220. Bölüm

BU FASS KELİME-İ YAHYÂVİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ   CELÂLİYYE"  BEYÂNINDADIR]

Zîrâ Zekeriyyâ (a.s.) kendi akabinde zikrullâhın bakâsını ihtiyâr eyledi. Çünkü, oğul babasının sırrıdır. Böyle olunca "Bana vâris ola ve hânedân-ı Ya'kûb'a vâris ola" dedi (Meryem,19/6). Ve halbuki bunda onlar hakkında makâm-ı zikrullahdan ve ona da'vetten gayri, mevrûs yoktur (3).

Ya'nî Zekeriyyâ (a.s.) ‘ın ...................... (Meryem, 19/5) diye duâ etmesinin sebebi, kendinden sonra zikrullâhın (Allah zikrinin) bakâsını (devamlılığını) ihtiyâr etmesi (seçmesi, üstün tutması) idi. Evlâd babasının sırrı olduğu için kendisine ve hânedân-ı Ya'kûb'a (Yakub’un ailesine) vâris (mirasçı) olacak bir oğul istedi. Halbuki enbiyâ (nebiler,peygamberler) (a.s.)’ın zikrullah makâmından ve Hakk'a da'vetten başka mâl-i mevrûsleri (miras kalacak malları) yoktur. Zîrâ (çünkü) onlar vâris (mirasçı) taleb edince (isteyince) kendilerinden sonra zikrullâhın (Allah zikrinin) bakâsına (devamlılığına) hizmet edecek ve ehl-i hicâbı (perdeli kimseleri) Hakk'a da'vet eyleyecek bir veled (erkek evlat) isterler.

Ba'dehû onu, ............................ (Meryem, 19/15) kavliyle onun üzerine olan onun selâmdan, onu mukaddem kıldığı şeyle müjdeledi. İmdi sıfat-ı hayâtı getirdi ve o dahî onun ismidir. Ve selâm ile ona i'lâm etti. Ve onun kelâmı doğrudur. O kelâm maktû'un-bihdir (4).

Ya'nî ba'dehû (daha sonra) Hak Teâlâ hazretleri, Yahyâ (a.s.) hakkında ................................. (Meryem, 19/15) ya'nî "Doğduğu ve öldüğü ve diri olarak ba's olunduğu (tekrar dirildiği) günde onun üzerine selâm oldu" kavliyle (sözleriyle) vasf-ı selâmeti (selamet vasfını) beyân buyurarak (bildirerek) onu kendi akrânı (yaşıtları) arasında mukaddem (değerli, üstün) kıldığını Zekeriyyâ (a.s.)’a tebşîr (anlattı ve izah) etti. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ, Yahyâ (a.s.)’ı, kendisinin sıfat-ı zâtiyyesi (zati sıfatlarından) olan "Hayat" ile vasf eyledi. (sıfatlandırdı) Ve Yahyâ (a.s.)’ın ismi, hem ism-i alem (özel isim) ve hem de sıfatı müş'ir (bildirmiş)  olduğu  cihetle (yönüyle) "hayat" sıfatı onun ismidir. Ve Hak Teâlâ nefsiyle Yahyâ üzerine selâm ettiğini Zekeriyyâ (a.s.)’a berây-ı beşâret (müjde olarak) i'lâm eyledi (bildirdi).  Binâenaleyh (bundan dolayı) Yahyâ (a.s.)’ın doğduğu günde, ya'nî enâniyyetle (benlikle) ihticâbı (perdelenmesi) ve zuhûr-ı nefs (nefsin açığa çıkması) sebebiyle Hak'tan bu'dü (uzak kalmasını) mûcib olan (gerektiren) libâs-ı taayyüne (taayyün elbisesine) büründüğü günde ve öldüğü, ya'nî sıfât-ı nefsâniyyesi (nefsi sıfatlarının) vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın vucudunda) fânî (mahv, yok) olduğu günde ve hayy (canlı) olarak ba's olunduğu (yeniden dirildiği) ya'nî fenâ-fillâh (Allah’ta fani, yok olduğu) makâmından sonra vücûd-i hakkânî (Hakk’ın varlığı) ile bakâsının (devamlılığının) tahakkuku (gerçekleşmesi) gününde Allah Teâlâ hazretlerinin onu selâmetle vasf etmesi (vasıflandırması) Kelâm-ı Hak'la (hakk’ın sözleriyle) sâbittir. (kesindir, bellidir) Ve Kelâm-ı Hak (hakk’ın sözleri) ise nass-ı kâtı'dır. (kesin delildir) Onda kizb (yalan) ve hatâ ihtimâli yoktur.

Ve eğer Rûh'un ............................... (Meryem, 19/33) kavli, ittihâdda ekmel ise, bu, ittihâd ve i'tikâdda ekmel ve te'vilât için erfa'dır (5).

Ya'nî eğer i'tirâz sûretiyle denilecek olursa ki: "Hak Teâlâ Îsâ (a.s.)’ın dahi evvelen (önceden) ve âhiren (sonradan) selâmetini (eminliğini, kurtuluşunu) Kur'ân-ı Kerîm'de ihbâr buyurmuş (bildirilmiş) olduğu halde, bu selâmın evvelen (ilk olarak) ve âhiren (son olarak) Yahyâ (a.s.)’a mahsûs (ait) olması ve bu selâm ile onu akrânı (benzerleri) üzerine takdîm etmesi (öne geçirmesi) nasıl sahîh olur (olabilir?) ?" Cevâben (cevap olarak) denilir ki: Eğer rûhullah (Allah ruhu) olan Îsâ (a.s.)’ın "Doğduğum ve öldüğüm ve diri olarak ba's olunduğum (tekrar dirildiğim) günde selâm benim üzerime olsun" (Meryem, 19/33) kavli (sözü) ittihâdda (birleşmede, bir olmada) ekmel (mükemmel, kusursuz) ise, Yahyâ (a.s.)‘ın selâmı, ittihâd (bir olmada) ve i'tikâdda (inançta) ekmel (mükemmel) ve te'vîlât (teviller) için dahi erfa'dır. (daha yüksek, daha yücedir)

İttihâdda (birleşmede, birlikte) ekmel (mükemmel, kusursuz) oluşu budur ki: Allah Teâlâ cenâb-ı Yahyâ'nın vücûd-i izâfisinde (gölge, göreli vücudunda) olan nefsi üzerine selâm eder. Ve bu selâm, kâffe-i vücûh-i İlâhiyyeyi (bütün İlahi vecihleri,esmayı) câmi' olan (toplayan) hüviyyet-i mutlakadan (mutlak zattan, Allah’tan) vâkı' olmuş (gerçekleşmiş) bir hitâbtır (sesleniştir).  Fakat Îsâ (a.s.) ‘ın vücûd-i izâfisinde (göreli vücudunda) ve mukayyedinde (kayıtlılığında) vâkı' (olmuş) olan kendi nefsine selâmı, vücûh-i ilâhiyyeden (İlahi vecihlerden (esmadan) bir vech-i hâs (has yüz, özel esma) tarîkıyledir (yoluyladır).  Binâenaleyh (bundan dolayı) kâffe-i vücûh-i İlâhiyyeyi (bütün İlahi vecihleri,isimleri) câmi' olan (toplayan) hüviyyet-i mutlaka (mutlak Zat, Allah) vechinden (tarafından) gelen selâm, bu vücûhdan (vecihlerden (esmadan) bir vecihden (esmadan) sâdır olan (çıkan) selâmdan, ittihâdda (bir olmada, birleşmede) ekmeldir (daha mükemmeldir). Şu kadar var ki selâm, Îsâ (a.s.) ‘ın mazharından (görüntü yerinden, varlığından) ve onun vücûd-i mukayyedinden (kayıtlı, sınırlı vücudundan) nâzil olduğu (indiği) için, ahadiyyet-i şuhûdunda (görüşünün ahadiyetinde), o hazretin kemâl-i temkîn (son derece olgunluk) üzere bulunduğu anlaşılıyor. Fakat bu selâm, Yahyâ (a.s.)‘ın mazharından (görüntü yerinden,varlığından) ve onun vücûd-i müteayyininden (aşikâr olan varlığından) sâdır olmadığı (çıkmadığı) cihetle, (yönüyle) o hazretin bu şuhûdda (görüşte) kemâl-i temekkünü (olgunluk sahibi olduğu) müstedell (delille isbat edilmiş) değildir. Zîrâ (çünkü) fark mahsüstür (bellidir).

i'tikâdda (inançta) ekmel (daha mükemmel, kusursuz) ve te'vîlât (teviller,ayrı manalar vermek) için erfa' (daha yüksek) oluşu dahi budur ki: Hakk'ın Yahyâ (a.s.) üzerine olan selâmı, onun Rabb'i olduğu ve hüviyyet-i mutlakası (mutlak hakikati, zatı) bulunduğu haysiyyetle (hususuyla) vâkı' (olmuş) olduğundan hicâb-ı isneyniyyet (ikilik perdesi) ile muhtecib (perdelenmiş) olan ehl-i nefs (nefs sahipleri) ve akâid-i mukayyede (kayıtlanmış inanç) erbâbı (sahipleri) indinde (görüşünde) te'vîle (yorumlamaya) muhtaç değildir. Onlar Yahyâ (a.s.)a Rabb'i tarafından selâm vâkı' (olmuş) olduğuna bilâ-te'vîl (tevilsiz, yorumsuz) i'tikâd ederler (inanırlar). Fakat Îsâ (a.s.)’ın selâmı, te'vîle (yoruma) muhtaçtır. Çünkü cenâb-ı Îsâ, kurb-i nevâfil mertebesine (kulun Hakk’a nafilelerle olan yakınlığına (kulun sıfatlarının Hakk’ın sıfatlarında helak, yok olduğu mertebeye) göre, lisân-ı Hak'la (Hakk’ın diliyle) kendi nefsi üzerine selâm eder. Veyâhut kurb-i ferâiz mertebesine (kulun Hakk’a farzlarla olan yakınlığı, kulun zatının Hakk’ın Zatında helak olduğu mertebeye) göre, cenâb-ı Îsâ'nın mazhariyyetinde (görüntü yeri olması dolayısıyle, vücudunda) müteayyin olan (beliren, meydana çıkan) Hak Teâlâ, lisân-ı Îsâ (a.s.) (İsa’nın dili) ile kendi nefsine selâm eder. Binâenaleyh (bundan dolayı), akâid-i mukayyede erbâbı (kayıtlı inanç sahibleri), te'vîl olunmadıkça (yorumlanmadıkça) bu kelâmı tasdîk etmezler (onaylamazlar). Şu halde Îsâ (a.s.) ‘ın nefsi üzerine selâmı, Rabb'i tarafından Yahyâ (a.s.) üzerine vâkı' (olmuş) olan selâm gibi i'tikâd (inanç) husûsunda ekmel (daha mükemmel) ve te'vîlât (teviller) için erfa' (daha yüksek, ala) değildir. Velhâsıl (sözün kısası) birisine herkes i'tikâd eder; (inanır) ve te'vîlât (teviller) onda merfû'dur (kalkmıştır). Diğerine ise i'tikâd etmez (inanmaz); zîrâ (çünkü) te'vîlât (teviller) merfû' değildir (kalkmamıştır).

Zîrâ muhakkak Îsâ hakkında, kendisinde âdet münharık olan şey, ancak nutuktur. Böyle olunca Allah Teâlâ'nın onu tantîk ettiği bu zamanda, onun aklı mütemekkin ve mütekemmil oldu. Ve nutka kâdir olan kimseye, her ne hâl üzerine olursa olsun, söylediği şeyde Yahyâ gibi meşhûdün-leh hilâfına olarak, sıdk lâzım değildir. Binâenaleyh Hakk'ın Yahyâ üzerine selâmı, bu vecihden inâyet-i İlâhiyyede vâkı' olan iltibâs için, Îsâ'nın nefsi üzerine olan selâmından erfa'dır. Her ne kadar karâin-i ahvâl, cenâb-ı Îsâ'nın beşik içinde vâlidesi Meryem'in berâetine delâlet ma'razında nutk ettiği vakit, bunda Allah Teâlâ'ya kurbuna ve onun sıdkına delâlet ederse de (6).

Ya'nî Îsâ (a.s.) hakkında hâriku'l-âde (görülmedik derecede, fevkalade) olarak vâkı' (olmuş) olan şey, beşik içinde iken onun tekellüm etmesidir (konuşmasıdır). Zîrâ (çünkü) beşikteki çocuğun söz söylemesi, âdeta (adetlere, usullere) muhâliftir (terstir). Ve söz söylemek için akılda kudret ve mükemmeliyet lâzımdır. Binâenaleyh (bundan dolayı) Îsâ (a.s.) ‘ın Hak tarafından intâkı (konuşturulması) zamânında onun aklı mütemekkin (oturmuş, yerleşmiş) ve mütekemmil (olgunlaşmış) oldu. Ve nutk (konuşma, söz söyleme) ister mu'cize gibi âdete (adetlere) muhâlif (aykırı) ve ister kelâm-ı bâliğ (doğru, olgun sözler) gibi âdete (adetlere) muvâfık (uygun) olarak vâkı' (olmuş) olsun, nutka (söz söylemeye) kâdir (güçlü, kudret sahibi) olan kimseye sıdk (doğruluk) lâzım değildir. Ya'nî her söz söyleyen kimsenin sözü doğru olmak lâzım gelmez. O söz nefs-i emre (gerçeğe) muvâfık (uygun) olmayabilir. Fakat Yahyâ (a.s.) gibi meşhûdün-leh (kendisine şehadet edilen) buna muhâliftir (uygun değildir) . Çünkü onun selâmetine şehâdet eden Hak'tır. Ve Îsâ (a.s.) ise kendi nefsine selâm etti. Bunun her ikisi dahi inâyet-i İlâhiyyedir. (Hakk’ın lutfu, ihsanıdır) Fakat Hakk'ın Yahyâ (a.s.) üzerine olan selâmı, cenâb-ı Yahyâ hakkındaki inâyet-i İlâhiyyede (Hakk’ın lutfunda) vâkı' (olmuş) olan iltibâsı (karışıklılığı, tereddütü) ref' eder. (kaldırır, hükümsüz bırakır) Zîrâ (çünkü) Hak kelâmında sâdıktır (doğrudur). Ve Hak söylediği vakit doğru söyler.  Fakat Îsâ (a.s.) ‘ın kendi nefsi üzerine selâmı, onun hakkında olan inâyet-i İlâhiyyede (ilahi lutufta, ihsanda) vâkı' (olan) iltibâsı (karışıklığı, tereddütü) ref’ etmek (hükümsüz kılmak, kaldırmak) husûsunda Hâkk'ın Yahyâ (a.s.)a olan selâmı gibi değildir. Çünkü her nâtıkın (konuşanın) nutkunda (sözlerinde) sıdk (doğruluk, gerçeklik) lâzım gelmez. Her ne kadar karâin-i ahvâl (ip uçları,deliller) o nutukta (konuşmada) Îsâ (a.s.) ‘ın Allah Teâlâ'ya kurbuna (yakınlığına) ve bu nutukta (konuşmada) sıdkına (doğruluğuna) delâlet (işaret) ederse de, ref’-i iltibâsda (tereddütün kalkmasında) yine Hakk'ın cenâb-ı Yahyâ'ya olan selâmı akvâdır (daha kuvvetli, daha sağlamdır) . Ve karâin-i ahvâl (ip uçları,deliller) budur ki, Îsâ (a.s.) vâlidesi (annesi) olan Hz. Meryem'in, münkirînin (inkarcıların) ona isnâd ettiği (yakıştırdığı) töhmet-i zinâdan (zina suçlanmasından) berâetine (aklanmasına) delâlet (işaret) ma'razında (bildirildiğinde) beşik içinde tekellüm etmesidir (konuşmasıdır). Zîrâ (çünkü) hilâf-ı âdet (kural dışı, usule aykırı) bir mu'cizenin zuhûru (görünmesi) bir lüzûma müsteniddir (dayanmaktadır). O lüzûm ise, Hz. Meryem'in sübût-ı berâeti (aklanmasının gerçekleşmesi) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Îsâ vâlidesinin (annesinin) berâetine (temize çıkmasına) şehâdet için söylediği sözde sâdıktır (doğrudur).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-30.05.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail