| 
                  
				[BU FASS 
				KELİME-İ EYYÛBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ GAYBİYYE" 
				BEYÂNINDADIR] 
				Ve bu bir 
				sırdır ki, esrâr üzere ümenâ olan ibâdullahdan, üdebâdan gayrı 
				kimse, onun tarîkına mülâzım olmaz; zîrâ Allah için "ümenâ" 
				vardır ki, Allah'dan gayrı onları kimse bihnez;  ve onların 
				ba'zısı, ba'zısını bilir (19). 
				Bu 
				zikrolunan (anlatılan) 
				hakâyık (hakikâtler), 
				 ya'nî bir belâya giriftâr 
				olduğu (uğradığı) vakit, o 
				belâ ve zararın  ref’i (kaldırılması)
				hakkında "vech-i hüviyyet'' 
				(asıl vech, yüz) tesmiye 
				olunan (denilen) vech-i  
				hâssa (hakiki veche, yüze) 
				ve ism-i câmi' (bütün isimleri 
				kendinde toplamış) olan "Allah" ismine teveccüh 
				ederek (yönelerek) 
				"gayrullah" (Allah’tan başka) 
				ve "esbâb" (sebepler) 
				denilen vücûh-ı hâssa-i İlahiyyeden 
				(İlahi has yüzlerden, İlahi esmadan sadece)
				birisine teveccühle 
				(yönelmekle) suâl (dua)
				ve taleb etmemek (istekte 
				bulunmamak) ve fakat, esbâbın 
				(sebeplerin) kâffesi 
				(bütün hepsi) Hakk'ın aynı 
				olduğunu bilmek ve esbâb (sebepler)
				nâmı (adı) 
				tahtında (altında) bulunan 
				bu vücûh-ı sâireyi (diğer yüzleri)
				görmekle berâber, vech-i hüviyyetten 
				(gerçek, hakiki yüzden) 
				hicâba düşmemek (perdelenmemek)
				bir sırdır ki, bu sırrın tarıkında 
				(yolunda) ancak esrâr-ı 
				İlahiyyeye (İlahi sırları) 
				muttali' olan (vakıf olan, bilen)
				ve "emîn" ve Hak'la cemî'-i ahvâl ve umûrunda 
				(bütün durumlar, hususlar ve işlerde)
				edeb üzere bulunan ibâdullah 
				(Allah kulları) müdâvim 
				(devam edenler) ve mülâzimdir
				(bundan ayrılmayanlardır).
				Ve bu esrâra (sırlara)
				ale'd-devâm (devamlı 
				olarak) riâyet (saygı, 
				hürmet) üzere bulunan onlardır. Ve Allâh'ın bu gibi 
				esrârını (sırlarını) 
				tevdî' buyurduğu (bıraktığı, emanet 
				ettiği) kullar vardır kî, onları ancak yine kendisi 
				bilir; ve onların ba'zısı, ba'zısını bilir. Ya'nî Hakk'ın  
				bildirmesiyle bu gibi "ümenâ" 
				(güvenilir, emin kişiler) yekdîğerini 
				(birbirlerini) dahî bilirler. 
				Bir gün 
				üstâd-ı ekremim Mesnevî-han Mehmed Es'ad Dede Efendi (r.a.) 
				hazretlerinin Kasımpaşa Mevlevîhânesi'nde, esîr-i firâş 
				(yatalak) oldukları bir 
				sırada, huzûr-ı lâmiu'n-nûrlarında 
				(nur saçan  huzurunda) oturuyor idim. Yanlarında ilâç 
				şişeleri dizili idi. Fikrimden bu geçti: "İlâhî, senin gâfil 
				kulların hasta oldukları vakit, başlarının ucuna ilâç şişelerini 
				dizip onlardan istişfâ ederler 
				(derman ararlar). 
				Sûret-i zâhirede (görünürde)
				âriflerin dahi böyle yapıyor; bunları tefrîk etmek 
				(ayırt etmek) ne kadar müşkil
				(zor) bir iştir!" Bu 
				fikrin vürûdunu (gelmesinin) 
				müteâkıb (hemen arkasından)
				Hazret (k.s.) hemen mübârek ellerine ilâç 
				şişelerinden birini alıp fakîre hitâben: "Bunlar hicâbdır 
				(örtüdür, perdedir);
				şifâ Hak'tandır" buyurdular. Onların bu hitâbları, 
				(sözleri) esbâbın 
				(sebeplerin) kâffesi 
				(hepsi) Hakk'ın aynı olduğunu 
				ve esbâbı (sebepleri) 
				görmekle vech-i hüviyyetten (gerçek 
				yüzden, Allah’tan) hicâba düşmemek 
				(perdelenmemek) lâzım 
				geldiğini ihtâr (hatırlatmak, tenbih 
				etmek) ve ârif (bilen)
				ile gâfilin (bilmeyenin)
				farkını fakîre ifhâm 
				(anlatmak) idi. 
				Ve 
				tahkîkan biz sana nasîhat ettik. İmdi sen onunla amel et ve 
				Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dan suâl eyle! (20). 
				Ya'nî biz bu 
				fass-ı münîfde (kıymetli eserde)
				sabrın ne demek olduğunu ve bir belâya giriftâr 
				olduğun (düştüğün, uğradığın) 
				vakit, o zararın ref’i (kalkması)
				hakkında ne yolda hareket etmek lâzım geldiğini 
				tafsîlen (açık olarak) 
				beyân ederek (anlatarak) 
				sana nasîhat ettik. Ey tarîk-ı edebde 
				(edep yolunda) yürümek ve 
				Allâh'ın "emîn" kullarından olmak isteyen ârif, sen bu 
				nasîhatler ile amel et (işini yap)!
				 Ve kendinden zararın 
				ref’i (kalkması) hakkında 
				vech-i hüviyyetin (gerçek yüzün) hicâbatı (örtüleri, 
				perdeleri) olan esbâba 
				(sebeplere) meyl etmeyip 
				(yönelmeyip) cemî'-i vücûh-ı İlahiyyeyi 
				(bütün İlahi vecihleri, yüzleri) 
				câmi' bulunan (kendinde toplayan) 
				Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinden suâl et 
				(iste, dua et)! 
				Ve kahr-ı 
				İlâhîye (İlahi kahra, belalara)
				mukâvemet (direnmek)
				gibi bir cehâletten  
				(bilgisizlikten) tahlîs-i girîban eyle 
				(yakanı kurtar)!
				Ve bi'n-netîce (sonuç 
				olarak) abdiyyetin 
				(kulluğun) hasebiyle acz 
				(acizliğin) ve iftikârın 
				(fakirliğin) sâbit 
				(kanıtlansın, belli) olsun. 
				Beyt:Tercüme: "Her ne kadar nakd-i ma'rifet 
				(ilim serveti), 
				 bizim deryâmız 
				(denizimiz) ise de, ubûdiyyet
				(kulluk) ve acz 
				(acizlik) ve hayret bizim 
				makâmımızdır. "
 
				Mesnevî:Tercüme: "Senin şükürden aczin,
				tam şükür olarak geldi. Bu bâbın 
				(konunun) hakîkatinde lebîb
				(akıllı) ol, iyi anla! 
				Kelâm bitti..."
 
				İntihâ: 
				Receb 335/26 Nisan 333 Leyle-i perşembe, saât-i ezân 
                
                Derleyen:Asliye Tavşanlı
 asliye@hotmail.com
 İstanbul-16.05.2006
 http://sufizmveinsan.com
  
               |