227. Bölüm

HZ.MERYEM VE ÎSA'YA DAİR RİSÂLE

F A S I L IV

Îsâ (a.s.)’ın şerîatı:

Îsâ (a.s.)’ın şerîatı tevâzu' (alçak gönüllülük) ve tebşîh (Hakk’ı yaratılmış varlıklara benzetme) üzerine mübtenîdir (dayanmaktadır).  Tevâzu' (alçak gönüllülük) üzerine mebnî' (dayalı) olması budur ki: Cizyelerini (vergilerini) ümerâya (emirlere, beylere) kendi elleriyle tav'an (isteyerek) götürüp vermelerini ve birinin yanağına tokat vurulsa, dâribe (dövene) mukâbele etmeyip (karşı gelmeyip) diğer yanağını çevirmesini ve ondan kısâs (yapılan kötülüğe aynen karşılık verme) dahi taleb etmemesini (istememesini) ümmetine şer' eyledi (dini kaide koydu). Bu da onun sûret-i beşerde (insan suretinde) tekevvünü (meydana gelmesi) vâlidesi cihetinden (yönünden) bulunması sebebiyledir. Çünkü, kadın hakîkaten erkeğin mâdûnundadır (aşağı derecesindedir); onun bu mâdûniyyeti (aşağıda olması) hem hükmî ve hem hissîdir. Hükmî olması Hak Teâlâ'nın: ........................... (Nisâ, 4/34), ................................. (Bakara, 2/228), ............................. (Nisâ, 4/.11) âyet-i kerîmelerine nazarandır (göredir). Hissî olması hâl-i mukârenetinde (birleşme halinde) zâhirdir (meydandadır, görülür).  Zîrâ (çünkü) erkek fâil (işi işleyen) ve kadın mef'ûldür (failin yaptığıdır, işlediği iş üstünde belli olandır). Ve mef’ûliyet, (işlenmişlik, yapılmışlık) fâiliyyetin (işi işleyenin) tahtında (altında) olan bir mertebedir. Ulemâ-yı teşrîh (otopsi, anatomi alimleri) tarafından erkek ve kadının bünyeleri hâkkında icrâ kılınan (yapılan) tedkîkâtın (incelemelerin) netâyici (sonuçları) bu hükmü tavzîh eder (açıklar, aydınlatır). Hükmen (hüküm vererek) kadının erkek ile müsâvî (eşit) tutulması fikri muhâlefet-i fıtrat ve tabîat; (tabiata ve fıtrada aykırı) ve bir fikrin tatbîkât-ı fiiliyyesi (fiil olarak uygulanması) cem'iyyet-i beşeriyyenin (beşer, insan topluluklarının) inkırâzını (söneceği, yok olacağı) müntecdir (sonuçta bellidir).  Garbiyyûnun (Avrupalıların) bu babdaki (konudaki) tatbîkatı (uygulamaları) tedrîcen (aşama aşama) kendilerini inkırâza (yok olmaya, sönmeye) sevk edeceğine (sürükleyeceğine) şüphe yoktur. Onların ukalâsı (akıllı olanları) şimdiden bu netîceyi hissetmeye başlamışlardır. Fakat bir kere başladıktan sonra geri dönmek kolay bir şey değildir.

"Teşbîh" üzerine olması budur ki; İbârât-ı İncîliyye (İncil’deki cümleler) elfâz-ı teşbîhiyye (teşbih kelimeleri) ile nâzil olmuş (inmiş) ve ümmeti teşbîhi, tahkîk (doğru, gerçek) tevehhüm etmişlerdir (sanmışlardır). Ezcümle (mesela)  İncîl-i şerîfin besmelesi .............................. sûretindedir*. (şeklindedir) Ve câmi'-i cemî'-i sıfât ve esmâ olan (bütün esma ve sıfatları toplayan) Allah "eb" (peder, baba) ta'bîriyle (deyimiyle) mezkûrdur (geçmektedir). Zîrâ (çünkü) “eb” sûret-i unsuriyyede (unsur, madde suretlerde) asl (asıl, esas) olduğu gibi, Zâtullah (Allah Zatı) dahi cemî'-i merâtib-i vücûdiyyenin (bütün varlık mertebelerinin) aslıdır. Binâenaleyh (bundan dolayı)  "eb" (peder) Allah mukâbilidir (karşılığıdır). Ve Rahmâniyet asl (asıl, esas) olan Zâtullah'ın (Allah Zat’ının) tecellî-i ûlâsı (en yüce tecellisi) olduğundan bu da “ibn” (oğul) mukâbilidir (karşılığıdır). Ve "Rûhu'l-Kuds", ki Cibrîl'dir, (Cebrail a.s.’dır) rahmet-i rahîmiyyenin (rahimin rahmetinin) mazhar-ı tecellîsi (tecelli ettiği mahal, yer) olduğundan bu da "Rahîm" mukâbilidir (karşılığıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) İncîl'in ..................................... elfâz-ı teşbîhiyyesiyle  (teşbih kelimeleriyle) vâki' (olmuş) olan iftitâhı (açılması, başlangıcı) tamâmiyle .............................. ma'nâsının mukâbilidir. (karşılığıdır) Fakat Nasârâ (Hıristiyanlar) bu elfâz-ı teşbîhiyyeyi, (teşbih kelimelerini) hakîkat (gerçek) tevehhüm ettiler (sandılar) ve bunun üzerine üç asl (esas) isbât eylediler (vardır dediler) .  Zîrâ (çünkü) "uknûm", asl (asıl, esas) ve "ekânim-i selâse" usûl-i selâse (üçlü asıl) ma'nâsınadır. Ve bittabi' (doğal olarak) bu tevehhümden (sanıdan) şirk ve küfür zâhir oldu (göründü) ve uknûmdan (asıldan) birisi olan Allâh'a "sâlisü selâse" ya'nî "üçün üçüncüsü" dediler. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: .................................(Mâide, 5/73) Ve Îsâ (a.s.)’ı dahi bir asl (asıl, esas) itibâr edip (sayıp)  ba'zıları Allah'ın oğlu dediler. "Rûhul-kuds''ü (Cebrail a.s.’ı) dahi bir asl (asıl, esas) ittihâz eylediler (saydılar, kabul ettiler) . Ve bunun üzerine içinden çıkılmayacak îzâhat  (açıklamalar) ve tef’sîrâta (yorumlamalara) kıyâm ettiler (kalkıştılar).  Bunların ma'nâsını ne kendileri anladılar ve ne de başkalarına anlatabildiler. Zîrâ (çünkü) vehm üzerinde yürüdüler. Tarîk-i vehm (vehmin yolu) ise gâyet zulmânî (karanlık, sıkıntılı) ve âfâkı (objektif) görünmez bir sâha-i dalâldir (sapıklık sahasıdır). İşte bu sebebden  ekânîm-i selâsenin (üç esasın) adını "sır" koydular; ve bu sırrın sırrı vehm (sanı) olduğunu bir türlü anlıyamadılar.

Burada bir hakîkat vardır, o da budur ki: Her bir nebîye (peygambere) verilen il­m-i risâlet (risalet ilmi, peygambere verilen ilim) ümmetinin isti'dâdı üzerinedir. Onların isti'dâdından ne noksan, ne de ziyâdedir (fazladır). Eğer ziyâde (fazla) olsa “teklîf-i mâ-lâ-yutâk” (güç yetmeyen teklifler) olur ve eğer noksan olsa, hakları verilmemiş olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) ümmet-i İseviyye (isa’nın ümmetine) Hâtem-i enbiyânn (son Nebinin, Peygamberin) zuhûruna (meydana çıkışına) kadar cenâb-ı Îsâ'nın mazhariyetinde (görüntü mahallinde, varlığında) müşterektirler (ortaktırlar). Ya'nî onlarda ism-i Bâtın'ın (batın isminin) ahkâmı (hükümleri) gâliben (üstün olarak) hükümrandır (hüküm sürmektedir). Fakat Hâtem-i enbiyâdan (son Nebiden) sonra gelen insanların isti'dâdı tebeddül etmiş (değişmiş) ve cümlesi (bütün hepsi) ümmet-i Muhammediyyeden (Hz. Muhammed’in ümmetinden) bulunmuştur. Velâkin (fakat) bunlardan bir kısmı da'vete icâbet etmiş (daveti kabul etmiş) ve diğer bir kısmı hâlâ da'vet olunmakta bulunmuştur. İşte bu isti'dâd neticesidir ki, garbiyyûn (Avrupalılar) rûhbânın (rahibanlığın, papazların) tahakkümünü (hükmetmelerini, hakimlik takınmalarını) devirip, kendilerine "meslek-i fen" (fen mesleği, sistemi) diye ayrıca bir yol açmak mecbûriyetinde kalmışlar ve fen terakkî ettikçe (ilerledikçe) Nasrâniyet'ten Hıristiyanlıktan) tebâüd etmişler (uzaklaşmışlar) ve fikren inkâr ettikleri Kur'ân ile amel (iş) ve fiilen (fiil olarak) tasdîk etmekte bulunmuşlardır. Zîrâ (çünkü) hiç birisi bir tokat yediği vakit, diğer yanağını çevirmez. Belki şerîat-ı Muhammediyye (Hz. Muhammed’in şeriati) üzere kısâs (yapılan kötülüğe aynısı ile karşılık vermek) taleb eder (isterler).Zîrâ (çünkü) isti'dâdları ümmet-i Muhammed'in (Muhammet ümmetinin) isti'dâdı olduğundan, başka türlü yapamazlar. Ve Kur'ân-ı Kerîm'de: ...................................... (Ankebût, 29/20) âyet-i kerîmesi hükmüne tevfîkan (uyarak) ellerinde kazma ve kürek olduğu halde arzın (dünyanın) nukât-ı muhtelifesinde (çeşitli noktalarında) seyr edip (gezinip) ibtidâ-i hilkati (ilk yaratılışları) tefahhus ederler (araştırırlar). Bunlar hep mutâvaat-ı fiiliyyedir (itaat etme, baş eğme işidir) . Bu mutâvaat-ı fiiliyye (itaat etme fiili) ise, ümmet-i Muhammediyyenin (Muhammed ümmetinin) isti'dâdını hâiz (sahip) olduklarına ve bu isti'dâdın hâricine (dışına)  çıkamayacaklarına delîl-i bâhir (apaçık delil) olduğu halde, onlar bundan gâfildirler (habersizdirler) . İncîl ve şerîat-i Îseviyye (Hz. İsa’nın şeriati) hakkında daha birçok hakâyık (hakikatler) mevcûd ise de, bu risâlenin (kitapçığın) hacmi müsâid değildir. Fatîn (uyanık, anlayışlı) olanlara bu kadar kifâyet eder (yeterlidir) .

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-17.07.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail