BU FASS
KELİME-İ YAHYÂVİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMET-İ CELÂLİYYE"
BEYÂNINDADIR]
İmdi o,
iki şâhidin birisidir. Ve diğeri kurumuş hurma ağacını
tahrîkidir. İmdi, Meryem Îsâ'yı nasıl zevc ve erkek olmaksızın
ve mu'tâd olan cimâ'-ı örfî vukû' bulmaksızın doğurdu ise, fahl
ve tezkîr olmaksızın, ter ü tâze hurma sukût etti (7).
Ya'nî Îsâ
(a.s.)’ın beşik içinde tekellümü
(konuşması) iki şâhidden birisidir. Ve diğer şâhid
ise ....................................... (Meryem, 19/25)
âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu
(bildirildiği) üzere, Hz. Meryem'in kuru hurma
ağacını tahrîk etmesidir.
(kımıldatmasıdır, silkelemesidir) Ve kuru ağacın
tahrîkini (silkelemenin)
müteâkıb (hemen arkasından)
ter ü tâze (çok taze)
hurma döküldü. Halbuki zürrâ
(çiftçiler) hurma ağacının erkeğini dişisine
aşılamadıkça hurma vermez. Mutlaka mahsûl vermek için telkîh
(aşılamak) lâzımdır. İşte Hz.
Meryem bâkire olduğu ve aslâ kendisine bir erkek takarrüb ederek
(yaklaşarak) herkesin
bildigi cimâ'-ı mu'tâd (alışılmış
çiftleşme) vâkı' olmadığı
(gerçekleşmediği) halde, nasıl ki Îsâ'yı doğurdu ise,
hurma ağacı dahi bilâ-telkîh
(aşılamaksızın) ve ancak tahrîk
(kımıldatmak, silkelemek) ile
ter ü tâze (pek taze)
hurma verdi. İşte bu da ikinci şâhiddir ve Hz. Îsâ'nın sıdk-ı
kelâmı (sözlerinin doğruluğu)
hakkındaki karâindir
(ipuçlarıdır, işaretlerdir).
Eğer bir
Nebî, benim âyetim ve mu'cizem "Bu duvarın tekellümüdür" dese,
duvar nutk eylese ve nutkunda "Sen kâzibsin, Resûlullah
değilsin" dese, elbette âyet sahîh olur: Ve onunla muhakkak onun
Resûlullah olduğu sâbit bulunur idi ve duvarın söylediği şeye
iltifât olunmaz idi. İmdi, vaktâki bu ihtimâl, beşik içinde
olduğu halde, vâlidesinin ona işâreti ile olan kelâm-ı Îsâ'ya
dâhil oldu, Yahyâ'nın selâmı bu vecihden erfa' oldu (8).
Ya'nî her
söz söyleyenin sözü, doğru olmak lâzım gelmediği için, eğer bir
Peygamber, "İşte benim Nübüvvetime
(Nebiliğime, Peygamberliğime) alâmetim
(işaretim),
bu duvarın söz söylemesidir" deyip de duvar dahi
lisâna gelip söz söylese ve sözü dahi "Sen yalancısın,
Resûlullah değilsin" kelâmından
(sözlerinden) ibâret bulunsa, elbette o alâmet
(işaret) sahîh
(doğru) olur. Ve duvarın söz
söylemesiyle, onun Resûlullah olduğu sâbit
(anlaşılmış) bulunur idi ve
duvarın "Sen yalancısın, Resûlullah değilsin" sözüne iltifât
olunmaz (bakılmaz) idi.
Zîrâ (çünkü) nutka
(söz söylemeye) kudreti
(gücü) olan her nâtıkın
(konuşanın) sözü doğru olmak
îcâb etmez (gerekmez).
İşte vâlidesi (annesi)
olan Hz. Meryem'in işâreti ile, beşik içinde olduğu
halde Îsâ (a.s.)’dan sâdır olan
(çıkan) kelâma (sözlere)
dahi, ehl-i hicâba
(perdeli kişilere) göre, bu ihtimâl dâhil olduğundan,
Hakk'ın Yahyâ (a.s.)’a olan selâmı, bu vecihden
(yönden) erfa'
(daha yüksek, yüce) olur.
Çünkü Hakk'ın kelâmına (sözlerine)
ve selâmına bu ihtimâl dâhil olmaz.
İmdi onun
"Abdullah" olduğunun mevzi'-i delâleti, onun hakkında "İbnullah"
denilmesi eclindendir. Halbuki, mücerred nutk ile delâlet fâriğ
oldu. Zîrâ Nübüvvetle kâil olan tâife-i uhrâ indinde o,
Abdullahdır. Ve beşik içinde ihbâr eylediği şeyin kâffesi
müstakbelde zâhir oluncaya kadar, ziyâde olan şey, nazar-ı aklî
indinde, ihtimâl hükmünde bâkî kaldı. Böyle olunca sen, işâret
olunan şeyi tahkîk et! (9).
Ya'nî onun
"Abdullah" (Allah kulu)
olduğu hakkındaki mevzi'-i delâlet
(işaret olunduğu yer)
mu'teberdir (geçerdir).
Çünkü Îsâ (a.s.)’ın
......................... (Meryem, 19/30) kavlinden
(sözlerinden) herkesin
"Abdullah" (Allah kulu)
olmadığı ma'nâsı tavazzuh eder
(açıklık, belirlilik kazanır).
Zîrâ (çünkü)
insanların çoğu "abdü'n-nefs" (nefsin
kulu) ve binnetîce (sonuç
olarak) "abdü'd-dünyâ"
(dünyanın kulu) ve "abdü'd-dînâr"
(paranın kulu) ve "abdü'z-zevce"
(eşinin kulu) olur. Ve
kısm-ı kesîri (birçok kısmı)
dahî "abdü'l-Hâdî" (hadi isminin
kulu) ve "abdü'rRezzâk" (rezzak
isminin kulu) ve sâire
(diğerleri) gibi bir ism-i hâssın
(has, özel isminin)
abdiyyetiyle (kulluğuyla)
mümtâz (imtiyazlı, seçkin)
bulunur. Halbuki "Abdullah"
(Allah kulu) ancak kendi ve onun mülkü Hak Teâlâ
hazretlerinin mülkü olan kimsedir. Ya'nî "Abdullah"
(Allah kulu) cemî'-i esmâ-i
İlâhiyyeyi (bütün İlahi esmayı) câmi' olan
(kendinde toplayan) zât-ı saâdet-simâttır
(saadetli zatlardır):
Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimiz buyururlar:
Tercüme ve
izâh (açıklaması):
"Hak, mâdemki onun eline
kendi eli
ta'bîr buyurdu (ifadesini kullandı),
...................
(Feth,
48/10) âyet-i kerîmesinin mefhûm-i münîfine
(yüce manasına) kadar sürdü,
götürdü." Ya'nî hadîs-i kudsîde ............... buyurdu. Ve
Kur'ân-ı Kerîm'de dahi "Allâh'ın eli onların ellerinin
fevkındedir" (üstündedir)
(Feth, 48/10) dedi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bakâ-billah
(Allah’la baki olma)
mertebesinde bulunan evliyâullâhın
(Allah velilerinin) eli herkesin elinin fevkinde
(üstünde) olur, zîrâ
(çünkü) Hakk'ın yedidir
(elidir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hakk'ın
sıfatını hâiz (taşımak, sahip)
olmak her bir insanın kârı değildir. İşte Îsâ (a.s.)’ın
beşik içinde iken söylediği ........................ (Meryem,
19/30) ya'nî "Muhakkak, ben Allâh'ın kuluyum; bana kitab verdi
ve beni Peygamber kıldı" kavli
(sözleri), Îsâ
(a.s.) hakkında "Allâh'ın oğludur" diyen Nasârâ'nın
(Hıristiyanların) kelâmı
(sözleri) mukâbilinde
(karşılığında) vâkı'
(olmuş) olduğu
için, kendisinin "İbnullah"
(Allah’ın oğlu) olması
hayâlini ref’ etti (kaldırdı,
hükümsüz kıldı). Ve
vâlide-i muhteremesinin (saygıdeğer
annesinin) zinâdan tahâretini
(temizlendiğini) isbât eyledi
(kanıtladı).
Ve mücerred (sadece)
nutk (konuşmak)
ile, onun "Abdullah'' (Allah
kulu) olması üzerine delâlet
(işaret) tamâm ve sahîh
(doğru) oldu. Ve Hz. Îsâ
(a.s.), ümmetinden kendisinin Nübüvvetine
(Nebiliğine (Peygamberliğine)
kâil olan (inanmış)
ehl-i Habeş (Habeşliler)
gibi diğer bir tâife (topluluk)
nezdinde (görüşünde)
muhakkak "Abdullah"dır
(Allah kuludur),
Allâh'ın oğlu değildir. Ve nazar-ı aklî
(akli görüş) indinde
(nazarında) her nutk eden
(konuşan) kimsenin kelâmı
(sözleri),
doğru olmak lâzım gelmediği
cihetle (yönüyle),
Hz. Îsâ'nın beşik içindeki .....................
(Meryem, 19/30) kelâmından
(sözlerinden),
"Abdullah" ma'nâsı üzerine ziyâde olan nutku
(konuşması) müstakbelde
(gelecekte) Nübüvvetle
(Nebilik görevi ile) meb'ûs
(gönderilmiş) oluncaya kadar,
sıdk (doğru) ve kizbe
(yalan) ihtimâl
hükmünde bâkî (devamlı)
kaldı. Vaktâki (ne vakit
ki) Nübüvvetle (Nebilikle
(Peygamberlikle) ba's olundu
(gönderildi),
beşik içinde ne söylemiş ise, hepsinin sıdkı
(doğruluğu) zâhir olduğu
(açığa çıktığı, görüldüğü)
cihetle (yönüyle) bu hükm-i
ihtimâl (ihtimal hükmü)
dahi mündefi' (ortadan kalktı,
geçmiş) oldu.
İmdi sen bu
fass-ı münîfte (değerli eserde)
bey'an buyrulan
(anlatılan) maârifi
(bilgileri, ilmi) tahkîk et
(araştır, incele) ve iyi
anla! Ve Yahyâ (a.s.)’ın Îsâ (a.s.) üzerine tafzîl edilmiş
(açıklanmış,
anlatılmış)
olduğunu tahayyül etme
(düşünme)! Ve
Îsâ (a.s.)’ın kendi nefsine olan selâmı ile, Yahyâ (a.s.)
üzerine olan Hakk'ın selâmı arasındaki farkı ayn-i basîretle
(kalb gözünle) müşâhede et
(gör)!
Ve' akâid-i mukayyede
(kayıtlı inanç) erbâbı
(sahipleri) indinde
(nazarında) hangisinin muhtâc-ı te'vîl
(tevil etmeye (yorumlamaya) ihtiyaç)
olduğunu ve hangisinin olmadığını bil!
İntihâ: 11
Mayıs 333 ve 5 Receb 335 yevm-i cum'a sâat-i ezânî 2.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-06.06.2006
http://sufizmveinsan.com
|