229. Bölüm

HZ.MERYEM VE ÎSA'YA DAİR RİSÂLE
F A S I L V I

Îsâ (a.s.)’ ın vefât ve ref’i meselesi:

 Yahûdîler tarafından Îsâ (a.s.)’a vâki' olan (gerçekleşen) sû-i kasd (öldürülmesi) hakkında iki rivâyet (söylenti) vardır: Birinci rivâyete (söylentiye) göre Îsâ (a.s.) maslûben (asılarak) şehîd edilmedi; belki ref olundu (yukarı kaldırıldı, yüceltildi) ve ona kasd eden (öldüren) Yahûdîlerden birisi min-tarafillah (Allah tarafından) sûret-i Îsâ'ya (İsa’nın şekline) temsîl olunup (benzetilip) Yahûdîler Hz. Îsâ zannıyla onu salb ettiler (çarmıha gerdiler). Ve bu rivâyetin (söylenenleri) râvîleri (anlatanlar) Sûre-i Nisâ'da (Nisa Suresinde) vâki' (olan):.................................. (Nisâ, 4/157) ve ..................... (Nisâ, 4/158) âyet-i kerîmesiyle ihticâc ederler (ayeti kerimesini delil gösterirler).

İkinci rivâyetin (söylentinin) râvîleri (söyleyenleri) derler ki: Îsâ (a.s.) vaktâki (ne zamanki) Yahûdîler tarafından ahz olundu (alındı), o Hazret ile berâber iki sârık (hırsız) dahi derdest edilmiş (tutuklanmış) idi. Her üçünü de çarmıha gerdiler. Ba'dehû (daha sonra) oradan indirip o zamanda cârî (geçerli) olan  âdet-i î'dam (idam etme usulü) üzere kemiklerini kırıp cerh etmek (yaralamak) sûretiyle katle (öldürmeye) mütesâddî oldular (teşebbüs ettiler) ve sârıkler (hırsızlar) hakkında öyle yaptılar. Nöbet, Îsâ (a.s.)a geldikde, o Hazreti vefât etmiş buldular. Velâkin yan tarafına bir mızrak sapladılar ve o mahalden (yerden) kan aktı. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu fiilin fâilleri (işi işleyenler) "Biz onu maslûb kıldık" (astık) dediler. Zîrâ (çünkü) "salb" burada, feth-i sâd (“sad”ın açılımı) ile, "ihrâc-ı üstühân" (kemiği çıkarma) ma'nâsınadır. Zamm-ı sâd (“sad” ın ilavesi) ile olunca "dar ağacı" ma'nâsına gelir. Feth-i sâd (“sad” ın açılımı) ile ashâb-ı salb "kemik ihrâç eden kimseler" ma'nâsınadır. Şu halde o Hazreti, Yahûdîler ............... buyrulduğu üzere katl etmediler (öldürmediler). Belki o Hazret kendi kendine teslîm-i rûh (ruhunu teslim) etti: ................... buyurulduğu, üzere, "feth-i sâd" (“sad”ın açılımı) ile, "salb etmediler'', ya'nî kemiğini çıkarmadılar; .................. buyrulduğu üzere, "velâkin maslûblara (asılarak öldürülenlere) ya'nî kemiği çıkarılanlara müşâbih (benzeyen, benzemiş) oldu."

Bu sebeble beyne'n-Nasârâ (Hıristiyanlar arasında) Hz. Mesîh (a.s.) (İsa a.s) hakkında ihtilâf (anlaşmazlık) husûle geldi ki, bunlardan bir tâife (grup): "Mesîh (a.s.)’ın (İsa a.s.’ın) yerine ona temsîl olunan (benzetilen) Yahûdâ'yı  katl (öldürdüler) ve salb ettiler" (çarmıha gerdiler) dediler. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'in müfessirleri (tefsir edenler, açıklayanlar) bu tafsîle (detaya) pek az muttali' (öğrenmiş, bilmiş) olmakla Îsâ (a.s.) hakkında Nasârâ' dan (Hıristiyanlardan) bu kavl (sözler) ile kâil olanların (konuşanların) sözlerini ihtiyâr ettiler (seçtiler) ki, bu kavl (sözler) Kur'ân-ı Kerîm'de merdûddur (reddolunmuştur).  Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ: Sûre-i Enbiyâ'da ...........................(Enbiyâ, 21/34) ya'nî "Yâ habîbim senden evvel gelen        ricâlden (erkeklerden, mevki sahibi) bir racül (erkek, mevki sahibi) için huld (sonsuz) ve bakâ (daimi, devamlı) kılmadık" buyurur. Bu âyet-i kerîmeye nazaran (göre), (S.a.v.) Efendimiz'den evvel gelen bi'l-cümle (bütün) enbiyânın (nebilerin, peygamberlerin) vefat etmiş olmaları lâzım gelir. Talha ibn Ali hazretleri cenâb-ı İbn Abbâs'dan bu vechi (yönünü) rivâyet eylediği (hikâye ettiği) gibi, rivâyet-i Vehb (sadık, doğru rivayet) dahi bu         merkezdedir. Sûre-i Nisâ'nın (Nisa Suresinin) nüzûlünden (inmesinden) sonra, Hâtıb ibn Beltea (r.a.) melik-i Mısır (Mısır hükümdarı) olan Mukavkısa mürsel (gönderilen) nâme-i risâlet-penâhîyi (Peygamberimizin mektubunu) hâmilen         gittiği (yanında götürdüğü) vakit, Mukavkıs cenâb-ı Hâtıb'a hitâben (konuşarak): “Eğer sizin sâhibiniz    Nebi (Peygamber) ise Mekke'den Medîne'ye hicret etmemesini niçin Cenâb-ı Hak'tan niyâz (istemedi, dua) etmedi?” diye i'tirâz etmesi üzerine, Hz. Hâtıb dahi: "Îsâ    (a.s.) Nebî (Peygamber) idi, niçin çarmıha gerilmemesini Hak'dan niyaz (istemedi, dua) etmedi?"   buyurduğu meşhurdur. O hazretin bu kavli (sözü) dahi rivâyet-i mezkûreyi (adı geçen söylentiyi) te'yid        eder (doğrular.) İşte ikinci rivâyet (söylenti) de budur: Bedreddîn Simâvî (kaddesallahu sır        rahû) Vâridât nâmındaki (adındaki) risâle-i şerîfelerinde (meşhur kitapçığında)  bu rivâyete (söylentiye) muvâfık (uygun) olarak buyururlar   ki”.................................................

Ya'nî: "Îsâ (a.s.) rûhu ile diri, cesed-i unsurîsi (madde bedeni) ile meyyittir (ölüdür). Velâkin (fakat) rûhullah (Allah ruhu) olup üzerine rûhaniyyet gâlib (üstün) olduğu için, hükmen li'l gâlib (galib, üstün olana göre hükmederek, ruh olarak) ölmedi dediler. Yoksa cesed-i unsurîsi (madde bedeni) ölmemek muhaldir (imkânsızdır). Cidden iyi anla! Sekiz yüz sekiz senesine müsâdif (rastlayan) bir cuma gününde iki adam hazır oldu. Birisinin elinde Îsâ (a.s.)’ın cesedi var idi. Halbuki     o meyyit (ölü) idi. Gûyâ Îsâ (a.s.)’ın bedeni vefât ettiğini bize tenbîh ettiler.

V'Allâhu a'lem!"

Her iki rivâyetin (söylentinin) tevfîki (uygun olması) ve bu bâbdaki (konudaki) âyet-i kerîmenin tefsîri (açıklaması) cenâb-ı Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî (r.a.)’ın "Fusûsu'l-Hikem"de Fass-ı Îsevî' (İsa bölümünde) de beyân buyurdukları (bildirdikleri) ebyât-ı şerifesi (iki satırlık şiiri), her iki rivâyetin (söylentinin) tevfîkiyle (uygunluğu ile), âyet-i kerîmenin tefsîrine (açıklamasına) kifâyet eder (yeterli gelir). Bu ebyât-ı şerîfe (iki satırlık şiiri) bu risâlenin (kitapçığın) birinci faslında (bölümünde) mündericdir (bulunmaktadır); buyururlar ki: "Rûhullah (Allahruhu), siccîn (cehennem) tesmiye ettiğin (diye adlandırdığın) tabîatten mutahhar (temizlenmiş) olarak, zâtta tekevvün ettiği (oluştuğu, meydana geldiği) için onda ikâmeti (kalışı) uzadı". İmdi Îsâ (a.s.)’ın bedeni hükm-i tabîatten (tabiat hükümlerinden) mutahhar (temiz) olarak tekevvün etti (meydana geldi). Bu gibi ebdân (bedenler) rûh-i musavver (cisimlenmiş ruh) olmakla âlem-i histe (dünyada) çeşm-i his (görme organı olan göz) ile müşâhede olunur (görülür) ve el ile tutulabilir. Bunun misâli (örneği) âlem-i rü'yâdır (rüya âlemidir). Zîrâ (çünkü) râî (rüya gören) rü'yâsında gördüğü bir sûreti hissen müşâhede eder (görür) ve eliyle tutar ve tekellüm eder (konuşur). Şu kadar ki kendi  vücûdu dahi bu mevtın-i hayâle (hayal yurduna, mertebesine) göre tekevvün etmiş (oluşmuş) bir vücûddan ibârettir. Ve rü'yâdaki bu vücûduna bir bıçak saplansa nev'an-mâ (bir dereceye kadar) bir havf (korku) ve elem (acı) mahsüs olmakla (hissedilmekle) beraber, bu vücûd ondan müteessir olmaz (etkilenmez). Ve gördüğü ve tuttuğu vücûd dahi kendi vücûdu gibidir. Hadîs-i şerifte*: .............................. buyrulduğu üzere, bu âlem-i his ve şehâdet (hissedilen ve görülen âlem, dünya) dahi hayâlden başka bir şey değildir. Ancak hayâl-i rü'yâ (rüyadaki hayal) ile hayâl-i şehâdet (dünyadaki hayal) arasında kesâfet (koyuluk) ve letâfetten (şeffaflıktan) başka bir fark yoktur. Ba'zan biri kesîf (koyu, yoğunlaşmış) diğeri latîf (şeffaf, ince) olarak iki hayâl tekâbül eder (karşılıklı olur). Bu tekâbül (karşılıklı oluş) hazret-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme, dünyaya) mahsûstur (aittir). Hayâl-i kesîf (koyu, yoğunlaşmış hayal) bu âlemin (dünyanın) îcâbı (gereği) olan hükm-i tabîatın (tabiat hükümlerinin) te'sîri (etkisi) tahtında (altında) olduğundan o, bu âlemin (dünyanın) ahkâmına (şartlarına) tâbi' (bağlı) olur. Fakat hayâl-i latîf (hayal mertebesindeki, şeffaf hayal),  hükm-i tabîatın (tabiat hükümlerinin) te'sîri (etkisi) altında olmadığından, ondan bu âlemin (dünyanın) hükmüne (şartlarına) muhâlif (aykırı, zıttına) hareket zuhûr eder (meydana çıkar). Bu gibi tekâbülün (zıtlığın) menâkıb-ı evliyâda (velilerin övgülerinde) birçok misalleri (örnekleri) vardır. Anlayanlar, görmeseler bile kabûl ve tasdîk ederler. Anlamayanlar, görseler de red ve inkâr eylerler. Sözleri­miz anlayanlaradır.

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-01.08.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail