230. Bölüm

HZ.MERYEM VE ÎSA'YA DAİR RİSÂLE

İşte Îsâ (a.s.) ile Yahudiler'in ebdânı (madde bedenleri) arasındaki münâsebet de böyle idi. Ya' nî Îsâ (a. s.) bu âlemde (dünyada) hayât-ı nûrâniyye (nurani hayat) ile ve Yahudiler ise  hayât-ı tabîiyye (tabii hayat) ile yaşarlar idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Yahudiler beden-i Îseviyye'yi (İsa a.s.’ ın bedenini) kendi bedenlerine kıyâs ettiler (örneksediler, karşılaştırdılar) ve onu katl (öldürdüklerini) ve salb ettiklerini (çarmıha gerdiklerini) zannettiler. Bu hakîkata nazar etmediklerinden (bakmadıklarından), birinci rivâyetin râvîleri (söylentiyi söyleyenleri) Îsâ (a.s.)’ın yerine Yahudilerden birisinin ona teşbîh olunarak (benzetilerek) salb (çarmıha gerdiler) ve kâtl edilip (öldürülüp) Îsâ (a.s.)’ın cismiyle (bedeniyle) berâber merfû' (yükseltilmiş) olduğunu ve ikinci rivâyetin râvîlerin (söylentiyi söyleyenler) ise: .............................. (Enbiyâ, 21/34) âyet-i kerîmesinden istidlâlen (delil ile) Îsâ (a.s.)ın sûretâ (görünüşte, zahiren) çarmıha gerilmekle bu fiilin te'sîri (etkisi) olmaksızın, kendi kendine teslîm-i rûh eylediğini (ruhunu teslim ettiğini) beyân ederler (söylerler). Halbuki bu âyet-i kerîme ancak hayât-ı tabîiyye (tabii hayat) ile yaşayan ricâl (erkekler, mevki sahibi) hakkındadır. Eğer hayât-ı nûrâniyye ve rûhâniyye (nurani ve ruhani hayat) ile yaşayan zevâta (kimseleri) şâmil olsa (kaplasa, içine alsa) idi, Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ (a.s.) ile olan kıssası beyân buyrulan (bildirilen) ve hâtem-î enbiyâ (son nebi) zamânında ve ondan sonra da el-ân (şu anda) ber-hayât (hayatta) bulunan cenâb-ı Ebu'l Abbâs Hızr'ın dahi (S.a.v.)’ den evvel vefât etmesi lâzım gelir idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) hükm-i tabîatten (tabiat şartlarından) mutahhar (temizlenmiş, arınmış) olarak tekevvün eden (meydana gelen) cism-i Îsâ (a.s.)’ın (İsa a.s’ın bedeni) vefât ettiğine bu âyet-i kerîme delil olamaz. Ancak ikinci rivâyete (söylentiye) göre Yahudilerin elleriyle tutabildikleri "Rûhullah"a (Allah resulüne) onların iki sârık (hırsız) hakkında tatbîk ettikleri (uyguladıkları) işkence ve katl (öldürme) âlâtının (aletinin) te'sîri (etkisi) olmadı. Zîrâ (çünkü) ecsâm-ı latîfe (latif cisimler), ecsâm-ı kesîfe (katı cisimler) gibi  âlât-ı katl (öldürme aleti) ile mütessir olmaz (etkilenmez). Nitekim kesâfet-i eşbâhı (madde vücutlar), letâfet-i ervâha (nur ruhlara) mübeddel (değişmiş) Bâyezîd Bistâmî ve sâire (diğerleri) gibi ekâbir-i evliyâ (büyük veliler) (kaddesallâhu esrârahum) hazerâtında (hazretlerinden) bu hâl vâki' oldu (gerçekleşti). Cism-i latîf-i Îsevî'ye (İsa a.s.’ın latif bedenine) Yahudiler yapacağını yaptıktan sonra vücûd-i hakîkînin (Mutlak Zat’ın) zahirinden (görünürlüğünden) bâtınına (görünmezliğine) merfûan (kaldırılarak) tegayyüb eyledi (kayboldu). Bu tegayyüb (kaybolma) âyette îzâh edileceği (anlatılacağı) üzere “fevt” (kaybetme) ve “ref” (yukarı kaldırma, yüceltme) ise de, mevt-i tabîî (tabii, doğal ölüm) değildir ..................................... (Nisâ, 4/158) ve ....................... (Âl-i İmrân, 3/55) âyet-i kerîmelerinde Îsâ (a.s.)’ın bâtın-ı ulûhiyyet (uluhiyetin ruh) cânibine (tarafına) merfûiyyeti (yüceltildiği, kaldırıldığı) anlaşılır. ..................... (Hadîd, 57/3) ve ...................... (Bakara, 2/115) buyuran Hak Teâlâ Hazretleri'nin, bir mekân-ı mahsûsu mu (özel mekânı mı) vardır ki cism-i latîf (ruh) oraya merfû' olsun (kaldırılsın)? Hele zikrolunan (adı geçen) âyetlerdeki (ileyhi)* ve (ileyye)** zamirlerinden "semâ" ma'nâsının istihrâcı (çıkarılması),  Hakk'a mekân isbâtını mütezammın olduğu (içine aldığı) için hiç câiz değildir. Fakat rûhen (ruh olarak) semâvâta (göklere) urûc eden (yükselen) evliyâullah hazerâtının (hazretlerinin) ervâh-ı enbiyâ (nebilerin ruhları) ve evliyâya (velilere) ve husûsiyle (özellikle, bilhassa) rûh-i İsevî'ye (Hz. İsa’nın ruhuyla) mülâkatları (görüşmeleri) vâki'dir (olmuştur). Bu mülâkât (görüşme) esnâ-yı urûcda (yükselme sırasında) semâvâtta (göklerde) olduğu gibi, evliyâ-yı kirâma (büyük velilere) bilâ-urûc (yükselmeden) bu âlem-i şehâdette (dünyada) ve sulehâ-yı mü'minîne (salih, günah işlememiş müminlere) rü'yâda dahi vâki' olur. (gerçekleşir) Zîrâ (çünkü) insan nefsinde cemî'-i merâtibi (bütün mertebeleri) câmi'dir (toplamıştır).

İmdi bu vak'a (olay) netîcesinde Îsâ (a.s.)’ın sûreti, zâhirden (görünürden) bâtına (görünmeze) intikâl etti (geçti). Bu intikâl (göç) ise mevt-i tabîî (tabii ölüm) değil; sûret-i Îseviyye'nin (Hz. İsa’nın bedeninin) enzâr-ı hissiyyeden (göz önünden) yok olması ve gitmesidir. Zîrâ (çünkü) mevt-i tabîî (tabii ölüm) kesâfet-i vücûdiyye (madde bedenin) iktizâsıdır (gereğidir). Bu gaybûbet (kaybolmak) ve gitmek, enbiyâya (nebilere, peygamberlere) ve evliyâya (velilere) vâki' (olmuş) olan urûcdur (yükselmedir). Mevt-i tabîî (tabii, doğal ölüm) ise, infisâh-ı sûret (bedenin bozulması, hükümsüz kalması) ile berâber yok olmak ve gitmektir. Ve sûret-i Îseviyye'de (İsa a.s’ın bedeninde) infisâh (bozulma) vâki' (olmuş) değildir. Zîrâ (çünkü) rûh-i musavverdir (cisimlenmiş ruhtur); velâkin (amma) fevt (kaybolma) vâki'dir (olmuştur). Çünkü "fevt"in (kaybolmanın) ma'nâ-yı lügavîsi (sözlük anlamı), bir şeyin her ne sûretle (şekille) olursa olsun yok olması ve gitmesidir. Binâenaleyh (bundan dolayı) "mevt" (ölüm)  ile "fevt"  (kaybolma) arasındâ umûm (genellik) ve husûs (özellik) vardır. Zîrâ (çünkü) her mevt-i tabii (tabii ölüm) fevttir (yok olup gitmedir); velâkin her fevt (yok olup gitme) mevt-i tabîî (tabii ölüm) değildir. Nitekim "fevt" ta'bîri (deyimi) örfen (adet üzere) zî-rûh (canlı) ve ğayr-ı zîrûh (cansız) hakkında müsta'mel olduğu (kullanıldığı) halde, mevt (ölü) ta'bîri (deyimi) yalnız zî-rûhta (canlıda) isti'mâl olunur (kullanılır). Ve meselâ "Bu husustaki faide (fayda) fevt oldu" (kayboldu, kaybedildi) denir, "meyyit oldu" (öldü)  denemez. Velâkin (amma) zî-rûh (canlı) hakkında "Falan fevt oldu" (kayboldu) denir ve bundan mevt-i tabîî (tabii ölüm) murâd olunur. İşte Îsâ (a.s.)’ın ümmeti arasından keyfiyyet-i tegayyübü (kaybolma hususu) ve gitmesi, infisâh-ı sûretten (bedenin bozulması, hükümsüz kalmasından) ibâret olan mevt-i tabîî (tabii ölüm) ile vâki' olmadığı (gerçekleşmediği) için, âyet-i  kerîmede: .................................. (Âl-i İmrân, 3/55) ve ....................... (Mâide, 5/117) ta'­bîrleriyle (deyimi ile) bu hakîkata işâret buyrulmuştur.

Binâenaleyh (bundan dolayı) Îsâ (a.s.)’ın neş'eti (meydana gelişi) iktizâsından (gereğinden) olmak üzere, âlem-i şehâdetten (dünyadan) sûret-i Îseviyye'sinin (İsa a.s’ın bedeninin) fevti (yok olup gitmesi) dahi, tahakkuk (gerçek) ve tevehhüm (vehim) dâiresinde vâki' (olmuş) oldu.  Ya'nî Îsâ (a.s.)’ın, rûh-i musavverden (cisimlenmiş ruhtan) ibâret olân cism-i Îsevî'sinin (İsa a.s’ın bedeninin) Yahudiler tarafından ahzi (ele geçirilmesi) ve çarmıha vaz'ı, (konulması) mütehakkak (gerçek) idi. Velâkin (fakat) sûret-i kesîfe (madde beden) sâhibi olan iki sârıka (hırsıza) teşbîhen (benzetilerek), onun hakkında Yahudiler tarafından revâ (yakışır, uygun) görülen bu muâmelenin te'sîr-i (etkisi) mütevehhem (vehmedilen) idi. Zîrâ (çünkü) rûh-i musavverin (cisimlenmiş ruhun) ecsâd-ı kesîfe (madde beden) gibi kat' (kesme, biçme) ve tecziyesi (cezalandırılması) mümkün değildir. Yahudilerin sârıklara (hırsızlara) yaptıkları muâmele ile cism-i Îsevî'ye (İsa’nın vücuduna) yaptıkları muâmele arasında müşâbehet (benzeyiş) ve müsâvât (eşitlik) var ise de, tahakkuk (gerçekliği) i'tibâriyle (bakımından) teşâbüh (benzerlik) ve tesâvî (eşitlik) yoktur. Birinin netîcesi mütehakkak (gerçek olan) ve diğerinin netîcesi mütevehhemdir. (vehim olunandır) Onun için bu sû-i kasddan (öldürülmesinden) sonra Îsâ (a.s)’ın cism-i şerîfini (kutsal bedenini) ve sûret-i beşeriyyesini (beşer suretini) bulamadılar. Ve bu tevvehhüm (evhamlanma) sebebiyle, herkes kendi zannına tâbi' olup, (uyup) onun hakkında ihtilâfa (anlaşmazlığa) düştüler. Velhâsıl (sözün kısası) sûret-i Îseviyye'nin (İsa a.s’ın vücudunun) halk arasında gaybûbeti (kaybolması) fevt-i muhakkak (gerçek kaybolmak) idi ve sû-i kasd (öldürme) netîcesinde tegayyübü (kaybolması) mevt-i tabîî (tabii ölüm) ile fevt olduğunu (yok olup gittiğini) zannettirdiğinden fevt-i mütevehhem (kaybolduğunu sanmak) idi. Bu da Îsâ (a.s.)’ın mâ'-i muhakkak (gerçek su) ile mâ'-i mütevehhemden (vehm olunan sudan) tekevvünû (meydana gelmesi) iktizâsındandır (gereğindendir).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İzmir
-09.08.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail