225. Bölüm

HZ.MERYEM VE ÎSA'YA DAİR RİSÂLE

Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Fass-ı Îsevî'nin (isa ile alakalı bölümün) ibtidâsında (başlangıcında) şöyle buyururlar:

Tercüme: "Rûh ya mâ'-i Meryem'den (Meryem’in suyundan) veyâ Cibrîl'in (Cebrail a.s’ın) nefhinden (nefesinden),  tıynden (çamurdan) mevcûd olan (meydana gelmiş) beşer (insan) sûretinde (şeklinde) "siccîn" (cehennem) tesmiye ettiğin (dediğin) tabîatten, zât-ı mutahharada (temiz kılınmış zatta) tekevvün etti (oluştu). Bu ecilden (bundan dolayı) onda ikâmeti (kalması) uzadı; taayyün ile binden ziyâde (fazla) oldu. Allah'tan rûhtur; onun gayri (ondan başka) değildir. Bunun için emvâtı (ölüyü) ihyâ eyledi (diriltti) ve çamurdan kûş inşâ etti; (yaptı) tâ ki onun için Rabb'inden niseb sahîh (sağlam, gerçek) ola. Onunla âlîde (yüksekte) ve dûnda (aşağıda) te'sir (etki) eyliye. Allah Teâlâ onu cismen (cisim olarak) tathîr (temiz, pak) ve rûhen (ruh olarak) tenzîh (her türlü noksanlıklardan uzak) eyledi ve tekvîn (yaratmak) sebebiyle onu misl (benzeri) kıldı (yaptı) . "

Bu ebyât-ı şerîfenin (kutsal beyitlerin) şerhi (açıklaması) uzundur. Tafsîlini (açıklamasını) isteyenler Fusûsu'l Hikem'de Fass-ı Îsevî (İsa bölümündeki) şerhlerine (açıklamalarına) mürâcaat buyursunlar.

İmdi cenâb-ı Cibrîl (Cebrail a.s.), rusül-i kirâma (Resullere (Peygamberlere) vahy-i İlâhî (ilahi vahyi) naklettiği (aktardığı) gibi,     "Kelimetullah" (Allah kelimesi) olan cenâb-ı  Îsâ'yı da, nefhi (nefesi) ile öylece Hz. Meryem'e     nakleyledi. (aktardı) Nitekim âyet-i kerîmede Hak Teâlâ:   ................................................... (Nisâ, 4/171) ya'nî "Meryem'e ilkâ eylediği (bıraktığı) O'nun kelimesidir ve O'nun cânibinden (tarafından) bir rûhtur" buyurdu. Ve Hz. Cibrîl'in (Cebrail a.s.’ın) bu nakli (aktarışı) Resûl (a.s.)’ın kelâmullâhı (Allah kelimelerini) ümmetine nakletmesine (aktarmasına, taşımasına) benzer. Zîrâ (çünkü) Hz. Cibrîl (Cebrail a.s.) ma'nâyı sûrete inzâl eden (indiren) Resûldür ve Resûl (a.s.)     dahi kezâlik (böylece) ma'nâyı hurûf (harfler) ve zurûf (zarflar) kisvesine (elbisesine) nakleder (aktarır). Nitekim ma'nâdan ibâret olan bâlâdaki (yukarıdaki) kavli (sözleri) hurûf (harfler) ve zurûf (zarflar) kisvesine (elbisesine) giydirip bizlere nakletti. Ve her bir kelime delâlet (işaret) eylediği ma'nânın o sûretle taayyününden (meydana çıkmasından, belirmesinden) başka bir şey değildir. Ma'nâ o sûretin rûhudur. Şu halde cism-i Îsâ (İsa a.s’ın vücudu) bu âlemde (dünyada) zâhir olan (açığa çıkan, görülen)  Allah Teâlâ'nın kelimelerinden bir kelimedir ve onun delâlet (işaret) ettiği ma'nâ, rûh-i İsevî'dir (İsa a.s’ın ruhudur) ki, o da onun Rabb-i hâssı (öz rabbi (kendisindeki  ağırlıklı isim) olan ism-i Bâtın'dır (batın ismidir) . Gerçi Îsâ (a.s.) insân-ı kâmil olmak hasebiyle (bakımından) "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri kendinde toplayan “Allah” isminin) mazharı (göründüğü yer) ise de, bu ism-i câmi'in (isimleri kendinde toplayanın) tahtında (altında) bulunan kâffe-i esmânın (bütün isimlerin) ahkâmı (hükümleri) onda i'tidâl (denge, eşitlik) üzere zâhir (açığa çıkmış) değildir. Nitekim âtîde (aşağıda) îzâh edileceği (anlatılacağı) üzere sûret-i tevellüdü (doğumu) ve Yahûdîler tarafından vâki' (olmuş) olan sû-i kasd (öldürülmesi) üzerine tağayyübü (kaybolması) i'tidâlden (ölçülü, dengeli oluştan) baîddir. (uzaktır) Ve kâffe-i esmâ-i İlâhiyyenin (bütün İlahi esmanın) i'tidâl (eşit ölçüde, denge) üzere zuhûru, (meydana çıkışı) ancak hâtem-i enbiyâ (son Nebi, Peygamber) (s.a.v.) Efendimiz'e mahsûstur (özeldir, aittir).

F A S I L II

İsâ (a.s.)’ın sûret-i vilâdeti:

Kur'ân-ı Kerîm'de sûre-i Meryem'de (Meryem suresinde) buyrulur: ........................ (Meryem, 19/22)  ya'nî "Meryem nefh-i Cibrîl'den (Cebrail a.s.’ın nefesinden) hâmile oldu. O haml (hamilelik) sebebiyle bir mekân-ı baîde (uzak bir yere) gidip uzlet etti (yalnız yaşadı) ." Cenâb-ı Meryem'in müddet-i hamlinde (hamilelik müddetinde) ve vaz'ında (doğumunda) müfessirler (tefsir edenler) ihtilâf ederler (anlaşamazlar). Bâ'zıları haml (hamilelik) ve vilâdet (doğum) bir anda vâki' oldu (oluştu) ve ba'zıları da nisvân-ı sâirenin (diğer kadınların) haml (hamileliği) ve vaz'ı (doğurması) gibi âdet-i câriye (alışılmış olduğu gibi, cari olan adet) üzere vâki' oldu (gerçekleşti) derler. Fakat âyet-i kerîmeden müstefâd olan, (anlaşılan) sûret-i vilâdetin (doğum şeklinin) sâat-i vâhidede (aynı zamanda) olmadığı anlaşılır. Zîrâ (çünkü) cenâb-ı Meryem'in hamlden (hamile kaldıktan) sonra aksâ-yı umrândan baîd (uzak) olan bir mekâna (yere) gitmesi az çok bir vakte muhtaçtır. Meğer ki taht-ı Belkıs'ın (Belkıs’ın sarayının) huzûr-ı Süleyman (a.s.)’da (Süleyman a.s’.ın huzurunda) vücûdu (var oluşu) gibi îcâd (yaratmak) ve i'dâm (yok etmek) sûretiyle (şekliyle) ola. Halbuki âyet-i kerîmede buna dâir bir remiz (sembol) ve işâret yoktur. Bilakis  baîd (uzak) olan mekâna (yere) gittiği zikrolunduktan (anlatıldıktan) sonra ......................... (Meryem, 19/23) ya' nî "Ağrısının tutması cenâb-ı Meryem'i hurma ağacına ilcâ (zorladı, mecbur) etti" buyrulması, bâde'l-haml (hamile kaldıktan sonra) sâir (diğer) nisvân (kadınlar) gibi âdet-i câriye  (alışılmış olduğu gibi, cari olan adet)  üzerine doğurduğuna delîldir (işarettir).  Zîrâ (çünkü) doğuracağı vakit bir kadının ağrısı tutmak âdet-i câriyedendir (alışılmış, cari olan adettir). Nitekim, haml (hamilelik) ânında âdet-i câriye (alışıldığı) üzerine  vücûdunda şehvet hissetmiş idi. İmdi o veliyye-i afîfe (namuslu, temiz veli) bu ibtilâ-yı ilâhî (İlahi imtihan) üzerine ta'n-ı cühhâlden (cahillerin hoş görmemesinden, kötülemesinden) havfen (korkarak, çekinerek) ve istihyâen (utanarak) zâhirde (görünüşte) pek garip kalmış ve refâkat-i seniyyelerinde (mübarek huzurlarında) bir ebe bile bulunamamış idi. Ve şiddet-i hüzünlerinden (çok üzüldüklerinden): "Ne olaydı bu hâlimin vukûundan (oluşmasından) evvel ölüp yok olaydım ve nâmım ve şânım unutulmuş bir halde olaydı" (Meryem, 19/23) buyurdu. Onların bu kavli (deyişleri) kazâ-yı İlâhîye (Hakk’ın kazasına) i'tirâz değildir. Belki (s.a.v.) Efendimizin cihet-i velâyetleriyle (velayetleri tarafından) buyurdukları* ....................... kabîlinden (türünden) olup, âlem-i kesret ve kesâfetin (çokluk ve madde âleminin) âhkâmından (hükümlerinden) âlem-i vahdete (teklik alemine) tahassürdür (çok isteyip de ulaşamadığı için üzülmektir) ki, her velînin hâlinden ibârettir.

......................................................................... (Meryem,19/24-26)

Ya'nî "Velid (yeni doğmuş bir çocuk) olan cenâb-ı İsâ vâlidesi olan Meryem'e onun altından nidâ etti (seslendi) ki: Ey anacağım mahzûn olma! (üzülme) Rabb'in muhakkak senin altında bir ırmak câri (akar) kıldı ve hurmanın sâkını salla ki, sana tâze hurma düşsün; hurmadan ye, altında cereyân eden (akan) ırmaktan iç ve gözü aydın ol! Eğer beşerden (insanlardan) bir kimseyi görürsen Rahmân için bir savm (oruç)  nezrettim (adadım),  bugün hiçbir insana söz söylemeyeceğim de!"

Bu âyet-i Kur'âniyye’ye (Kuran ayetine) nazaran (göre) Îsâ (a.s.)’ın vilâdeti (doğum) zamânında, evvelâ Îsâ (a.s.)’ın  altından, ya'nî, uzv-i ma'hûdundan (bilinen organından) vâlidesine hitâbı (konuşması) ve onu tesliyesi (teselli etmesi) , sâniyen (ikinci olarak cenâb-ı Meryem'in bastığı arzdan (yerden) su nebeânı (kaynaması), sâlisen (üçüncü olarak) kuru hurma ağacından vakitsiz tâze hurma düşmesi gibi havârık (harikalar, mucizeler) zuhûr etmiştir (görünmüştür). Bu havârık (harikalar) üzerine mütesellî olan (teselli bulan) cenâb-ı Meryem'in hüzün ve kabzını (darlığını, sıkıntısını) mübeddil (değişip) sürûr (neşe)  ve neşât (sevinç) olmakla nâstan (insanlardan) pervâsı (çekingenliği, korkusu) kalmamış ve kendi emrini (işini) gassâl yedinde meyyit (ölü yıkayıcısının elindeki ölü) gibi kâmilen (tam olarak) yed-i Hakk'a (Hakk’ın eline) tefvîz buyurmuş (bırakmış, teslim etmiş) ve veled-i necîbi (soyu temiz, pak oğlu) ile berâber taallukâtının nezdinde (hısımlarının, akrabalarının yanına) gel­miştir. Nitekim, âyet-i kerîmede buyrulur: ........................................................... ( M e r y e m 19/27-28) Ya'nî "Veledini kucağına almış olduğu halde kavminin nezdine (yanına) geldi. Kavmi dediler ki: Yâ Meryem sen hiç görülmedik bir münker (inkar, reddedilme) ile geldin: Ey Hârûn'un hemşîresi, baban fenâ adam değildi ve anan da fâhişe değildi."

....................................... (Meryem, 19/29) Ya'nî "Cenâb-ı Meryem Hz. İsa'ya işâret etti. Kavmi:, Beşik içinde olan sabî (bebek) nasıl söz söyler dediler". Vâlidesini tesliye (teselli) eden Hz. isâ dedi:

(Meryem, 19/30-33) Ya'nî "Ben Allah'ın  kuluyum, bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı. Ve ben nerede olursam olayım beni mübârek kıldı ve hayatta oldukça bana salât (namaz) ve zekât ile emretti ve beni vâlideme muhsin (ihsan, iyilik eden) ve rahîm kıldı; ve beni cebbâr (zorba) ve şakî (bahtsız) yapmadı".

İmdi bu âyât-ı Kur'âniyyeden (Kuran ayetlerinden) anlaşılan budur ki: Îsâ (a.s.) sabî (bebek) olarak doğdu ve vâlidesinin altından nidâ ettiğine (konuştuğuna) nazaran (göre) sâir (diğer) sıbyân (çoçuklar) gibi uzv-i ma'hûddan (bilinen uzuvdan) hurûc etti (çıktı) . Ve ba'zı müfessirlerin (tefsir edenlerin) zehâbı (zannettikleri) gibi kehl (olgun adam) hâlinde doğmadı. Zîrâ (çünkü) kehl (olgun adam) hâlinde doğurduğu zehâbı (zannı) sarâhat-ı Kur'âniyyeye (Kuran’ın apaçık bildirdiklerine) muhâliftir (aykırıdır).Çünkü ............................ (Meryem, 19/22) buyruluyor. "Kehl" otuz beş yaşındaki bir adama derler. Cenâb-ı Meryem'in otuz beş yaşındaki bir adamı yüklenip kavmine gelmesi gülünç bir şey olur. Ve böyle bir adamın cenâb-ı Meryem'den doğduğuna hiç bir kimse inan­maz ki, kavmi tarafından onun bilâ-zevc  (kocasız) haml (hamileliği) ve tevlidi (doğumu) mevzû-i bahs (konu) edilerek ta'n olunsun (ayıplansın) . Zîrâ (çünkü) Cenâb-ı Meryem mahfî (gizli) bir mahalde (yerde) vaz'-ı haml etmiş (çocuğunu doğurmuş) ve ba'dehû (daha sonra) velediyle (çoçuğuyla) beraber kavmi nezdine (yanına) gelmiştir. Çocuğu kehl (30-35 yaşında olgun bir adam) hâlinde görünce bu sırrını halka niçin fâş etsin? (açığa vursun, duyursun) Ve'l-hâsıl (sözün kısası) cenâb-ı Meryem onu sabî (yeni doğmuş bebek) olduğu halde kucağına alıp, şehirdeki ikâmetgâhına (evine) avdet etti (geri döndü) ve beşiğe yatırdı. Zîrâ (çünkü) kavmi geldiği vakit cenâb-ı Îsâ'yı beşik içinde gördükleri için ................. (Meryem, 19/29) dediler.. Eğer kehl (otuz- otuz beş yaşında olgun adam) hâlinde olaydı beşiğe girmezdi. Hiç otuz beş yaşındaki adam beşikte yatar mı ? / .................................... (Al-i İm­rân, 3/45) âyet-i kerîmesinden "kehl" otuz- otuz beş yaşında olgun bir adam) hâlinde doğduğu anlaşılmaz. Kehl (olgun adam) hâlinde nâs (insan) ile tekellümü (konuşması) âtîde (aşağıda) îzah edilecektir (anlatılacaktır).

Bundan sonra Hak Teâlâ buyurur: ..............................     (Meryem, 19/34) "İşte kavl-i Hakk'ı (Hakk’ın sözlerini) söyleyen Îsâ b. Meryem ki,     (Meryem oğlu İsa ki) onun hakkında imtirâ (şüphe) ederler". Bu âyet-i kerimede Îsâ b. Meryem (Meryem oğlu İsa)       (a.s.)’ın tekevvünü (meydana gelişi) hakkında kavl-i Hak (Hakk’ın sözü) ile kavl-i imtirâ (şüpheli söz) ya'nî kavl-i şekk (tereddütlü, zanlı söz) mevcûd olduğu beyân buyrulur (bildirilir).   Bu da bâlâda (yukarda) îzah olunduğu (anlatıldığı) üzere mâ'-i     muhakkak (hakiki, gerçek su) ile mâ'-i mütevehhemden (vehm olunan sudan) mütekevvin (oluşmuş) olduğundan  neş'et eder.    (ileri gelir) Kavl-i Hak (Hakk’ın sözü) mâ'-i muhakkakın (hakiki suyun) ve kavl-i imtirâ (şüpheli söz) ve şekk (zanlı söz) mâ'-i müteveh­hemin (vehm olunan suyun) eseridir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Îsâ (a.s.)’ın cemî'-i ahvâlinde (bütün hallerinde) onun menşe-i    tekevvünü (var olma kaynağı) olan mâ'-i muhakkak (gerçek su)  ile mâ'-i mütevehhemin (vehm olunan suyun) t e'siri (etkisi) mev  cûddur.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir-05.07.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail