HZ.MERYEM VE ÎSA'YA DAİR RİSÂLE
İşte Îsâ (a.s.) ile Yahudiler'in ebdânı
(madde bedenleri) arasındaki
münâsebet de böyle idi. Ya' nî Îsâ (a. s.) bu âlemde
(dünyada) hayât-ı nûrâniyye
(nurani hayat) ile ve
Yahudiler ise hayât-ı tabîiyye
(tabii hayat) ile yaşarlar idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Yahudiler
beden-i Îseviyye'yi (İsa a.s.’ ın
bedenini) kendi bedenlerine kıyâs ettiler
(örneksediler, karşılaştırdılar)
ve onu katl (öldürdüklerini)
ve salb ettiklerini
(çarmıha gerdiklerini) zannettiler. Bu hakîkata nazar
etmediklerinden (bakmadıklarından),
birinci rivâyetin râvîleri (söylentiyi söyleyenleri) Îsâ (a.s.)’ın yerine Yahudilerden
birisinin ona teşbîh olunarak
(benzetilerek) salb
(çarmıha gerdiler) ve kâtl edilip
(öldürülüp) Îsâ (a.s.)’ın
cismiyle (bedeniyle)
berâber merfû' (yükseltilmiş)
olduğunu ve ikinci rivâyetin râvîlerin
(söylentiyi söyleyenler) ise:
.............................. (Enbiyâ, 21/34) âyet-i
kerîmesinden istidlâlen (delil ile)
Îsâ (a.s.)ın sûretâ
(görünüşte, zahiren) çarmıha gerilmekle bu fiilin
te'sîri (etkisi)
olmaksızın, kendi kendine teslîm-i rûh eylediğini
(ruhunu teslim ettiğini)
beyân ederler (söylerler).
Halbuki bu âyet-i kerîme ancak hayât-ı tabîiyye
(tabii hayat) ile yaşayan
ricâl (erkekler, mevki sahibi)
hakkındadır. Eğer hayât-ı nûrâniyye ve rûhâniyye
(nurani ve ruhani hayat) ile
yaşayan zevâta (kimseleri)
şâmil olsa (kaplasa, içine alsa)
idi, Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ (a.s.) ile olan kıssası
beyân buyrulan (bildirilen)
ve hâtem-î enbiyâ (son nebi)
zamânında ve ondan sonra da el-ân
(şu anda) ber-hayât
(hayatta) bulunan cenâb-ı
Ebu'l Abbâs Hızr'ın dahi (S.a.v.)’ den evvel vefât etmesi lâzım
gelir idi. Binâenaleyh (bundan
dolayı) hükm-i tabîatten
(tabiat şartlarından) mutahhar
(temizlenmiş, arınmış) olarak
tekevvün eden (meydana gelen)
cism-i Îsâ (a.s.)’ın (İsa a.s’ın
bedeni) vefât ettiğine bu âyet-i kerîme delil olamaz.
Ancak ikinci rivâyete (söylentiye)
göre Yahudilerin elleriyle tutabildikleri "Rûhullah"a
(Allah resulüne) onların
iki sârık (hırsız)
hakkında tatbîk ettikleri
(uyguladıkları) işkence ve katl
(öldürme) âlâtının
(aletinin) te'sîri
(etkisi) olmadı. Zîrâ
(çünkü) ecsâm-ı latîfe
(latif cisimler),
ecsâm-ı kesîfe (katı
cisimler) gibi âlât-ı katl
(öldürme aleti) ile mütessir
olmaz (etkilenmez).
Nitekim kesâfet-i eşbâhı
(madde vücutlar),
letâfet-i ervâha (nur ruhlara)
mübeddel (değişmiş)
Bâyezîd Bistâmî ve sâire
(diğerleri) gibi ekâbir-i evliyâ
(büyük veliler) (kaddesallâhu
esrârahum) hazerâtında
(hazretlerinden) bu hâl vâki' oldu
(gerçekleşti).
Cism-i latîf-i Îsevî'ye
(İsa a.s.’ın latif bedenine) Yahudiler yapacağını
yaptıktan sonra vücûd-i hakîkînin
(Mutlak Zat’ın) zahirinden
(görünürlüğünden) bâtınına
(görünmezliğine) merfûan
(kaldırılarak) tegayyüb
eyledi (kayboldu).
Bu tegayyüb (kaybolma)
âyette îzâh edileceği
(anlatılacağı) üzere “fevt”
(kaybetme) ve “ref”
(yukarı kaldırma, yüceltme)
ise de, mevt-i tabîî (tabii, doğal
ölüm) değildir .....................................
(Nisâ, 4/158) ve ....................... (Âl-i İmrân, 3/55)
âyet-i kerîmelerinde Îsâ (a.s.)’ın bâtın-ı ulûhiyyet
(uluhiyetin ruh) cânibine (tarafına)
merfûiyyeti (yüceltildiği,
kaldırıldığı) anlaşılır. .....................
(Hadîd, 57/3) ve ...................... (Bakara, 2/115) buyuran
Hak Teâlâ Hazretleri'nin, bir mekân-ı mahsûsu mu
(özel mekânı mı) vardır ki cism-i latîf
(ruh) oraya merfû' olsun
(kaldırılsın)?
Hele zikrolunan (adı
geçen) âyetlerdeki (ileyhi)* ve (ileyye)**
zamirlerinden "semâ" ma'nâsının istihrâcı
(çıkarılması),
Hakk'a mekân isbâtını
mütezammın olduğu (içine aldığı)
için hiç câiz değildir. Fakat rûhen
(ruh olarak) semâvâta
(göklere) urûc eden
(yükselen) evliyâullah
hazerâtının (hazretlerinin)
ervâh-ı enbiyâ (nebilerin
ruhları) ve evliyâya
(velilere) ve husûsiyle
(özellikle, bilhassa) rûh-i İsevî'ye
(Hz. İsa’nın ruhuyla)
mülâkatları (görüşmeleri)
vâki'dir (olmuştur).
Bu mülâkât (görüşme)
esnâ-yı urûcda (yükselme
sırasında) semâvâtta
(göklerde) olduğu gibi, evliyâ-yı kirâma
(büyük velilere) bilâ-urûc
(yükselmeden) bu âlem-i
şehâdette (dünyada) ve
sulehâ-yı mü'minîne (salih, günah
işlememiş müminlere) rü'yâda dahi vâki' olur.
(gerçekleşir) Zîrâ
(çünkü) insan nefsinde
cemî'-i merâtibi (bütün mertebeleri)
câmi'dir (toplamıştır).
İmdi bu vak'a (olay)
netîcesinde Îsâ (a.s.)’ın sûreti, zâhirden
(görünürden) bâtına
(görünmeze) intikâl etti
(geçti).
Bu intikâl (göç)
ise mevt-i tabîî (tabii ölüm)
değil; sûret-i Îseviyye'nin
(Hz. İsa’nın bedeninin)
enzâr-ı hissiyyeden (göz önünden)
yok olması ve gitmesidir. Zîrâ
(çünkü) mevt-i tabîî
(tabii ölüm) kesâfet-i
vücûdiyye (madde bedenin)
iktizâsıdır (gereğidir).
Bu gaybûbet (kaybolmak) ve
gitmek, enbiyâya (nebilere,
peygamberlere) ve evliyâya
(velilere) vâki'
(olmuş) olan urûcdur
(yükselmedir).
Mevt-i tabîî (tabii, doğal
ölüm) ise, infisâh-ı sûret
(bedenin bozulması, hükümsüz kalması)
ile berâber yok olmak ve gitmektir. Ve sûret-i
Îseviyye'de (İsa a.s’ın bedeninde)
infisâh (bozulma)
vâki' (olmuş)
değildir. Zîrâ (çünkü)
rûh-i musavverdir (cisimlenmiş
ruhtur);
velâkin (amma) fevt
(kaybolma) vâki'dir
(olmuştur).
Çünkü "fevt"in
(kaybolmanın) ma'nâ-yı lügavîsi
(sözlük anlamı),
bir şeyin her ne sûretle
(şekille) olursa olsun yok olması ve gitmesidir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
"mevt" (ölüm) ile
"fevt" (kaybolma)
arasındâ umûm (genellik)
ve husûs (özellik) vardır.
Zîrâ (çünkü) her mevt-i
tabii (tabii ölüm) fevttir
(yok olup gitmedir);
velâkin her fevt (yok olup
gitme) mevt-i tabîî (tabii
ölüm) değildir. Nitekim "fevt" ta'bîri
(deyimi) örfen
(adet üzere) zî-rûh
(canlı) ve ğayr-ı zîrûh
(cansız) hakkında müsta'mel
olduğu (kullanıldığı)
halde, mevt (ölü) ta'bîri
(deyimi) yalnız zî-rûhta
(canlıda) isti'mâl olunur
(kullanılır).
Ve meselâ "Bu husustaki faide
(fayda) fevt oldu"
(kayboldu, kaybedildi) denir,
"meyyit oldu" (öldü)
denemez. Velâkin (amma)
zî-rûh (canlı) hakkında
"Falan fevt oldu" (kayboldu)
denir ve bundan mevt-i tabîî
(tabii ölüm) murâd olunur. İşte Îsâ (a.s.)’ın ümmeti
arasından keyfiyyet-i tegayyübü
(kaybolma hususu) ve gitmesi, infisâh-ı sûretten
(bedenin bozulması, hükümsüz
kalmasından) ibâret olan mevt-i tabîî
(tabii ölüm) ile vâki'
olmadığı (gerçekleşmediği)
için, âyet-i kerîmede: ..................................
(Âl-i İmrân, 3/55) ve ....................... (Mâide, 5/117)
ta'bîrleriyle (deyimi ile)
bu hakîkata işâret buyrulmuştur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Îsâ (a.s.)’ın neş'eti (meydana
gelişi) iktizâsından
(gereğinden) olmak üzere, âlem-i şehâdetten
(dünyadan) sûret-i
Îseviyye'sinin (İsa a.s’ın bedeninin)
fevti (yok olup gitmesi)
dahi, tahakkuk (gerçek)
ve tevehhüm (vehim)
dâiresinde vâki' (olmuş)
oldu. Ya'nî Îsâ (a.s.)’ın, rûh-i musavverden
(cisimlenmiş ruhtan) ibâret
olân cism-i Îsevî'sinin (İsa a.s’ın
bedeninin) Yahudiler tarafından ahzi
(ele geçirilmesi) ve çarmıha
vaz'ı, (konulması)
mütehakkak (gerçek) idi.
Velâkin (fakat) sûret-i
kesîfe (madde beden)
sâhibi olan iki sârıka (hırsıza)
teşbîhen (benzetilerek),
onun hakkında Yahudiler tarafından revâ
(yakışır, uygun) görülen bu
muâmelenin te'sîr-i (etkisi)
mütevehhem (vehmedilen)
idi. Zîrâ (çünkü)
rûh-i musavverin (cisimlenmiş ruhun)
ecsâd-ı kesîfe (madde
beden) gibi kat' (kesme,
biçme) ve tecziyesi
(cezalandırılması) mümkün değildir. Yahudilerin
sârıklara (hırsızlara)
yaptıkları muâmele ile cism-i Îsevî'ye
(İsa’nın vücuduna) yaptıkları
muâmele arasında müşâbehet (benzeyiş)
ve müsâvât (eşitlik)
var ise de, tahakkuk
(gerçekliği) i'tibâriyle
(bakımından) teşâbüh
(benzerlik) ve tesâvî
(eşitlik) yoktur. Birinin netîcesi mütehakkak
(gerçek olan) ve diğerinin
netîcesi mütevehhemdir. (vehim
olunandır) Onun için bu sû-i kasddan
(öldürülmesinden) sonra Îsâ
(a.s)’ın cism-i şerîfini (kutsal
bedenini) ve sûret-i beşeriyyesini
(beşer suretini) bulamadılar.
Ve bu tevvehhüm (evhamlanma)
sebebiyle, herkes kendi zannına tâbi' olup,
(uyup) onun hakkında ihtilâfa
(anlaşmazlığa) düştüler.
Velhâsıl (sözün kısası)
sûret-i Îseviyye'nin (İsa a.s’ın
vücudunun) halk arasında gaybûbeti
(kaybolması) fevt-i muhakkak
(gerçek kaybolmak) idi ve
sû-i kasd (öldürme)
netîcesinde tegayyübü (kaybolması)
mevt-i tabîî (tabii ölüm)
ile fevt olduğunu (yok
olup gittiğini) zannettirdiğinden fevt-i mütevehhem
(kaybolduğunu sanmak) idi.
Bu da Îsâ (a.s.)’ın mâ'-i muhakkak
(gerçek su) ile mâ'-i mütevehhemden
(vehm olunan sudan) tekevvünû
(meydana gelmesi)
iktizâsındandır (gereğindendir).
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir-09.08.2006
http://sufizmveinsan.com
|