HZ.MERYEM VE ÎSA'YA DAİR RİSÂLE
F
A S I L IV
Îsâ (a.s.)’ın şerîatı:
Îsâ (a.s.)’ın şerîatı tevâzu' (alçak
gönüllülük) ve tebşîh
(Hakk’ı yaratılmış varlıklara benzetme) üzerine
mübtenîdir (dayanmaktadır).
Tevâzu'
(alçak gönüllülük) üzerine
mebnî' (dayalı) olması
budur ki: Cizyelerini (vergilerini)
ümerâya (emirlere,
beylere) kendi elleriyle tav'an
(isteyerek) götürüp
vermelerini ve birinin yanağına tokat vurulsa, dâribe
(dövene) mukâbele etmeyip
(karşı gelmeyip) diğer
yanağını çevirmesini ve ondan kısâs
(yapılan kötülüğe aynen karşılık verme) dahi taleb
etmemesini (istememesini)
ümmetine şer' eyledi (dini kaide
koydu). Bu da
onun sûret-i beşerde (insan
suretinde) tekevvünü
(meydana gelmesi) vâlidesi cihetinden
(yönünden) bulunması
sebebiyledir. Çünkü, kadın hakîkaten erkeğin mâdûnundadır
(aşağı derecesindedir);
onun bu mâdûniyyeti
(aşağıda olması) hem hükmî ve hem hissîdir. Hükmî
olması Hak Teâlâ'nın: ........................... (Nisâ, 4/34),
................................. (Bakara, 2/228),
............................. (Nisâ, 4/.11) âyet-i kerîmelerine
nazarandır (göredir).
Hissî olması hâl-i mukârenetinde
(birleşme halinde) zâhirdir
(meydandadır, görülür).
Zîrâ
(çünkü) erkek fâil
(işi işleyen) ve kadın
mef'ûldür (failin yaptığıdır,
işlediği iş üstünde belli olandır).
Ve mef’ûliyet,
(işlenmişlik, yapılmışlık) fâiliyyetin
(işi işleyenin) tahtında
(altında) olan bir
mertebedir. Ulemâ-yı teşrîh (otopsi,
anatomi alimleri) tarafından erkek ve kadının
bünyeleri hâkkında icrâ kılınan
(yapılan) tedkîkâtın
(incelemelerin) netâyici
(sonuçları) bu hükmü tavzîh eder
(açıklar, aydınlatır).
Hükmen (hüküm vererek)
kadının erkek ile müsâvî (eşit)
tutulması fikri muhâlefet-i fıtrat ve tabîat;
(tabiata ve fıtrada aykırı)
ve bir fikrin tatbîkât-ı fiiliyyesi
(fiil olarak uygulanması) cem'iyyet-i beşeriyyenin
(beşer, insan topluluklarının)
inkırâzını (söneceği, yok
olacağı) müntecdir
(sonuçta bellidir). Garbiyyûnun
(Avrupalıların) bu babdaki
(konudaki) tatbîkatı
(uygulamaları) tedrîcen
(aşama aşama) kendilerini
inkırâza (yok olmaya, sönmeye)
sevk edeceğine (sürükleyeceğine)
şüphe yoktur. Onların ukalâsı
(akıllı olanları) şimdiden bu
netîceyi hissetmeye başlamışlardır. Fakat bir kere başladıktan
sonra geri dönmek kolay bir şey değildir.
"Teşbîh" üzerine olması budur ki; İbârât-ı İncîliyye
(İncil’deki cümleler) elfâz-ı
teşbîhiyye (teşbih kelimeleri)
ile nâzil olmuş (inmiş)
ve ümmeti teşbîhi, tahkîk (doğru,
gerçek) tevehhüm etmişlerdir
(sanmışlardır).
Ezcümle (mesela)
İncîl-i şerîfin besmelesi ..............................
sûretindedir*. (şeklindedir)
Ve câmi'-i cemî'-i sıfât ve esmâ olan
(bütün esma ve sıfatları toplayan) Allah "eb"
(peder, baba) ta'bîriyle
(deyimiyle) mezkûrdur
(geçmektedir).
Zîrâ (çünkü)
“eb” sûret-i unsuriyyede (unsur,
madde suretlerde) asl
(asıl, esas) olduğu gibi, Zâtullah
(Allah Zatı) dahi cemî'-i
merâtib-i vücûdiyyenin (bütün varlık
mertebelerinin) aslıdır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) "eb"
(peder) Allah mukâbilidir
(karşılığıdır).
Ve Rahmâniyet asl (asıl,
esas) olan Zâtullah'ın
(Allah Zat’ının) tecellî-i ûlâsı
(en yüce tecellisi)
olduğundan bu da “ibn” (oğul)
mukâbilidir (karşılığıdır).
Ve "Rûhu'l-Kuds", ki Cibrîl'dir,
(Cebrail a.s.’dır) rahmet-i
rahîmiyyenin (rahimin rahmetinin)
mazhar-ı tecellîsi
(tecelli ettiği mahal, yer) olduğundan bu da "Rahîm"
mukâbilidir (karşılığıdır).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) İncîl'in
..................................... elfâz-ı teşbîhiyyesiyle
(teşbih
kelimeleriyle) vâki'
(olmuş) olan iftitâhı
(açılması, başlangıcı) tamâmiyle
.............................. ma'nâsının mukâbilidir.
(karşılığıdır) Fakat Nasârâ
(Hıristiyanlar) bu elfâz-ı
teşbîhiyyeyi, (teşbih kelimelerini)
hakîkat (gerçek)
tevehhüm ettiler (sandılar)
ve bunun üzerine üç asl
(esas) isbât eylediler
(vardır dediler) . Zîrâ
(çünkü) "uknûm", asl
(asıl, esas) ve "ekânim-i
selâse" usûl-i selâse (üçlü asıl)
ma'nâsınadır. Ve bittabi'
(doğal olarak) bu tevehhümden
(sanıdan) şirk ve küfür zâhir
oldu (göründü) ve uknûmdan
(asıldan) birisi olan
Allâh'a "sâlisü selâse" ya'nî "üçün üçüncüsü" dediler. Nitekim
âyet-i kerîmede buyrulur:
.................................(Mâide, 5/73) Ve Îsâ (a.s.)’ı
dahi bir asl (asıl, esas)
itibâr edip (sayıp)
ba'zıları Allah'ın oğlu dediler. "Rûhul-kuds''ü
(Cebrail a.s.’ı) dahi bir asl
(asıl, esas) ittihâz
eylediler (saydılar, kabul ettiler)
. Ve bunun üzerine içinden
çıkılmayacak îzâhat (açıklamalar)
ve tef’sîrâta
(yorumlamalara) kıyâm ettiler
(kalkıştılar).
Bunların ma'nâsını ne
kendileri anladılar ve ne de başkalarına anlatabildiler. Zîrâ
(çünkü) vehm üzerinde
yürüdüler. Tarîk-i vehm (vehmin yolu)
ise gâyet zulmânî
(karanlık, sıkıntılı) ve âfâkı
(objektif) görünmez bir
sâha-i dalâldir (sapıklık sahasıdır).
İşte bu sebebden ekânîm-i selâsenin
(üç esasın) adını "sır"
koydular; ve bu sırrın sırrı vehm
(sanı) olduğunu bir türlü anlıyamadılar.
Burada bir hakîkat vardır, o da budur ki: Her bir nebîye
(peygambere) verilen ilm-i
risâlet (risalet ilmi, peygambere
verilen ilim) ümmetinin isti'dâdı üzerinedir. Onların
isti'dâdından ne noksan, ne de ziyâdedir
(fazladır). Eğer ziyâde
(fazla) olsa “teklîf-i
mâ-lâ-yutâk” (güç yetmeyen teklifler)
olur ve eğer noksan olsa, hakları verilmemiş olur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
ümmet-i İseviyye (isa’nın
ümmetine) Hâtem-i enbiyânn
(son Nebinin, Peygamberin)
zuhûruna (meydana çıkışına)
kadar cenâb-ı Îsâ'nın mazhariyetinde
(görüntü mahallinde, varlığında)
müşterektirler
(ortaktırlar).
Ya'nî onlarda ism-i Bâtın'ın (batın
isminin) ahkâmı
(hükümleri) gâliben (üstün
olarak) hükümrandır (hüküm
sürmektedir).
Fakat Hâtem-i enbiyâdan (son Nebiden)
sonra gelen insanların isti'dâdı tebeddül etmiş
(değişmiş) ve cümlesi
(bütün hepsi) ümmet-i
Muhammediyyeden (Hz. Muhammed’in
ümmetinden) bulunmuştur. Velâkin
(fakat) bunlardan bir kısmı
da'vete icâbet etmiş (daveti kabul
etmiş) ve diğer bir kısmı hâlâ da'vet olunmakta
bulunmuştur. İşte bu isti'dâd neticesidir ki, garbiyyûn
(Avrupalılar) rûhbânın
(rahibanlığın, papazların)
tahakkümünü (hükmetmelerini, hakimlik
takınmalarını) devirip, kendilerine "meslek-i fen"
(fen mesleği, sistemi) diye
ayrıca bir yol açmak mecbûriyetinde kalmışlar ve fen
terakkî ettikçe
(ilerledikçe) Nasrâniyet'ten
Hıristiyanlıktan) tebâüd
etmişler (uzaklaşmışlar)
ve fikren inkâr ettikleri Kur'ân ile amel
(iş) ve fiilen
(fiil olarak) tasdîk etmekte
bulunmuşlardır. Zîrâ (çünkü)
hiç birisi bir tokat yediği vakit, diğer yanağını çevirmez.
Belki şerîat-ı Muhammediyye (Hz.
Muhammed’in şeriati) üzere kısâs
(yapılan kötülüğe aynısı ile karşılık
vermek) taleb eder
(isterler).Zîrâ (çünkü)
isti'dâdları ümmet-i Muhammed'in
(Muhammet ümmetinin)
isti'dâdı olduğundan, başka türlü yapamazlar. Ve Kur'ân-ı
Kerîm'de: ...................................... (Ankebût,
29/20) âyet-i kerîmesi hükmüne tevfîkan
(uyarak) ellerinde kazma ve
kürek olduğu halde arzın (dünyanın)
nukât-ı muhtelifesinde
(çeşitli noktalarında) seyr edip
(gezinip) ibtidâ-i hilkati
(ilk yaratılışları) tefahhus
ederler (araştırırlar).
Bunlar hep mutâvaat-ı fiiliyyedir
(itaat etme, baş eğme işidir) .
Bu mutâvaat-ı fiiliyye
(itaat etme fiili) ise, ümmet-i Muhammediyyenin
(Muhammed ümmetinin)
isti'dâdını hâiz (sahip)
olduklarına ve bu isti'dâdın hâricine
(dışına) çıkamayacaklarına
delîl-i bâhir (apaçık delil)
olduğu halde, onlar bundan gâfildirler
(habersizdirler) .
İncîl ve şerîat-i Îseviyye
(Hz. İsa’nın şeriati)
hakkında daha birçok hakâyık
(hakikatler) mevcûd ise de, bu risâlenin
(kitapçığın) hacmi müsâid
değildir. Fatîn (uyanık, anlayışlı)
olanlara bu kadar kifâyet eder
(yeterlidir) .
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-17.07.2006
http://sufizmveinsan.com
|