câmi'ine (bütün
isimleri kendinde toplayan Allah ismine) meyl etmek
(yönelmek) olur.
İşte bu îzâhâttan (anlatılanlardan)
ma'lûm (bilinir, belli)
olur ki, ârif (bilirkişi),
kendi nefsinden zararın ref’i
(kalkması, hükümsüz bırakılması)
hakkında hüviyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın zatından) sual
(istediği, dua) ettiği vakit, vücûh-ı âhar
(başka vecihler, diğer esma)
tesmiye olunan (denilen)
esbâbın (sebeplerin)
kâffesi (bütün hepsi)
Hakk'ın aynı olduğunu bilir. Ve cemî'-i vücûhda
(bütün vecihlerde),
o vech-i hâssı, (has, asıl
yüzü) ya'nî vech-i hüviyyeti
(hakiki yüzü, Hakkı)
müşâhede eder; (görür)
ve vücûh-ı sâireyi (diğer
vecihleri) görmekle vech-i hüviyyetten
(zatın vechinden (Allahtan)
hicâba düşmez. (perdelenmez)
Zîrâ (çünkü) ârifin
(bilenin) nazarında (görüşünde,
düşüncesinde) gayriyyet
(gayrılık, ayrılık) yoktur. Fakat ârif olmayan
(Allah’tan perdeli olan)
kimsenin nazarında (düşüncesinde)
gayriyyet (gayrılık,
ayrılık) mevcûddur. Meselâ kerîm
(cömert) olan bir şahs-ı ganî
(zengin biri),
bir fakîre ihsân (iyilik)
etse, ârif o şahsı esmâ-i İlâhiyyeden
(İlahi esmadan) bir ismin
sûret-i müteayyinesi (açığa çıkmış
sureti) ve vücûh-ı İlâhiyyeden
(İlahi yüzlerden, esmadan)
bir vech (yüz, esma)
bildiği ve o isim, ism-i câmi'in
(bütün isimleri toplayanın) taht-ı hîtasında
(ihatası, kuşatması altında)
bulunduğu için, onu Hakk'ın aynı görür; ve o ihsânı
(iyiliği) Hak'tan bilir.
Velâkin (fakat) gayr-ı
ârif (cahil biri),
bu ma'rifetten
(bilgiden) mahcûb
(perdeli) olduğu cihetle (bakımından),
o şahsı (kişiyi)
Hakk'ın gayrı (Hakk’tan ayrı,
başka) ve o ihsânı
(iyiliği) o şahıstan bilir. Ve'l-hâsıl
(sözün kısası) ârif,
(bilen) tafsîl
(detaydan) ve icmâlden
(özden) hicâba düşmez
(perdelenmez).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-09.05.2006
http://sufizmveinsan.com
|