F A S I L III
İsâ (a.s.)’ın mu'cizâtı:
Hak Teâlâ sûre-i Âl-i İmrân'da buyurur: .......................
(Âl-i İmran, 3/49) ...........................................
Ya'nî "Hz.' Îsâ b. Meryem (Meryem’in
oğlu İsa) size Rabbiniz cânibinden
(tarafından) âyet ve alâmet
(işaretler, nişanlar) ile
geldim. Ben size çamurdan kuş hey'etine
(şekline) mümâsil
(benzeyen) şey yaparım ve ona
üfürürüm, o Allah'ın izni ile kuş olur. Ve ben anadan doğma
körleri ve baras (vücutta beyaz
lekeler meydana getiren ve tedavisi mümkün olmayan)
illetine (hastalığa)
mübtelâ olanları (tutulanları)
iyi ederim. Ve Allâh'ın izni ile ölüyü diriltirim ve
yediğiniz ve evlerinize iddihâr eylediğiniz
(biriktirip sakladığınız)
şeyi haber veririm" dedi.
Cenâb-ı Îsâ rûh-i İlâhî (İlahi ruh)
olduğu için mevtâyı
(ölüyü) ihyâ eder
(diriltir) bir halde zâhir oldu
(açığa çıktı, göründü).
Ve onun bu ihyâ keyfiyetinde
(diriltme hususunda), ihyâ
(diriltme) Allâh'ın ve
nefh (nefes verme, üfürme)
Îsâ (a.s.)’ın idi. Nasıl ki Hz. Meryem'e vâki'
(olmuş) olan
nefh (üfürme)
Cibrîl'in (Cebrail a.s.’ın)
ve kelime olan rûh-ı musavver-i Îsevî de
(İsa’nın cisimlenmiş ruhu da)
........................... (Nisâ, 4/171) âyet-i kerîmesi
mûcibince, (gereğince)
Allâh'ın idi. Şu hâlde Îsâ (a.s.)’ ın ölüleri diriltmesi, onun
nefhinden (nefes vemesinden)
enzâr-ı hisiyyede (gözle (beden
gözü ile görmede)
eser-i hayât (hayat eseri, canlanma)
zuhûru (görülmesi)
cihetinden (bakımından)
ihyâ-yı muhakkak (hakiki
diriltme) idi. Ve yine bu ihyâ
(diriltme) Allah'tan olduğu
halde Îsâ (a.s.)’ın kendisinden olduğu mütevehhem
(vehm olunuyor, sanılıyor)
idi. Zîrâ (çünkü)
hakîkatte vücûd ve nefh (nefes)
Hakk'ındır.
İşte cenâb-ı Îsâ kendisinin mâ'-i muhakkak
(gerçek su) ile mâ'-i
mütevehhemden (vehm edilen sudan)
tekevvününden (var
olmasından) nâşî (dolayı)
bu mu'cizesinde de ihyâ-yı muhakkak
(gerçek diriltme) ile,
ihyâ-yı mütevehhemi (vehm olunan,
sanılan diriltmeyi) cem' etti
(topladı).
Çamurdan yaptığı kuşa nefh
(üfürmesi) ile hayat bulması
ve a'mâyı (gözleri kör olanı)
ve ebrası (baras hastalığını)
ibrâsı (iyileştirmesi)
dahi, ihyâ-yı mevtâ (ölüyü
diriltmesi) gibi tahakkuk
(hakikat olanı) ve tevehhümü
(vehim olanı) câmi'dir
(toplamıştır).
Bu ise neş'et-i Îseviyye
(İsa’nın dünyaya geliş suretinin)
iktizâsındandır. (gereğindendir)
Bu babdaki (konudaki)
tefsîlât (geniş açıklama)
Fusûsu'l-Hikem'de Fass-ı Îsevi'i
(İsa bölümün) de îzâh
buyrulmuştur (anlatılmıştır).
Kendileriyle berâber olmadığı halde, nâsın
(insankarın) yedikleri ve
evlerine iddihâr (biriktirdikleri,
stok) ettikleri şeyi haber vermesine gelince: Îsâ
(a.s.)’ın hüviyyeti (hakikati),
her şeyin hüviyyeti
(hakikati) gibi Hak'tır. Ve
sûret-i beşeriyyesi, (bedeni)
ki rûh-i musavverdir (cisimlenmiş
ruhtur), mahzâ
(sadece) bu sûret
itibâriyle (bakımından)
abddir (kuldur). Nitekim beşikte
iken ....................................... (Meryem, 19/30)
buyurmuştur. Sûret-i beşeriyyesine
(bedenine) rûhiyyetin galebesi
(üstünlüğü) hasebiyle
kendisinde hakâyık-ı ahvâle (hakikat
hallerine) ıttılâ'a
(tanımasına, bilmesine) mâni'
(engel) olacak kesâfet
(koyuluklar) yoktur.
Binâenaleyh (nitekim),
onun bu gibi ahvâle
(hallere, oluşlara) ilmi, rûhullah
(Allahruhu) olması hasebiyle,
Hakk'ın ilmidir. Ve Îsâ (a.s.)ın bu gibi ihbârâtını
(bildirilerini)
işittiklerinde halk, sûret-i İseviyyesi
(isa a.s. sureti) hasebiyle
(bakımından) muttali'
olduğunu (bildiğini) zan
ve tevehhüm (kuruntu, vehm)
ettiler. Maahâzâki (bununla
beraber) bu ilm-i İlâhî
(Hakk’ın ilmi) sûret-i Îseviyyede
(İsa’nın vucudunda) tahakkuk
etmiş (gerçekleşmiş) idi.
Böyle olunca Hz. Îsâ (a.s.), bu husûsta da, tahakkuk
(hakikat) ve tevehhüm
(vehim) beynini
(arasını) cem' etti
Topladı).
Havâriyyûn'un (Havarilerin (Hz.
İsa’nın yanında bulunan on iki yakın dostu) talebi
(isteği) üzerine nâzil olan
(inen) mâide
(sofra) dahi mu'cizât-ı
Îseviyyedendir. (Hz. İsa’nın
mucizelerindendir) Nitekim sûre-i Mâide'de buyrulur:
.................................................
(Mâide,5/114)ya'nî "Îsâ b. Meryem buyurdu ki: Ey Allâh'ım, bize
semâdan sofra indir ki, bizim evvelimiz
(öncemiz) ve âhirimiz
(sonramız, sonumuz) için
bayram olsun ve cânib-i ulûhiyyetinden
(uluhiyet tarafından) dahi
bir alâmet (işaret) olsun
ve bizi irzâk eyle (rızıklandır)
! Sen rezzâkların
(rızk verenlerin)
hayırlısısın." Bunun üzerine biri altında, diğeri üstünde olmak
üzere iki bulut arasında sofra nâzil oldu
(indi) .
Üstünde kırmızı bir örtü vardı. Örtüyü
kaldırdıklarında, pulları ve kılçıkları çıkarılmış ve yağları
akmakta bulunmuş olan pişmiş balık olup, baş tarafında tuz ve
kuyruk tarafında sirke ve etrâfında tere ve maydanoz gibi
türleri yeşillikler var idi. Ondan başka beş tâne pide var idi,
ki birinin üstünde zeytin, birinde bal, birinde tereyağı,
birinde peynir ve birinde pastırma var idi. Ehl-i İslâm’ın
(Müslümanların) ramazan-ı
şerîfte sofrada bulundurdukları iftarlık teberrüken
(uğur sayılarak) bu mâideye
(sofraya) temsîlen
(örnek olarak) ihzâr olunur
(hazırlanır).
Ma'lûm olsun ki Enbiyâ (aleyhimü's-selâm)’ın
(Nebilerin (Peygamberlerin)
her birerleri birer insân-ı kâmildir. Ve bâlâda
(yukarıda) îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere insân-ı
kâmil "Allah" ism-i câmi'inin (bütün
isimleri kendinde toplamış “Allah” isminin) mazharı
(göründüğü, yer, mahal)
olup, kâffe-i esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye
(bütün İlahi esma ve sıfatlar)
ile mütehakkıktır (tahakkuk
etmiş, gerçekleşmiştir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) onlarda kudret-i halk
(yaratma gücü) dahî
mevcuttur. Onlar âlem-i hayâlde
(hayal aleminde) îcâd ettikleri
(yarattıkları) sûreti bu
âlem-i kesîfte de (dünyada da)
ihrâca (çıkarmaya)
kâdirdirler (güçlüdürler).
Bu hakîkate mebnî (dayalı)
mâide (sofra),
hayâl-i Îsevî'de (Hz.
İsa’nın hayalinde) mütekevvin
(mevcut) olan sûretin, âlem-i
şehâdette (dünyada)
halkından (yaratılmasından)
başka bir şey değildir. Cenâb-ı Îsâ'nın "Ey Allâh'ım!"
hitâbı (seslenişi),
kendisinin mazhar (görüntü
yeri) olduğu ism-i câmi'a,
(toplanmış isimlere) ya'nî
kendi hakîkatine hitâbdır.
(seslenişidir) Velâkin
(fakat) taayyünü (meydana
gelmiş varlığı) ve sûret-i beşeriyyesi
(bedeni) hasebiyle, sâir
(diğer) insan-ı kâmiller
gibi, cenâb-ı Îsâ dahî, abddir
(kuldur).
Ve bu husûsta cemî'-i enbiyâ
(bütün Nebiler,Peygamberler)
(aleyhimü's-selâm) birdir. Yalnız Rabb-i hassları
(kendilerindeki güçlü isimler)
i'tibâriyle (bakımından)
aralarında tefâzul (farklılıklar,
üstünlükler) vardır ve herbirinin mu'cizâtı
(mucizeleri) kendi ism-i
gâlibi (güçlü ismi) olan
Rabb-i hâssın (has rabbinin (güçlü
esmanın) ahkâmı (şartları)
dâiresinde vâki' olur.
(oluşur) Meselâ Sâlih (a.s.) / ism-i Fettâh'ın
(fettah isminin) mazharı
(göründüğü yer, mahal)
olduğundan mu'cizât-ı seniyyeleri
(yüce, yüksek mucizeleri) de "fütûh"
(açma, açılma) sûretinde
zâhir oldu
(açığa çıktı, göründü).
Ve Îsâ (a.s.) ism-i Bâtın'ın
(batın isminin) mazharı
(göründüğü yer, birim)
olduğundan mu'cizâtı (mucizeleri)
ve şerîatı ve da'veti dahi bu ismin ahkâmı
(şartları, hükümleri)
dâiresinde vâkı' oldu (gerçekleşti).
Hâtem-i enbiyâ (son Nebi)
(s.a.v.) Efendimiz cemî'-i esmâ-yı İlâhiyyenin
(bütün İlahi isimlerin)
ahkâmı (hükümleri)
kendilerinde alâ-tarîkı'l-i'tidâl
(ölçülü, dengeli biçimde) zâhir olduğu
(açığa çıktığı) için, kâffe-i
enbiyânın (bütün Nebilerin, Peygamberlerin) mu'cizâtını
(mucizelerini) câmi'dir
(kendinde toplamıştır).Böyle
olduğu halde ümmetinden hiçbir ferd (s.a.v.) Efendimiz'e
bi-hasebi't-taayyün (belli başlı adam
oluşu, varlığı bakımından) ulûhiyet
(Allah’lık) isnâd etmediler
(atfetmediler, yakıştırmadılar)
ve onlar hakkında aslâ böyle tevehhüme
(kuruntuya) düşmediler. Zîrâ
(çünkü) onların neş'et-i
Muhammediyyeleri (Muhammed a.s.’ın
meydana geliş şekli) bu tevehhümü
(kuruntuyu, vehmi) iktizâ
etmez (gerektirmez) idi.
Velâkin neş'et-i Îseviyye (İsa
a.s.’ın meydana geliş şekli)
yukarıda kirâren (tekrar
olarak) îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere ümmetinin kendisine ulûhiyet
(Allah) isnâdını
(yakıştırmasını) icâb ettirdi
(gerektirdi).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) onun ümmetinden teşbîh
(benzetme (Hakk’ı yaratılmışlara benzetme) ve tevehhüm
(kuruntu) gâlib
(üstün) oldu. Ve Mûsâ
(a.s.)’ın Rabb-i hâssı (has rabbı,
güçlü esması) ism-i Zâhir
(zahir ismi) olduğundan, onun da'veti tenzîh
(Hakk’ı varlıklardan mukaddes kılma,
beri tutma) üzerine olup, ümmeti suver-i kevniyye
(evren suretleri) ahkâmında
(hükümlerinde) müstağrak
oldular (boğuldular).
Velâkin hâtem-i enbiyâ
(son Nebi) (s.a.v.) Efendimiz tenzîhde teşbîhe ve
teşbîhde de tenzîhe dâ'vet buyurduklarından, ümmetinde her iki
ismin ahkâmı (hükümleri)
i'tidâlen (dengeli olarak)
vâki oldu (gerçekleşti).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.07.2006
http://sufizmveinsan.com
|