HZ.MERYEM VE ÎSA'YA DAİR RİSÂLE
F
A S I L V I
Îsâ (a.s.)’ ın vefât ve ref’i meselesi:
Yahûdîler
tarafından Îsâ (a.s.)’a vâki' olan
(gerçekleşen) sû-i kasd
(öldürülmesi) hakkında iki rivâyet
(söylenti) vardır: Birinci
rivâyete (söylentiye) göre
Îsâ (a.s.) maslûben (asılarak)
şehîd edilmedi; belki ref olundu
(yukarı kaldırıldı, yüceltildi) ve ona kasd eden
(öldüren) Yahûdîlerden birisi
min-tarafillah (Allah tarafından)
sûret-i Îsâ'ya (İsa’nın
şekline) temsîl olunup
(benzetilip) Yahûdîler Hz. Îsâ zannıyla onu salb
ettiler (çarmıha gerdiler).
Ve bu rivâyetin
(söylenenleri) râvîleri
(anlatanlar) Sûre-i Nisâ'da
(Nisa Suresinde) vâki'
(olan):..................................
(Nisâ, 4/157) ve ..................... (Nisâ, 4/158) âyet-i
kerîmesiyle ihticâc ederler (ayeti
kerimesini delil gösterirler).
İkinci rivâyetin (söylentinin)
râvîleri (söyleyenleri)
derler ki: Îsâ (a.s.) vaktâki (ne
zamanki) Yahûdîler tarafından ahz olundu
(alındı),
o Hazret ile berâber iki sârık
(hırsız) dahi derdest edilmiş
(tutuklanmış) idi. Her
üçünü de çarmıha gerdiler. Ba'dehû
(daha sonra) oradan indirip o zamanda cârî
(geçerli) olan
âdet-i î'dam
(idam etme usulü) üzere
kemiklerini kırıp cerh etmek
(yaralamak) sûretiyle katle
(öldürmeye) mütesâddî oldular
(teşebbüs ettiler) ve
sârıkler (hırsızlar)
hakkında öyle yaptılar. Nöbet, Îsâ (a.s.)a geldikde, o Hazreti
vefât etmiş buldular. Velâkin yan tarafına bir mızrak sapladılar
ve o mahalden (yerden) kan
aktı. Binâenaleyh (bundan dolayı)
bu fiilin fâilleri (işi
işleyenler) "Biz onu maslûb kıldık"
(astık) dediler. Zîrâ
(çünkü) "salb" burada, feth-i
sâd (“sad”ın açılımı) ile,
"ihrâc-ı üstühân" (kemiği çıkarma)
ma'nâsınadır. Zamm-ı sâd
(“sad” ın ilavesi) ile olunca "dar ağacı" ma'nâsına
gelir. Feth-i sâd (“sad” ın açılımı)
ile ashâb-ı salb "kemik ihrâç eden kimseler"
ma'nâsınadır. Şu halde o Hazreti, Yahûdîler ...............
buyrulduğu üzere katl etmediler
(öldürmediler).
Belki o Hazret kendi kendine teslîm-i rûh
(ruhunu teslim) etti:
................... buyurulduğu, üzere, "feth-i sâd"
(“sad”ın açılımı) ile, "salb
etmediler'', ya'nî
kemiğini çıkarmadılar; .................. buyrulduğu üzere,
"velâkin maslûblara (asılarak
öldürülenlere) ya'nî kemiği çıkarılanlara müşâbih
(benzeyen, benzemiş) oldu."
Bu
sebeble beyne'n-Nasârâ (Hıristiyanlar
arasında) Hz. Mesîh (a.s.)
(İsa a.s) hakkında ihtilâf
(anlaşmazlık) husûle geldi
ki, bunlardan bir tâife (grup):
"Mesîh (a.s.)’ın (İsa
a.s.’ın) yerine ona temsîl olunan
(benzetilen) Yahûdâ'yı
katl
(öldürdüler) ve salb ettiler"
(çarmıha gerdiler)
dediler. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'in müfessirleri
(tefsir edenler, açıklayanlar)
bu tafsîle (detaya)
pek az muttali' (öğrenmiş, bilmiş)
olmakla Îsâ (a.s.) hakkında Nasârâ' dan
(Hıristiyanlardan) bu kavl
(sözler) ile kâil olanların
(konuşanların) sözlerini
ihtiyâr ettiler (seçtiler)
ki, bu kavl (sözler)
Kur'ân-ı Kerîm'de merdûddur
(reddolunmuştur). Zîrâ
(çünkü) Hak Teâlâ: Sûre-i
Enbiyâ'da ...........................(Enbiyâ, 21/34) ya'nî "Yâ
habîbim senden evvel gelen ricâlden
(erkeklerden, mevki sahibi)
bir racül (erkek, mevki sahibi)
için huld (sonsuz)
ve bakâ (daimi, devamlı)
kılmadık" buyurur. Bu âyet-i kerîmeye nazaran
(göre),
(S.a.v.) Efendimiz'den evvel gelen bi'l-cümle
(bütün) enbiyânın
(nebilerin, peygamberlerin)
vefat etmiş olmaları lâzım gelir. Talha ibn Ali hazretleri
cenâb-ı İbn Abbâs'dan bu vechi
(yönünü) rivâyet eylediği
(hikâye ettiği) gibi, rivâyet-i Vehb
(sadık, doğru rivayet)
dahi bu merkezdedir. Sûre-i Nisâ'nın
(Nisa Suresinin) nüzûlünden
(inmesinden)
sonra, Hâtıb ibn Beltea (r.a.)
melik-i Mısır (Mısır hükümdarı)
olan Mukavkısa mürsel
(gönderilen) nâme-i risâlet-penâhîyi
(Peygamberimizin mektubunu)
hâmilen gittiği (yanında
götürdüğü) vakit, Mukavkıs cenâb-ı Hâtıb'a hitâben
(konuşarak):
“Eğer sizin sâhibiniz Nebi
(Peygamber) ise Mekke'den
Medîne'ye hicret etmemesini niçin Cenâb-ı Hak'tan niyâz
(istemedi, dua) etmedi?” diye
i'tirâz etmesi üzerine, Hz. Hâtıb dahi: "Îsâ (a.s.) Nebî
(Peygamber) idi, niçin
çarmıha gerilmemesini Hak'dan niyaz
(istemedi, dua) etmedi?" buyurduğu meşhurdur. O
hazretin bu kavli (sözü)
dahi rivâyet-i mezkûreyi (adı geçen
söylentiyi) te'yid eder
(doğrular.)
İşte ikinci rivâyet
(söylenti) de budur: Bedreddîn Simâvî (kaddesallahu
sır rahû) Vâridât nâmındaki
(adındaki) risâle-i şerîfelerinde
(meşhur kitapçığında) bu
rivâyete (söylentiye)
muvâfık (uygun) olarak
buyururlar
ki”.................................................
Ya'nî: "Îsâ (a.s.) rûhu ile diri, cesed-i unsurîsi
(madde bedeni) ile meyyittir
(ölüdür).
Velâkin (fakat)
rûhullah (Allah ruhu)
olup üzerine rûhaniyyet gâlib (üstün)
olduğu için, hükmen li'l gâlib
(galib, üstün olana göre hükmederek, ruh
olarak) ölmedi
dediler. Yoksa cesed-i unsurîsi
(madde bedeni) ölmemek muhaldir
(imkânsızdır).
Cidden iyi anla! Sekiz yüz sekiz senesine müsâdif
(rastlayan) bir cuma gününde
iki adam hazır oldu. Birisinin elinde Îsâ (a.s.)’ın cesedi var
idi. Halbuki o meyyit (ölü)
idi. Gûyâ Îsâ (a.s.)’ın bedeni vefât ettiğini bize
tenbîh ettiler.
V'Allâhu a'lem!"
Her iki rivâyetin (söylentinin)
tevfîki (uygun olması)
ve bu bâbdaki (konudaki)
âyet-i kerîmenin tefsîri
(açıklaması) cenâb-ı Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî
(r.a.)’ın "Fusûsu'l-Hikem"de Fass-ı Îsevî'
(İsa bölümünde) de beyân
buyurdukları (bildirdikleri)
ebyât-ı şerifesi (iki satırlık
şiiri), her iki
rivâyetin (söylentinin)
tevfîkiyle (uygunluğu ile),
âyet-i kerîmenin tefsîrine
(açıklamasına) kifâyet eder
(yeterli gelir). Bu ebyât-ı şerîfe (iki satırlık
şiiri) bu risâlenin
(kitapçığın) birinci faslında
(bölümünde) mündericdir
(bulunmaktadır);
buyururlar ki: "Rûhullah
(Allahruhu),
siccîn (cehennem) tesmiye
ettiğin (diye adlandırdığın)
tabîatten mutahhar (temizlenmiş)
olarak, zâtta tekevvün ettiği
(oluştuğu, meydana geldiği)
için onda ikâmeti
(kalışı) uzadı". İmdi Îsâ
(a.s.)’ın bedeni hükm-i tabîatten
(tabiat hükümlerinden) mutahhar
(temiz) olarak tekevvün etti
(meydana geldi). Bu gibi ebdân (bedenler)
rûh-i musavver (cisimlenmiş ruh)
olmakla âlem-i histe
(dünyada) çeşm-i his
(görme organı olan göz) ile müşâhede olunur
(görülür) ve el ile
tutulabilir. Bunun misâli (örneği)
âlem-i rü'yâdır (rüya
âlemidir). Zîrâ
(çünkü) râî
(rüya gören) rü'yâsında
gördüğü bir sûreti hissen müşâhede eder
(görür) ve eliyle tutar ve
tekellüm eder (konuşur).
Şu kadar ki kendi vücûdu dahi bu mevtın-i hayâle
(hayal yurduna, mertebesine)
göre tekevvün etmiş (oluşmuş)
bir vücûddan ibârettir. Ve rü'yâdaki bu vücûduna bir bıçak
saplansa nev'an-mâ (bir dereceye
kadar) bir havf (korku)
ve elem (acı)
mahsüs olmakla (hissedilmekle)
beraber, bu vücûd ondan müteessir olmaz
(etkilenmez).
Ve gördüğü ve tuttuğu vücûd dahi kendi vücûdu
gibidir. Hadîs-i şerifte*: ..............................
buyrulduğu üzere, bu âlem-i his ve şehâdet
(hissedilen ve görülen âlem, dünya)
dahi hayâlden başka bir şey değildir. Ancak hayâl-i
rü'yâ (rüyadaki hayal) ile
hayâl-i şehâdet (dünyadaki hayal)
arasında kesâfet (koyuluk)
ve letâfetten
(şeffaflıktan) başka bir fark yoktur. Ba'zan biri
kesîf (koyu, yoğunlaşmış)
diğeri latîf (şeffaf, ince)
olarak iki hayâl tekâbül eder
(karşılıklı olur).
Bu tekâbül (karşılıklı oluş)
hazret-i şehâdete (içinde
bulunduğumuz âleme, dünyaya) mahsûstur
(aittir).
Hayâl-i kesîf (koyu,
yoğunlaşmış hayal) bu âlemin
(dünyanın) îcâbı
(gereği) olan hükm-i tabîatın
(tabiat hükümlerinin)
te'sîri (etkisi) tahtında
(altında) olduğundan o, bu
âlemin (dünyanın) ahkâmına
(şartlarına) tâbi'
(bağlı) olur. Fakat hayâl-i
latîf (hayal mertebesindeki, şeffaf
hayal), hükm-i
tabîatın (tabiat hükümlerinin)
te'sîri (etkisi)
altında olmadığından, ondan bu âlemin
(dünyanın) hükmüne
(şartlarına) muhâlif
(aykırı, zıttına) hareket
zuhûr eder (meydana çıkar).
Bu gibi tekâbülün
(zıtlığın) menâkıb-ı evliyâda
(velilerin övgülerinde)
birçok misalleri (örnekleri)
vardır. Anlayanlar, görmeseler bile kabûl ve tasdîk ederler.
Anlamayanlar, görseler de red ve inkâr eylerler. Sözlerimiz
anlayanlaradır.
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-01.08.2006
http://sufizmveinsan.com
|